Osmanlı-Rus Savaşı1



Yüklə 8,72 Mb.
səhifə67/193
tarix27.12.2018
ölçüsü8,72 Mb.
#87611
1   ...   63   64   65   66   67   68   69   70   ...   193
Bunun yanında General Mahmut Şevket Paşa’nın karşı devrimi bastırması Almanya açısından, Osmanlı Devleti’nde dengelerin tekrar düzelmeye başladığını gösterdi. Çünkü İstanbul’da Hareket ordusunun başarısı bir Alman zaferi ve bir İngiliz yenilgisi olarak değerlendirildi.31 Karşı devrimi, Alman subaylarının etkisinde yetişmiş olan ordu bastırmıştı ve devrimin hemen sonrasında Paris ve Londra’ya hayran sivil İttihatçılar safdışı edildiler. Artık yönetici ya da en azından kontrol mekanizması olarak askerî kanat da yönetimde kendini göstermeye adaydı. Ancak küçük rütbeli enerjik askerler direkt olarak -bazen etkili olsa da- en azından 1913 Bâbıâli Baskını’na kadar yönetimde hep geri planda kaldılar. Bu defa da büyük rütbeli askerler vitrine çıkmaya başladılar. Diğer taraftan 1910’da İttihatçıların Maliye Bakanı Cavit Bey’in kredi girişimleri, Fransız ve İngiliz politikacıları tarafından sabote edilince, Almanların işi kolaylaştı. Bu tavırlar, Almanya’dan nefret eden sivil İttihatçıları yumuşattı ve uluslararası ilişkilerde Almanya’yı saf dışı etmenin mümkün olmayacağını gösterdi.32

Osmanlı


Hükümeti’nin Malî

Zorlukları ve Dış Kredi

Arayışları (1910)

İttihatçılar, 1908 İhtilali’nden sonra imparatorluğun denetimini Avrupalıların elinden kurtarmak için mücadeleye giriştiler. Bunu gerçekleştirmek için, ekonomik ve idarî mekanizma başta olmak üzere devlet teşkilatlarının yeni baştan örgütlenmesi ve reforme edilmesi gerekiyordu. Bu yolla İttihatçılar, imparatorluğu güç duruma düşüren, siyasî ve malî bağımlılılığı artıran dış borçlardan kurtulabileceklerine inanıyorlardı.33 Ancak devrim sonrası giderlerin oldukça fahiş bir biçimde artması ve gerekli olan reform girişimlerinin de istenilen başarıyı gösterememesi, para ihtiyacını hat safhaya çıkarmıştı. Bu durumda kredi için yeniden Avrupa sermayesine başvurulması kaçınılmaz olmuştu. İttihatçılar, iyimser bir hava ile Avrupa sermayesinin eskiden olduğu gibi kendilerini destekleyeceğini ve ağır şartları içeren anlaşmalar ileri sürmeyeceklerini umuyorlardı.34 Ancak 1910’dan sonraki ortamda yeni borç anlaşmalarının şartlarının İttihatçıların ilkeleri doğrultusunda gitmeyeceği kısa sürede anlaşılacaktı.

1910’da hazırlanacak ilk modern bütçe taslağında, devletin kurumları arasındaki dengelerin kurulması amaçlanıyordu. Ancak ordunun iç siyasetteki ağırlığının devam etmesi ve her türlü reformun, ordunun onayına muhtaç olması, malî dengenin kurulamamasının önündeki en büyük engellerdi. İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde her an krizlerin baş gösterme olasılığı ve toprak parçalarının kaybedilmesi korkusu, ordunun ihmal edilmemesi gerektiğini de göstermişti. Karışıklıklar ve krizler, ordunun gücünü daha da artıran ve askerleri siyasete karışmaya iten en büyük kozdu.35

