07- Yabancı devlet başkanlarına ve başbakanlarına yazılan cevabi mektupları götürmek,
08- Ülkeye gelen yabancı elçilere karşılık elçi göndermek,
09- Devlet alacağını istemek,
10- Dış ülkelerdeki teknolojik ve bilimsel gelişmeleri takip etmek,
11- Yabancı devletlerin isteği üzerine dış ülkelere elçi göndermek.
Elçiler; büyük elçi, orta elçi, nameres veya çavuş gibi sıfatlarla gönderiliyordu. Bu sıfatlar elçiliğin derecelerini gösterir sıfatlardı.
Yabancı ülkelere gönderilen bu elçilere, dönüşlerinde geri alınmak kaydıyla kıymetli eşya, rutbe ve yetkiler de verilmişti.6 Dış ülkelere geçici görevle giden bu elçiler, gezilerini “sefaretname” isimli eserlerinde geniş bir şekilde anlatmışlardır.
III. Selim Dönemi’nde Osmanlı’nın Avrupa başkentlerinde daimi elçi bulundurmaya başladığını daha önce belirtmiştik. Bu yönde ilk adım Yusuf Agah Efendi’nin 1793’te Londra’ya gönderilmesidir. III. Selim daha sonra Paris, Viyana ve Berlin gibi Avrupa başkentlerine üçer yıllığına elçiler göndermiştir. Ayrıca bunların yanına, görevleri yabancı dil öğrenmek ve devlet hizmetlerinde öteki yararlı bilgileri edinmek üzere genç memurlar da verilmişti. III. Selim bunlara ek olarak, dışarıdaki Osmanlı yurttaşlarının ticari çıkarlarını korumak için konsoloslar da tayin etmişti. Gerçi konsolos tayini ilk değildi. 1725 yılında Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa, Ömer Ağa adında birini Viyana’ya konsolos olarak göndermişti.
Avrupa’ya giden elçiliklerin raporlarından anladığımız kadarıyla, bunların uğraştıkları konular daha çok ittifak yada askeri yardım arama ve yabancıların Osmanlı Devleti’nde elde ettikleri ticari ayrıcalıkları Osmanlı tüccarlarına da sağlama gibi zor işlerdi. Bu arada bazı büyükelçiler Avrupa basınını etkilemeye çalışmışlar ya da en azından bu basını İstanbul’a bildirmişlerdir.7 İleri dönemlerde Avrupa’daki Avrupa elçilerinin basınla ilgilenmesi daha yoğunlaşmış, yabancı basını yönlendirmek için onlara maddi yardımda bulunulmuş ve maaş bağlanmıştır.8
III. Selim’den sonra, reform hareketleri kesintiye uğradığından diplomatik temsil sistemi zayıfladı. 1811 yılında yukarıda sözü edilen merkezler “maslahatgüzar” düzeyine indirildi. Konsolosluk sistemi ise 18. yüzyıldaki gayr-i resmi havasına büründü. 1821’den sonra Yunanlılar hakkındaki kuşkular, Fener elitine de sıçradı. Bunun göstergesi, Divan-ı Hümayun’daki Yunan tercümanlarının işlerine son verilmesi ve yerine Bab-ı Ali’de Tercüme Odası’nın kurulmasıdır. Doğal olarak, Yunanlıların yerine hemen yetenekli ve bilgili tercümanlar bulunmadığı için, geçici bir süre tercümanlık işi karanlıkda kalmıştır. Tercüme Odası’nın büyümesi ve önem kazanması 1830’larla başlar. Mehmet Ali bunalımının yoğun diplomatik ortamında Oda’nın prestiji yükselmiş ve buraya Osmanlı son dönem tarihinde önemli mevkilere kadar yükselmiş yetenekli kişiler girmiştir. 1841’de Oda otuzu aşkın memura sahip bulunuyordu.9 Ancak Asya, Avrupa ve Afrika’da geniş toprakları olan bir devlet için bu sayı elbette yetersiz idi.