Böylece 1910’daki malî reform girişimleri, özellikle yeni bütçenin gelir ve gider dengesini kurabilecek realiteden ve temelden yoksun oluşu sebebiyle -buna devlet dairelerinin bütçelerinin dengelenmesi çalışmalarındaki başarısızlıklar da eklenirse- başarısızlığa mahkumdu.36 Şimdi gerek bütçe açığını kapatmak ve gerek yeni asgari yatırımlara fırsat hazırlamak için, yine eskiden olduğu gibi, Avrupa sermaye çevrelerine başvurmak kaçınılmaz olmuştu. Ancak şimdi acaba Avrupalı maliyecilerin vicdanı, yeni anayasalı sistemin hala devam eden balayında, Türk maliyesinin borçlanma sorununu çözmede gereken kolaylığı gösterebilecekler miydi?

Bu yeni dönemde, Avrupalı kapitalistler açısından, gerek Osmanlı Bankası ve gerekse Düyûn-ı Umûmiye gibi teşkilatların varlığı ve istenecek kredilere güvence teşkil etmeleri bile, açılacak yeni kredilere yeterli güvence sağlamıyordu. Diğer yandan Osmanlı Hükümeti’nin bu teşkilatlara karşı tavır alması,37 durumu daha da belirsizleştiriyordu. Türk maliyesi düzenlenmeliydi. Bunun yolu da, “Türkiye malî yönetiminin ve iş organizasyonunun uluslararası standartlara uygun hale yükselmesi, güvenirliliğinin artması ve bütçe açıklarının önlenmesi” idi. Bu amaca ulaşmak için Türkiye’deki yeni rejimin bütün eksikliği “para, organizasyon ve eğitilmiş insan” idi.38 Her ne şekilde olursa olsun, 1910’dan sonra da Türk hükümetlerinin, yeni dış kredilere ihtiyacı olduğu kesindi. Bu isteklerini Avrupa’dan sağlamaktan başka şansları da yoktu. Bu amaçla çok istemekle beraber İttihatçılar, zamanla Osmanlı ülkesinde bir emperyalizm aracı haline gelmiş olan Avrupalı temel teşebbüslere bir süre daha katlanmak zorunda olduklarını anlamakta gecikmediler.

1910 başlarından itibaren Türkiye’nin yeni bir borç anlaşmasına karar vermesi, Avrupa malî çevrelerinde yankılandı. Ancak İttihatçılar, bu defa yeni dış borçları gerçekleştirirken, devletin bazı temel kaynaklarını kullanarak, malî nüfuz aracı olan Düyûn-ı Umûmiye’nin güvencesine gerek duymak istemiyorlardı. Şimdi İttihatçılara göre, anayasalı dönem, eski rejimin bütün suis-

timallerini ortadan kaldıracak ve devlet yönetiminde bütçe dışında hiçbir şey harcanmayacaktı. Yeni dönemin maliye bakanları için tek bir yol vardı. Yeni bir borç anlaşması ile bütçedeki açığı kapatmak ve malî ezikliğe son vererek, Avrupa Büyük Güçleriyanında prestij kazanmak.39

Maliye Bakanı Cavit Bey, 1909/1910 bütçesi görüşmelerinde Mebusan Meclisi’ndeki bir oturumda yaptığı konuşmada, bütçe açığının en üst düzeye çıktığını, Avrupa’dan yeni büyük bir borç anlaşmasının yapılmasınının kaçınılmaz olduğunu açıklıyordu.40 Ancak bu defa Düyûn-ı Umûmiye İdaresi’nin kefilliği olmaksızın. Artık bu kuruluşun daha fazla Türk maliye sistemi ile oynamasına izin verilmeyecekti.41 Maliye bakanına göre, İttihatçıların iktidarında Avrupa’dan istenecek olan sadece para idi yoksa başka birşey değil. Öyleyse yeni kredi görüşmelerinde, artık yabancı sermayenin bütün olumsuz istekleri kabul edilmeyecekti.

1910 yaz aylarına doğru Cavit Bey, yeni bir kredi anlaşması için, görüşmelerde bulunmak üzere Paris’e gitti. Fransa doğal bir seçimdi. Çünkü Osmanlı malî sistemi büyük ölçüde Fransız nüfuzu altında idi.42 Ancak Fransa’nın yeni bir kredi açmaya hiç niyeti yoktu. Hatta İttihatçıların maliye üzerindeki Fransız nüfuzunu azaltma teşebbüslerinden kuşku duyuyordu. Bu sebeple Fransız Dışişleri Bakanı Pichon, bütün Avrupalı hükümetlerin, İttihatçılara imparatorluk içinde yabancı sermayeye karşı düşmanlık beslemelerinin kendi zararlarına olacaklarını anlatılması gerektiğini vurguluyordu.43

1910 başında Pichon, Osmanlı Hükümeti’ne, Türkler’in ancak imparatorluk içinde Fransız finansmanının ağır basmasına izin verdikleri sürece, Fransa’dan para almaya devam edebileceklerini kesin olarak bildirmeye karar vermişti.44 Pichon’un ileri sürdüğü söylenen şartların en önemlisi ve dikkate değer olanı, “Osmanlı Hükümeti’nin; Osmanlı maliye sisteminin, bir Fransız danışman tarafından yönetilmesini kabul etmedikçe, Fransız bankerlerin, Türkiye’ye kesinlikle borç para vermeyecekleri” şeklinde olanı idi.45 Bu tarz ifadelerin söylenti olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Fransa’nın bu tutumunu ve Türk maliyesi üzerindeki tahakkümcü bir kontrole hazırlandığını ve arzuladığı malî kontrole ulaşmak için de, Türkiye’nin kredi ihtiyacının en hat safhaya ulaştığı bir zamanı gözlediğini “çok gizli” şifresiyle İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Lowther, Dışişleri Bakanı Grey’e şöyle yazıyordu:46 “Fransızların tutumunun ne olabileceği konusunda işittiklerim benim tahmin ettiklerimden pek farklı değil. Fransız bankerler, yapılacak görüşmelerde Cavit Bey’i oyalayıp yıl sonuna kadar para vermemek niyetindeler. Böylelikle, hem malî sıkıntı, hem de gereken meblağ artmış olacak. O zaman da Fransızlar istedikleri koşulları ve bu arada en fazla değer verdikleri imtiyazları koparabilecekler.”

Fransız Hükümeti ve Osmanlı Bankası’nın yeni bir kredi sağlama karşılığında Türk malî sistemini tamamen ele geçirmeye yönelik ileri sürdükleri ağır koşullar, Cavit Bey tarafından reddedildi.47 Ona göre, uzun süreden beridir dost görünen güçlerin, şimdi Türk milli onurunu küçük düşürmesine ve hakaret etmesine kesinlikle izin verilemezdi.48

Cavit Bey, Fransa hariciyesinin engellemesi sonucu, Osmanlı Bankası’nın başını çektiği resmi gruptan bir kredi sağlayamayınca, rotasını, Fransız özel sermaye gruplarına çevirdi. 29 Ağustos 1910’da bazı basın kuruluşlarında Türk Maliye Bakanı’nın Paris’te bir kredi anlaşması imzaladığı yazıldı.49 Ancak Fransız hükümetinin engellemesi ile bu kredi hayata geçirilemedi.50 Çünkü Fransız siyasi aktörleri, bu kredinin kağıtlarının Paris borsasında tedavül etmesine izin vermedi.