II. Mahmut, daimi diplomasi teşkilatını yeniden kurmak ve dışarıya yeniden daimi temsilciler gönderme
kararı aldı. Önce 1832’de Avusturya’nın isteği üzerine J. Mavroyeni’yi Charge d’Affairs olarak Viyana’daki eski görevine gönderdi. 1834 tarihinde ise Amedî olan Mustafa Reşit Paşa, Paris’e; Mahmut Namık Paşa, Londra’ya ve Ahmet Fethi Paşa da Viyana’ya büyükelçi olarak gönderildi. Kısa bir süre sonra Ali ve Fuat Paşalar da bu görevlere atandılar. Diplomatik temsil alanında çalışmalar belli bir yere getirildikten sonra konsolosluk alanında da faaliyetler başlatıldı. Nihayet ilk kez Müslüman Osmanlılar, Hıristiyan Osmanlı tüccarları yanında yerlerini aldı.
Bütün bu çalışmalara rağmen diplomasi alanında ve tercüme odasında işlerin düzeldiği söylenemezdi. Diplomatlarda dil hakimiyeti hâlâ zayıftı ve personel hâlâ işin ehli değildi. Bunun en çarpıcı örneği Nuri Efendi’nin cehaleti ve işteki yetersizliği dolayısıyla İstanbul’dan uzaklaştırılması için Paris’e büyükelçi olarak atanmasıdır.10
Ancak diplomatik temsilin yeniden başlaması büyükelçilerin atanması III. Selim zamanının sorunlarını yeniden ortaya çıkardı. Bunlardan Mahmut Dönemi için en belirgin olanı, Osmanlı bürokratik yaşamının himaye geleneğinin, diplomatik sistemin rasyonel işlemesini engellemesidir. Örneğin diplomatik atamalarda kişisel ilişkiler, yetenekli kişilerin büyükelçi olmasını engellemiştir. İkinci sorun ise hizipler arası rekabetin diplomatik temsile etkisidir. Bunun belirgin bir örneği, ileri gelen reformcuların koruyucusu olan Pertev Paşa’nın 1837’de ölmesinden sonra, büyükelçilerin ve bunların atandığı merkez teşkilatı personelinin değiştirilmesidir.11 Burada şunu belirtelim ki Osmanlı bürokratik yaşamındaki himaye geleneği ilk dönemlerde kimsesiz ama kabiliyetli gençlerin Osmanlı yönetimine kazandırılması için kullanılmış olumlu bir gelenek idi. Gerileme döneminde bu masum geleneğin istismar edilmesi neticesinde himaye geleneğinin olumsuz tesirleri görülmeye başlamıştır.
II. Mahmut Dönemi diplomatları, Mısır ve Cezayir sorunlarının çözümü, gümrük tarifelerinin görüşülmesi, Avrupa basınını etkilemek ve yeni diplomatları eğitmek gibi görevlerinde başarılı olamadılar. Ancak bir başka alanda etkili oldular. Bu da Avrupa’daki deneylerini tam anlamıyla hazmetmeleri ve halka bunu anlatmadaki becerileridir. Böylece Osmanlı Devleti’ni Batı’ya değil, Batı’yı Osmanlı Devleti’ne tanıtma yoluyla nüfuz kazandılar. Bu bürokratlar 19. yüzyıl Osmanlı reform hareketlerinin yürütücü motoru ve Hariciye bürokrasisinin temelini oluşturur. Yine bu bürokratlar dönemin etkili devlet adamları Metternich ve İngiliz Başbakanı Palmerston ile doğrudan temasları olan diplomatlardı.
II. Mahmut işte böyle bir Tercüme Odası’nı güçlendirip diplomatik ve konsüler faaliyetleri canlandırdıktan sonra 1836 (1251) Martı’nda yayınladığı bir Hatt-ı Humayun ile Reisülküttaplığı “Hariciye Nezareti” yaptı. Hatt-ı Humayun’da mülkiye, dahiliye, hariciye işlerini yürüten Reisülküttaplık makamının Hariciye Nezareti, Kethüdalık görevinin ise bundan böyle Mülkiye Nazırlığı’na çevrildiği belirtiliyordu. İlk Hariciye Nazırlığı görevine ise M. Akif Paşa getirilmişti. Bu göreve bir yıl sonra Hulusi Paşa ondan bir yıl sonra da Mustafa Reşit Paşa getirilmiştir12 Ayrıca müsteşarlık makamı da bu dönemde oluşturdu.13 Hariciye nazırına vezirlik rütbesi ve müşirlik payesi verildi.14 Bu değişikliklerle birlikte, Babıali ve yazışma işleri de çok önemli değişiklikler geçirdi. Yeni Dışişleri Bakanlığı ve Yeni Sivil Bürokratik elit yetiştirme süreci de başladı. Ancak hizipcilik ve bazı reformların hiç incelenmeden Avrupa’dan taklit yoluyla Osmanlı’ya aktarılması bu olumlu gidişin zaafları oldu.