Diğer yandan Cavit Bey, Paris’te borç konusundaki görüşmelerini sürdürürken, Temmuz ayında Londra ve Berlin’e -oralardan borç sağlanıp sağlanamayacağını araştırmak için- görevliler göndermişti. İngiltere’deki Sir Ernest Cassel’den hayli ümitli olan Cavit Bey, eğer Fransa sermaye çevrelerinden kredi sağlamada başarısız olunursa, Cassel’in bankası olan National Bank of Turkey’den bir kredi anlaşması yapılabileceğini umuyordu. Ancak Dışişleri Bakanları Fransız Pichon ile İngiliz Grey aralarında anlaşmış olduklarından, böyle bir borcun İngiliz sermaye çevrelerinden gerçekleşmesi de mümkün olmadı.51 Bu arada Almanlar, eğer Türkler, Fransa’dan bir kredi almada başarısız olurlarsa gereken her türlü yardımı yapmaya hazır olduklarını açıklıyorlardı. Çünkü Almanya, bu kredi görüşmelerinde Türkiye’ye karşı, Fransa’nın takındığı tavrı diplomatları vasıtasıyla iyi yorumluyordu. Marschall, Fransa’nın; rakiplerine, Türk maliyesi üzerinde uluslararası bir kontrol mekanizması oluşturmak istediği imajı vermekle birlikte, asıl amacının Türk maliyesi üzerinde tek başına malî kontrol kurmak istediğini ifade ediyordu.52

Cavit Bey, Fransa ve İngiltere’nin bir kredi için, kabul edilemez şartlarını reddettikten sonra, yine Temmuz sonları 1910’da Almanya’dan bir kredinin sağlanıp sağlanamayacağını görmek için Berlin’e gelmişti. Burada Gewinner ile Bağdat demiryolundan başlayarak Cassel’in tutumu ile ilgili olmak üzere her konuda görüşme yaptılar. Gewinner’e göre, bu gezi bakan için iyi bir moral oldu. Gewinner ile Cavit Bey, Berlin’de bazı önemli sermaye gruplarını da ziyaret ettiler.53 Sonuçta Fransa ve İngil-

tere’nin ters tavrı, Alman politikacı ve sermaye çevrelerinin işini kolaylaştırdı. Kredi için Alman diplomatlar ve sermayedarlar devreye girdi. Bu yolla, Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki eski nüfuzlarını tekrar kurmaya çalıştılar. İttihatçılar da, Fransa ve İngilizlerin tavırlarını daha açık algılama fırsatı buldular ve Almanyasız olamayacağını anladılar. 11 milyon Osmanlı Lirası değerinde bu kredi anlaşması, Deutsche Bank ve Bleichröder müesssesinin öncülüğünde 31 sermaye grubunu temsil eden K. Helfferich ile Cavit Bey arasında, 07 Kasım 1910’da İstanbul’da imzalandı.54 Kredinin 7 milyonu 1910 içinde, geri kalan 4 milyonu ise 1911’de verilecekti.55

Türkiye ile 1910 borç görüşmeleri boşa çıktıktan sonra Fransa Dışişleri Bakanlığı, bu malî operasyonla Almanya’nın İstanbul’daki siyasî prestijini artırdığını gördü.56 Çünkü ekonominin bir ülkedeki güçlü fonksiyonu, siyasi arenada da güce aracılık ediyordu. Bu amaçla Fransa, Türkiye ile ilişkilerini düzeltmek için, yeniden çaba içine girmeye çoktan hazırdı. Ancak bunun için daha bir süre beklemeye mecburdu. Sonuçta Osmanlı Hükümeti, Fransızların vereceği ağır şartları içeren bir krediyi almaktansa, fakirliğin getireceği ölüme çoktan razı olmuştu. Çünkü devrim öncesi Genç Türklerin bir baba koruyuculuğunda gördükleri Fransa’nın, beklenmedik emperyalist istekleri, İttihatçıları bu ülkeden uzaklaştırmıştı. Bu dönemde Almanya’nın sağladığı kredi ve Türkiye’nin gittikçe Üçlü İttifaka kayışı, Alman müsteşarının dediği gibi, Fransız para pazarının nüfuzunun yalnızca tesirli olduğunu, fakat mutlak sınırsız olmadığını gösterdi.57 Diğer yandan tereddütsüz bu krediyi sağlayan Alman kapitalistlerinin ve onları destekleyen Alman diplomasisinin Türkiye’de nüfuzunun nasıl arttığını Cavit Bey -Cavit Bey’in eskiden beridir İngiliz ve Fransız taraftarı ve Alman aleyhtarı bir rotada politika yaptığı biliniyordu- bile şöyle yazıyordu:58 “Bu vesile ile Almanlar olaya büyük bir anlayışla el atmasını bilmişlerdir. Bu arada borçtan yararlanarak doğrudan doğruya ya da dolaylı bir şekilde herhangi bir imtiyaz talebinde bulunmadıkları gibi Türkiye’nin şerefine halel getirecek bir davranıştan da çekinmişlerdi. Hükümet çok güç bir durumda iken Almanların böyle anlayışlı davranışının nasıl derin bir minnetle karşılandığı ise açıktır.”

Trablusgarb, Balkan Savaşları ve Alman Etkisi (1911-14)

1908 devrimi sonrası, Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından ilhak edilmesi, Bulgaristan’ın da bağımsızlığını ilan edip imparatorluktan ayrılması ile başlayan krizler dönemi geçtikten sonra, 1911’den sonra sorunlar, Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika ve Balkanlar’daki son toprak parçalarına yöneldi. 1910 yılında Türkiye bir taraftan Balkanlar’da ve ülkenin diğer bölgelerindeki isyan ve terörizm hareketleri ile mücadele vermeyi sürdürürken,59 diğer taraftan malî sorunlarını çözmek için Avrupa sermayesi ile yeni kredi görüşmelerine başlıyordu. 1911 yılından sonraki ortamda dünya dış politikası, Trablusgarb ve Balkan savaşları ile, 1914’teki büyük savaşın provasını yapmakla geçirdi.

Özellikle 1910’dan itibaren yeniden Alman politikasına yönelen İstanbul yönetimi, Almanya’dan hem istediği koşullarda bir kredi sağlamış, hem de deniz kuvvetlerini güçlendirecek iki gemi satın almaya yönelmişti.60 Fransa Hükümeti ise, 1908’den sonraki parlak nüfuzunu 1910’dan sonraki yeni ortamda Türkiye’de bulamadı.61 Diğer yandan Türkiye’nin Balkanlar’daki karışık durumlar sebebiyle, Balkan devletleri ile girişilecek bir savaşta etkisiz duruma düşmemek için, ordu ve donanma harcamalarına ağırlık vermesi de, gözden kaçmıyordu.62 Bununla birlikte İttihatçıların, Balkan devletlerinin bir savaş eğilimine girmelerini engellemek için, bazı askerî ittifak girişimlerine yönelmesi de.63

Avusturya-Macaristan Dışişleri Bakanı Graf Ährenthal tarafından Türkiye’nin Üçlü İttifakla anlaşmak için, bir girişimin başlangıcı olarak değerlendirildi. Zira Marschall da, Osmanlı İmparatorluğu’nun eninde sonunda Yunanistan ile bir savaşa gireceğini tahmin ederek, Balkan Savaşlarının ilk haberlerini, daha 1910 yılının sonlarında veriyordu.64