1862 yılına gelindiğinde Tercüme Odası, Osmanlı ile yabancı devletler arasındaki yazışmaların çoğalması sebebiyle işleri yürütemez duruma geldi. Bunun için Hariciye Nezareti dairesinde bir de “Tahrirat-ı Hariciye Kitabeti” adı altında yazışma bürosu kuruldu. Bu büronun başına da Sekiz bin kuruş maaş ile Ebru Efendi getirildi.15
Daha sonraki yıllarda Hariciye Nezareti’nde İstişare Odası vb. muhtelif bürolar oluşturuldu ve personel sayısı artırıldı ise de Hariciye’de nicelik ve nitelik bakımından sorunlar hiçbir zaman bitmedi.
Ancak günümüzde yapılan bir araştırmadan anlaşıldığına göre, Osmanlı Hariciye memurlarının yüzde 30’unun başka bir yerde işe başlayıp daha sonra bu Nezaret’e geçmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum diğer nezaretlere göre Hariciye Nezareti’nin gerçekten son derece arzu edilen bir görev alanı olduğunu göstermektedir.16
1800’lü yılların ikinci yarısına geldiğimizde Dışişleri Bakanlığı, Başbakanlıktan sonra en önemli bakanlık konumuna gelmiş, öyle ki bu Bakanlığa oturanların daha sonra Başbakan olmaları gelenek haline gelmiştir diyebiliriz. Yine bu tarihlerde başbakan ve dış işleri bakanları zaman zaman Avrupa devletleri büyükelçilerinin girişimleriyle değiştirilebilmekteydi. Örneğin Eflak ve Boğdan meselesinin gündemde olduğu günlerde İstanbul’da idarenin İngiliz siyasetine hizmet edecek ellere geçmesi için Lord Stratford girişimlerde bulunarak Fuat Paşa’nın siyasetinden şikayetle Reşit Paşa’nın başbakanlığa getirilmesi için Sultan Abdulmecid’e baskı uygulamış ve bunda da başarılı olmuştur. Bu değişikliğin ardından İngiliz Hükumeti Abdulmecid’e özel bir törenle “Devlet Nişanı” vermiştir.17 Bu tür değişiklikler bazen ultimatonlarla da gerçekleşmiştir. İngilizlerin başbakanlığa getirttiği Reşit Paşa, kısa bir süre sonra yine İngi-
lizler başta olmak üzere Prusya, Rusya ve Sardunya’nın verdiği ultimaton neticesinde başbakanlıktan uzaklaştırılmıştır.18
Bu dönem, diplomatik ilişkilerde basının yönetimler ve kamuoyu üzerinde etkin olmaya başladığı yıllardır. Bu tarihlerde yayımlanan gazetelere baktığımızda bunun belirgin izlerini görebiliriz. Aynı zamanda Osmanlı dışişleri bürokrasisinin düşmüş olduğu trajı-komik durumlar da bu gazetelerde sıkça işlenmiştir. Yeni Osmanlılar tarafından Londra’da yayımlanan Hürriyet Gazetesi’ndeki bir makalede bu durum ilginç bir şekilde anlatılmıştır. Hürriyet Gazetesi Meşrutiyet ve Hürriyet fikirlerini savunan Âli ve Fuat Paşaların tutumunu şiddetle eleştiren bir gazetedir.19 Âli ve Fuat Paşalar ise başbakanlık ve dış işleri bakanlığı yapmış önemli Osmanlı yöneticileri idi.20
Hürriyet Gazetesi’ndeki 28 Nisan 1869 tarihli “Hariciye Nezareti” başlıklı bu yazı Hariciye Nezareti kurulalı 33 yıl olmasına rağmen sorunların ne boyutta olduğunu göstermesi bakımından oldukça ilginçtir. Gerçi makalede verilen bilgiler biraz abartılı gibi görünmektedir. Ancak makalede aktarılanlar, dışişleri bürokrasisini yakından bilen veya çalışan bir kişi tarafından kaleme alınmıştır. Bu sebeple Hariciye’deki sorunları kaynak göstererek ilginç bir şekilde anlatmaktadır. O dönem gazete makalelerinin birçoğunda adet olduğu üzere bu makalenin de imzasız olduğunu belirtelim. Kanımızca yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız dış işlerinin durumu göz önüne alındığında sadece muhalefet etmek gayesiyle yazının kaleme alındığı söylenemez.