1910’larda İngiliz-Rus menfaat işbirliğinin gittikçe belirginleşmesi, sadece İttihatçıların tepkisiyle karşılaşmadı, aynı zamanda bütün Müslüman dünyasını ciddi bir endişe ve heyecana sevk etti.65 Nitekim 1910 yılı içindeki her türlü siyasi ve ekonomik girişim ve anlaşma zeminleri, 1911-14 arasındaki krizlerin artması ve bir savaş kulvarına girilmesinin alt yapısını hazırlamıştır. 1911 yılı, Osmanlı Devleti üzerinde Avrupa ve Balkan devletlerinin yeni emperyalist isteklerinin gündeme geldiği bir yıl oldu. 1911 Mart ayından itibaren Arnavutluk’ta ortaya çıkan yeni isyan hareketleri66 ve bir Osmanlı-Karadağ savaşı tehlikesi.67 Türkleri zor durumda bıraktı. Bu karışıklıklar zamanla Makedonya’ya da sıçradı. Bölgeyi Bulgarlar başta olmak üzere gözü olan diğer Balkan devletleri de hep birlikte karıştırıyor ve kendilerine bağlı çeteleri destekliyorlardı. Bu dönemde Makedonya’daki ayrılıkçı gizli komiteler birbirleriyle çatışmadan uzaklaşarak anlaşmaya vardılar ve Osmanlı Devleti’nden ayrılık çalışmalarını hızlandırdılar. Bu çalışmalar gitgide türlü Balkan uluslarının birbirleriyle boğuşması ve çatışması biçiminden çıkarak, Osmanlı Devleti’ne ve ona bağlı kurumlar ile Türklere karşı gelişti.68
Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, Osmanlı Devleti’nin en önemli dış sorunlardan birisi, Trablusgarb ve Bingazi’de İtalya ile başlayan savaştır. 1911 yılında İstanbul’da (ve İslam dünyasında) en fazla nefret edilen devlet, Yunanistan’dan daha fazla İtalya idi.69 İtalya, kendi topraklarına çok yakın ve Akdeniz’de önemli bir konuma sahip olan, Trablusgarb ve Bingazi’yi koloniyal istekleri doğrultusunda ele geçirmek için, fırsat kolluyordu. Olayın Türkler açısından önemi ise başka idi. Eğer Osmanlı Hükümeti, bir dış politika hatası ile Müslüman tebaasının yaşadığı bu toprak parçalarını kaybederse, hem anayasalı rejimi prestij kaybeder hem de diğer Balkan ve Arap uluslarına karşı bir örnek teşkil edebilirdi.70 İtalya 28 Eylül 1911’de Osmanlı Hükümeti’ne verdiği ültimatomdan bir gün sonra savaş açtı.71 05 Kasım’da Trablusgarb ve Bingazi vilayetlerini ülkesine ilhak ettiğini bildirdi. Bu ilhak Bâbıâli tarafından şiddetle protesto edildi. İtalya, savaşın başlarında Trablusgarb ve Bingazi’de önemli bir ilerleme kaydedemedi ve ancak kıyılarda tutunabildi.72 Barış arayışları devam ederken, İtalyan donanması 18 Nisan 1912’de Çanakkale Boğazı’na bir baskın yaptı73 ve Mayıs 1912’de de 12 Ada’yı işgal etti.74 Trablusgarb Savaşı devam ederken Türkiye’nin Balkanlar’daki durumu çok karışık ve zor bir duruma geldiğinden Osmanlı Hükümeti, şiddetle barışa ihtiyacı olduğunu gördü. Balkan devletlerinin birbirleriyle ittifaklar yapmaya başlaması, Balkanlarda bir kriz ve savaşın kaçınılmaz olduğunu gösteriyordu. Kuzey Afrika ve Balkanlar’da iki cephe arasında kalan Osmanlı Hükümeti, başkente daha yakın bölgeler ile ilgilenme pahasına, İtalya ile barış görüşmelerini başlattı. 15.10.1912’de imzalanan Uschi (Lozan) Barış Anlaşması ile75 Osmanlı Hükümeti, Trablusgarb ve Bingazi’yi resmen terk etti. Bu barış, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika’daki son toprak parçasını da kaybettiğini resmen onaylıyordu.