Yazıda bu dönem Dışişleri Bakanlığı ve bürokrasisinin içinde bulunduğu trajı-komik durumu ele alınmış ve şu eleştiriler getirilmiştir:
- Dışişlerindeki bozulmanın Reşit Paşa’dan sonra başladığı,
- Bu tarihlerde iç ve dış politikada Dışişleri Bakanlığı’nın öne çıkmasının, öneminden değil, korkunç işleyişinden kaynaklandığı,
- Bu işleyiş çerçevesinde Avrupa elçileri ile ilişkilerini geliştiren Bakanlığın, Başbakanlık makamını etkisi altına aldığı,
- Bakanlık’ta hiyerarşik bir düzenin olmadığı; tercümanların etkinliklerinin kurum içerisinde öne çıktığı ve hatta müsteşarla bile senli-benli ilişkiler içerisinde olduğu,
- Yabancı elçilik tercümanlarının işlerinin Bakanlık’ta çok kolay bir şekilde çözümlenmesine karşın, sıradan vatandaşın işlerinin yapılmadığı,
- Son 15 yıldır bakanın mevzuat dışı keyfi uygulamalara kalkıştığı,
- Bakanlığa keyfi istihdamların yapıldığı, öyle ki 15 kişinin işleri yürütebileceği bir büroda 100 kişinin çalıştırıldığı,
- Yöneticilerin maaşlarının çok yüksek olmasına karşın, memur ve hizmetlilerin maaşlarının çok düşük olduğu; bunun da kurumdaki işlerin yürümesine olumsuz etkiler yaptığı,
- Bürokrasinin hantal işlediği, vatandaşın muracaat forumlarının bakkal dükkanlarında peynire sarılı bulunduğu, hatta yapılan müracaat evraklarının içeriğine bile bakılmadan havale edildiği; Öyle ki Battal Gazi’nin neslinden geldiğini söyleyen Ahmet Kamil isminde bir vatandaşın rüyasından yola çıkarak kaleme aldığı: “Ecdadım olan Battal Gazi rüyama girdi. Bana devr-i daimi ve buharsız vapur yürütmek ve balonun dümen ile idaresini ve telgraf haberleşmesini adi bir hat ile yapılmasını öğretti. Ben de bu telgraf marifetini İtalyalı filan zata öğrettim. Aramızda bir sözleşme yaptık. Bu işten ne kazanırsa yarısını bana verecekti. Şimdi İtalya’ya gitmiş, seksen bin kise kazanmış. Kırk bin kisesini isterim” dilekçesi Saraydan Dışişleri Bakanlığı’na havale edilmiş ve bu Bakanlık da dilekçeyi İtalya Büyükelçiliği’ne göndermiştir.
- Tercüme Odası’nda çalışanlara 20 yıldır Fransızca hizmetiçi eğitim verilmesine rağmen, personelin öğrenme gayreti içerisinde olmadığı ve bu personelin gelen evrakı doğru-dürüst tercüme edip gerekli yerlere havale edemediği gibi, diğer bürolarda personel fazlası olmasına karşın bu büroda yetersiz eleman istihdamı dolayısıyla evrakların aylarca torbalarda bekletildiği; Yurtdışında eğitim görüp ülkeye dönen azınlıklara ise böyle önemli yerlerde görev verilmeyip, bunların taşraya sürüldüğü,
- Bırakın Fransızca eğitimi, memurların Türk diline bile hakim olmadığı,
- İçişleri Bakanlığı’na bağlı olması gereken Patrikhane ve benzer kurumların Dışişleri Bakanlığı’na bağlanmasının yanlışlığı.
Sonuç olarak şunu belirtelim ki Osmanlı Hariciye Nezareti ve bürokrasisinin kuruluşu oldukça sorunlu bir şekilde başlamış ve Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadar da bu sorunlar devam etmiştir. 1913 yılında bile bu sorunların devam ettiği Osmanlı Arşivi’ndeki bir belgeden anlaşılmaktadır. Adı geçen arşivin Hariciye Nezareti Mütenevvia kısmındaki bilgilere göre: Bazı Avrupalı devletlerin Hariciye Nezareti ve bu Nezaretin örgüt yapısı incelenmekte ve Osmanlı Devleti Hariciyesi’nde yeni düzenlemeler yapılmaktadır.21
DİPNOTLAR
1 Reşat Ekrem Koçu, Osmanlı Padişahları, İstanbul 1981, s. 389-391.
2 Alphonse De Lamartine (Çev: Serhat Bayram), Osmanlı Tarihi, C. II, İstanbul 1991, s. 1026.
3 Ahmet Lütfi Efendi Tarihi, (Yayına Hazırlayan Münir Aktepe), C. X, Ankara 1988. s. 42, 121.
4 Yusuf Halaçoğlu, XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Ankara 1991, s. 19-26; Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C. 12, İstanbul 1993, s. 325-329.
5 Ali İbrahim Savaş “Genel Hatlarıyla Osmanlı Diplomasisi”, Osmanlı (Yeni Türkiye Yay. ) C. 6, s. 644-645.
6 Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, Ankara 1992, s. 15-25.
7 Oral Sander, Siyasi Tarih (İlkçağlardan-1918’e), Ankara 1993, s. 243.
8 İlhan Yerlikaya, “Medyanın İktidar Üzerindeki Baskı ve Şantajlarına Basın Tarihinden Örnekler”, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Basın Tarihi Sempozyumu, Ankara 1999.
9 Oral Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, Ankara 1993, s. 199.
10 Hamit Ersoy, “Batılılaşma Girişimleri ve Osmanlı Hariciye Nezaeretinin Kuruluşu”, Osmanlı (Yeni Türkiye Yayınları), C. 6, s. 268.
11 Oral Sander, a.g.e., s. 244.
12 Hariciye Salnamesi, 1306, s. 62-64.
13 Oral Sander, a.g.e., s. 245.
14 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. VI, Ankara 1983, s. 124.
15 Vak’a nüvis Ahmet Lütfi Efendi Tarihi, C. X, Ankara 1988, s. 69.
16 Carter V. Findley, Kalemiyeden Mülkiyeye Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi, İstanbul 1996, s. 278.
17 Ali Fuat Türkgeldi, Mesail-i Mühimme-i Siyasiyye, (Yayına Hazırlayan: Bekir Sıtkı Baykal), C. I, s. 184.
18 Ali Fuat Türkgeldi, a.g.e., s. 190.
19 Hürriyet gazetesi Ali Suavi, Agah Efendi ve Namık Kemal tarafından yönetime muhalif olarak 29 Haziran 1868’de Mustafa Fazıl Paşa’nın parasal desteği ile önce Londra’da, sonra Cenevre’de çıkarılmıştır. Namık Kemal’in sorumluluğu altında yayımlandığı dönemde Sadrazam Âli ve Hariciye Nazırı Fuat Paşalar aleyhinde eleştirilere geniş yer vermiştir. Bu dönemdeki Hürriyet Gazetesi, Yeni Osmanlılar örgütünün en kapsamlı ve en etkili yayını olmuştur. Gazete’de sürekli olarak, Osmanlı Devleti’nin durumunu ayrıntılı bir biçimde gözler önüne seren makaleler yayınlanmış, Yeni Osmanlıların politik görüşleri kamuoyuna yansıtılmaya çalışılmıştır. Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın ateşli makaleleriyle yayınlanan Hürriyet Gazetesi, gizlice ülkeye sokulmuş ve halk tarafından büyük ilgi görmüştür. Daha çok meşrutiyet ve hürriyet fikirleri gazetede savunulmuştur. Avrupa ve İstanbul gazetelerinden birçok makale ve haberler aktarılarak yorumlar yapılmıştır. Özellikle 63. sayıdan sonra doğrudan doğruya Âli Paşa ve hükumetini hedef almıştır. Gazete toplam 100 sayı yayınlanmıştır. (Bkz. M. Nuri İnuğur, Basın ve Yayın Tarihi, İstanbul 1982, s. 222-227).