Birinci Dünya Savaşı öncesi, Osmanlı Devleti’nin en krizli bölgelerinden birisi de Makedonya ile birlikte Balkanlar’daki bazı alanlardı. Berlin Barışı’yla bir güç haline gelmeye çalışan küçük Balkan devletleri kısa süre sonra, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklanmaya ve bölgeyi karıştırmaya başladılar.76 Sultan II. Abdülhamid’in, Balkan devletlerinin Osmanlılara karşı yapabilecekleri ittifaklarını uzun süre engellemesi77 ve onlar arasındaki problemleri, devletlerarası rekabette iyi kullanması, Balkanlar üzerinde savaşın çıkmasını uzun süre engellemişti. Bununla birlikte 1905’ten sonra Rusya’nın tekrar Balkanlara yönelmesi.78 Avrupa Türkiyesi’ndeki eski karışıklık ve düzensizliklerin yeniden ortaya çıkmasını kolaylaştırdı.79 Osmanlı Devleti’nin Balkan devletleri arasındaki ittifaklar karşısındaki tutumu, hatalarla doludur. Çünkü İttihatçı politikacılar, Balkanlar’da kısa vadede herhangi bir savaşa ihtimal vermiyorlardı.80 Bununla da kalmayıp bölgedeki iyi eğitilmiş ve tecrübeli askerlerinin de bir kısmını terhis ettiler.81 Buna mukabil Makedonya’da ise komitacılar, her geçen gün tedhiş hareketlerini artırdılar.82

Balkan savaşları ile Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’daki son toprak parçalarını da kaybetti.83 Balkan devletlerinin ordularının Osmanlı merkez sınırlarına doğru kayması ve İstanbul’un tehdit altına girmesi de, ilerideki yeni kriz ve büyük bunalımların başlangıcı oldu. Savaştan önce Büyük Güçlerin “Balkanlar’daki status quonun değişmeyeceği”84 güvencesi de doğru çıkmadı.

Balkan savaşlarından sonra İttihatçılar, Osmanlı ordusuna düzen vermek için Almanya’nın yardımına yeniden ihtiyaç duydular ve Almanya’dan hem askerî heyet istediler85 hem de Alman firmalarına önemli ölçüde silah siparişleri verdiler.86 Diğer taraftan İttihatçılar, eskiden olduğu gibi İngiltere ile bir ittifak anlaşması yapıp, Üçlü İtilaf Blokuna girmek için bütün şartları denediler,87 ancak başaramadılar.88 Buna mukabil ünlü militarist Enver Paşa’nın ihtirasları ve daha da önemlisi olayların İttihatçıları sınırlaması sonucunda Osmanlı İmparatorluğu’nun daha sonraki süreçte yer alacağı blok belirginleşti.

Sonuçta İttihatçılar, alternatiflerinin de kalmaması sonucunda 02 Ağustos 1914’te Almanya ile bir askerî ittifak anlaşması yaparak, resmen Üçlü İttifak’a katıldılar.89 Bunun anlamı Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya’nın da yer aldığı bu blokla birlikte, Birinci Dünya Savaşı’na resmen katılması demekti.

Sonuç


Osmanlı Devleti ile Almanya arasındaki ilişkilerin temeli, 19. yüzyılın sonlarında başlamış ve Birinci Dünya Savaşı’nda iki devletin çöküşü ile sonuçlanmıştır. Sultan II. Abdülhamid döneminde ilişkilerin gelişme süreci en üst safhada olmasına rağmen, devletin kontrolünü sağlayan nispeten Osmanlı Sultanı olmuştur. 1908 Genç Türk Devrimi’nden sonraki süreçte ise, 1910 yılına kadar, devlet üzerinde Alman nüfuzu yerini İngiliz ve Fransız etkisine terk etmiştir. 1910’dan itibaren eskiden en azından sivil İttihatçıların nefretle baktığı Almanya, tekrar müttefik olmuştur. 1911’den sonraki siyasi olaylar imparatorluğun çöküşünü hızlandırmış, İttihatçılar’ın çözüm üretememeleri, yıkılışı daha da kolaylaştırmıştır.