20 Vakanuvis Ahmet Lütfi Efendi Tarihi, C. X, s. 42.
21 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Hariciye, MTV. Gömlek No: 9-10. (1913. 0. 0).
KAYNAKLAR
AHMET LÜTFİ EFENDİ (1988). Vak’anüvis Ahmet Lütfi Efendi Tarihi (Haz. Münir AKTEPE), Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Hariciye, MTV. Gömlek No: 9-10. (1913. 0. 0).
ERSOY Hamit (1999) “Batılılaşma Girişimleri ve Osmanlı Hariciye Nezaretinin Kuruluşu”, Osmanlı içinde; (Cilt VI) Ankara: Yeni Türkiye Yayınları; 264-271.
FINDLEY Carter V (1996). Kalemiyeden Mülkiyeye Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
HALACOĞLU Yusuf (1991). XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Hariciye Salnamesi, 1306, s. 62-64.
İNUĞUR M. Nuri (1982). Basın ve Yayın Tarihi, İstanbul: Çağlayan Basımevi.
KARAL Enver Ziya (1983). Osmanlı Tarihi; (Cilt VI) Ankara: Türk Tarih Kurumu.
KOÇU, Reşat Ekrem (1981). Osmanlı Padişahları, İstanbul: Ana Yayınevi.
LAMARTİNE Alphonse De (1991). (Çev: Serhat BAYRAM), Osmanlı Tarihi; (Cilt, II) İstanbul: Sabah Yayınları.
SANDER Oral (1993). Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, Ankara: İmge Kitabevi.
SANDER Oral (1993). Siyasi Tarih (İlkçağlardan-1918’e), Ankara: İmge Kitabevi.
SAVAŞ Ali İbrahim (1999). “Genel Hatlarıyla Osmanlı Diplomasisi”, Osmanlı içinde (Cilt I); Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. 643-657.
TÜRKGELDİ Ali Fuat (1987). Mesail-i Mühimme-i Siyasiyye (Haz: Bekir Sıtkı BAYKAL); (Cilt I) Ankara: Türk Tarih Kurumu.
UNAT Faik Reşit (1992). Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, Ankara: Türk Tarih Kurumu.
YERLİKAYA İlhan (1999) “Medyanın İktidar Üzerindeki Baskı ve Şantajlarına Basın Tarihinden Örnekler”, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Basın Tarihi Sempozyumu, Ankara.
Osmanlılarda Nişan ve Madalya
T. Nejat ERALP
Mimar Sinan Üniversitesi İstanbul Resim ve Heykel Müzesi / Türkiye
İnsan düşüncesi evrimi boyunca ödül ve ceza kavramlarını hep yan yana görmüştür. Bir yanda bir iş, oluş ve hareketin kişisel çaba ve gayretlerle başarıya ulaştırılması ve sonuçta bu başarının takdir ve beğeni ile karşılanması yani ödül alma veya ödüllendirilme, diğer yanda toplumsal kurallara aykırı davranış veya karşı koymanın karşılığı ceza alma ve cezalandırılma. Bir bakıma bu iki kavramı dünya düzeninin olgunlaştırılmasında dengeyi sağlayan en önemli faktörler arasında görmek mümkündür.
Ancak yaratılışının ve var oluşunun gereği, genel de sürekli en iyiye ve ilerlemeye yönelmiş olan insan; normalde ceza ve cezalandırılma kavramından olabildiğince uzaklaşma çabası içerisinde, ödül ve ödüllendirilme kavramı ile çoğu kez yaşamını dahi tehlikeye atmak pahasına inatçı bir yarışa girmiştir. Ödül almak ödülü hak etmek kaygısına dayalı bir yarışın uzay çağını aşmaya uğraşan günümüz insanının başarılarında elbette ki büyük payı vardır.
Ödüllendirmenin, tarihsel gelişim içerisinde sayılamayacak kadar çok çeşitli boyutları vardır. Aferin, bravo, yaşa gibi sözcüklerden; dokunma, okşama hareketlerine, general, gazi, şehit, şövalye, âlim, dehâ gibi unvanlara, halk arasında güç kuvvet ve başarıyı simgeleyen aslan, koç, boğa, deli gibi isim öncesi takılara, madalyalara ve nihayet konumuz olan nişanlara kadar hepsi ödül müessesesinin zengin malzemeleri olmuşlardır.
Nişan kelimesi; sözlük anlamı olarak iz, işaret, sembol, hedef gibi bir yeri, noktayı, nesneyi veya düşünceyi belirtir nitelikteki değer ölçüsü ya da belirlenen değerin anlatım şeklidir.
Evlilikte başlangıç işlemine verilen ad olan “nişan” ve bu işleme başlayanlar “nişanlı Kız”, “nişanlı Erkek”, kemankeşlerin oklarını düşürdükleri en uzak noktaya dikilen taşa verilen “nişantaşı” adı, Peygamberlerde tanrı tarafından verilen ve kutsal sayılan vücutlarındaki belirleyici iz “Nışân-ı Nübüvvet veya Nışân-ı Peygamberî”, atıcı ve ateşli silâhlar için kullanılan hedeflere verilen isim olarak “nişangâh”, insanların vücutlarında tanıtıcı olarak kabul edilen cilt, et ve kan benleri için kullanılan “Nişane” gibi deyim ve terimler “Nişan” kelimesinin değer belirleyici niteliği açısından verilebilecek örneklerden birkaçıdır.
Dünya genelinde, Nişan, devletlerin; devletin varlığı birliği, bütünlüğü ve gelişiminde üstün gayret, hizmet ve özveri ile çalışarak kişisel başarıya ulaşan ve bu başarısı ile toplumu üst düzeyde etkileyen kişilere verdiği nesnel bir semboldür. Bu sembolün verilmesindeki amaç bir yanda toplumun diğer bireylerini özendirerek aynı başarıya ulaşmaya teşvik edici bir mesaj verebilmektir. Ayrıca nişanların sayısal olarak bir, iki, üç, dört veya daha fazla beşinci, altıncı gibi sayısal derecelendirilmesi; yahut altın, gümüş, bronz gibi madensel değerlendirilmesi veya form ve şekil olarak, farklı biçimlerde verilmesi gösterilen başarıların mükemmel, çok iyi, iyi, orta gibi sınıflandırılmasını doğa sağlamıştır.
Ortaçağ da Batı dünyası tarafından kullanılmaya başlayan nişanın Türk dünyasındaki yeri, anlam olarak çok eskilere dayanmakla beraber, form ve şekil itibariyle günümüz anlayışındaki nişan XIX. yüzyılın ilk yarısında ihdas edilmiştir. XIX. yüzyıldan önceye baktığımızda eski Türk devletlerinde hakan veya hükümdarın bir bey veya komutana verdiği tuğ, hediye ettiği kılıç, hançer veya miğfer gibi savaş ve askerlikle ilgili objelerin de bir nişan hükmünde olduğu görülür.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk nişan III. Selim (1789-1807) Dönemi’nde ortaya çıkmıştır. Hüküm darın Abu Kır’da Fransız donanmasını yakan Amiral Nelson’a gönderdiği kıymetli taşlarla süslü çelenk ilk nişan olarak kabul edilebilir. Bunu yine aynı dönemde 1801’de çıkarılan Hîlâl nişanı izlemiş ve meşhur “Vak’a-ı Mısriye Madalyası” da bu tarihte çıkarılmıştır. nişanların resmi bir konum almaları ise II.
Mahmut (1808-1839) Dönemi’nde olmuştur. İlk nişan-ı iftihar çıkarılmış ve Alman Mareşali Helmuth von Moltke’den öğrendiğimize göre hükümdar kendisine bu nişanı huzurunda bir törenle vermiştir.
1839 da Abdülmecid’in hükümdar olmasından itibaren nişan, Osmanlı İmparatorluğu’nda artık iyice yerleşmiş, nişanlar nizamnameye bağlanarak beratları ile birlikte verilmeye başlanmıştır. nişan-ı İftihar, nişan-ı İmtiyaz, özellikle hükümdarın adını taşıyan Mecidi nişanı bu dönemin önemli nişanlarıdır. Oval bir formda yapılan nişan-ı İftihar, yedi kollu şualı bir yıldız formunda olan nişan-ı İmtiyaz, altın zemin üzerinde kıymetli taşlarla bezenmiş ve ortasında padişahın tuğrasını taşımaktadır. Mecidi nişanı ise beş dereceli olarak 1851 yılında çıkarılmıştır. Birinci ve ikinci derecedeki nişanlar şemselidir. Şemse; çap olarak nişandan daha büyük, göğsün sol tarafında, iğneli bir klips ile elbise üstüne takılan parçadır. Mecidi nişanlarının kılıçlı olanları da vardır ki bunlar savaşta üstün başarı gösterenlere verilmiştir. nişan ortasında kırmızı mine ordürlü, altın göbek parçası altına dıştan çapraz olarak konulmuş iki kılıç bulunmaktadır. Kırmızı mine bordür üzerinde bulunan dört küçük pafta üzerinde Hamiyet, Gayret, Sadakat kelimeleri ile çıkarılış tarihi olan 1268=1851 tarihi işlenmiştir. Ortadaki hafif bombeli altın bölümde ise padişahın tuğrası yer almaktadır.
Abdülaziz Dönemi’nde çıkarılanların en önemlisi ise “nişan-ı Osmani”dir. Dört dereceli olarak düzenlenmiş ve yalnızca birinci ve ikinci derecelerinde şemse verilmiştir. Araları motiflerle dolgulanmış uçlarında küçük birer kürecik bulunan yedi kollu yıldız formundadır. nişan üzerinde, kollarda ve orta bordürde yeşil, göbekte kırmızı mine kullanılmıştır. Kırmızı mine üzerinde “El müstenid’ü bi’ttevfikat el rabbâniye, melik-i devlet-i Osmaniye Abdülaziz Han” yazısı ile nişanın arkasında “Darphane-i Âmire” damgası vardır. nişan-ı Osmani’nin de birinci ve ikinci derecelerinin murassası vardır. Hattâ Sultan; Bursa’yı ziyaretinde Osman Gazi türbesine kıymetli taşlarla bezenmiş murassa nişanı bizzat kendisi takmıştır. nişanın şemsesi, nişandan büyük bir ayrıcalık gösterir. Şemse yedi kollu şualı bir güneş formundadır. Orta kısım nişan ile aynıdır. Mecidi Nişanı’nda olduğu gibi nişan-ı Osmani’ninde kılıçlı olanları vardır.
II. Abdülhamid (1876-1909) Dönemi’nde ise bu saydıklarımıza ilave olarak üç nişan görülmektedir. Bunlardan ilki 1876 yılında çıkarılan “Şefkat nişanı”dır. Bu nişan savaş zamanında ve tabii afetlerde (yangın, deprem, sel) ve barışta özveri ile çalışmış gayret ve üstün başarı göstermiş bayanlara verilmek üzere hazırlanmış olması yönünden büyük önem taşımaktadır. Üç dereceli olarak çıkarılan beş kollu yıldız formundaki nişanın yıldız kolları kırmızı mineli göbek bordürü ise “Hamiyet-Muavenet-İnsaniyet” yazılı üç paftalı yeşil minelidir. Ortada sultanın tuğrası yer almaktadır. İlk kadır ressamlarımızdan Mihri Müşfik Hanım yüzyılın başında dünya güzeli seçilen “Letta Asım” Hanım’ı resmederken sol göğsü üzerinde şefkat nişanını da göstermiştir.
Dostları ilə paylaş: |