1908 ile 1914 arasındaki iç ve dış olayları yorumlamak ve siyasi çizgiyi tespit etmek oldukça zordur. Çünkü yönetim sivillerin elinde olsa da, gerektiğinde ve karar verdiklerinde her halde askerler yönetimde söz sahibi olmuşlardır. Devlet idaresinde yer alan İttihatçı ya da İtilafçı kabineler, dış politik eğilimlerini belirlerken-ke-

sin İngilizci ve Almancılar hariç -oldukça zorlanmış, olayların ve dış diplomasilerin oynadıkları role göre, hareket alanlarını belirlemişlerdir. Ancak en azından 1908 ile 1910 arasında İngiliz parlamentarizminin etkisi söz konusu olsa da, 1910’dan sonra özellikle İttihatçı askerlerde Alman militarizminin etkileri en üst düzeyde kendini hissettirmiştir. Özellikle Balkan savaşlarına kadar, devlet yönetiminde doğrudan rol oynayan siyasi unsurlar ve aktörler devletin kontrolünü tamamen kaybetmemiş, kimi zaman Büyük Güçlerin diplomatlarını sınırlayabilmişlerdir. Ancak Balkanların elden çıkması ve düşman ordularının Edirne’ye dayanması, devletin askerî unsurlarını daha aktif hale getirmiş, bu da Birinci Cihan Harbi’ne Osmanlı ordularının katılmasını kolaylaştırmıştır. Dahası Balkan savaşlarından sonra çöken Osmanlı ordularını reorganize etmek işi Almanlara düşünce, Türklerin İttifak blokunda yer almasının önündeki engeller de ortadan kalkmıştır. 02 Ağustos 1914 askerî ittifakı, aslında alternatiflerin ortadan kalkmasının ve devleti apar topar tekrar diriltme düşüncesinin bir sonucudur. Biraz hayalperest bir yaklaşım olduğu da kesindir. Öte yandan Osmanlı Devleti’nin Birinci Büyük Savaş’ta tarafsız kalmasının gerektiği biçimindeki bazı yorumlara rağmen, Yakın Doğu ve Osmanlı ülkesi üzerinde Büyük Güçlerin ve bilhassa İngiliz ve Rus emperyalizminin çıkarları, -ve nüfuz bölgelerinin kesinleşmesi- böyle bir tarafsızlığa fırsat verebilecek realiteden yoksun görünmektedir.
DİPNOTLAR
1 T. Wilhelm von Kampen, Studien zur deutschen Türkeipolitik in der Zeit Wilhelms II., Kiel 1968, s. 1 vd. Karşılaştırınız Friedrich Dahlhaus, Möglichkeiten und Grenzen auswärtiger Kultur-und Pressepolitik. Dargestellt am Beispiel der deutsch-türkischen Beziehungen 1914-18, Frankfurt am Main, Bern, New York, Paris 1990, s. 78 vd.

2 Almanya’nın endüstriyel gelişmesi için bakınız, Gustav Stolper, Deutsche Wirtschaft seit 1870, Tübingen 1964; Theodor Schieder, “Nationalismus und Nationalstaat”, Studien zum nationalen Problem in Modernen Europa, (Yayınlayanlar: Otto Dann ve Ulrich Wehler), Frankfurt am Main 1990.

3 Robert-Hermann Tenbrock, Geschichte Deutschlands, München 1968, 2. baskı, s. 213.

4 İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İstanbul 1983, s. 18-19. Karşılaştırınız Ernst Engelberg, Bismarck. Das Reich in der Mitte Europas, Berlin 1993, s. 280-292.

5 İ. Ortaylı, aynı eser, s. 14.

6 Gregor Schöllgen, Imperialismus und Gleichgewicht. Deutschland, England und die orientalische Frage 1871-1914, München 1984, s. 3.

7 Hüseyin Salihoğlu, Alman Kültür Tarihi, İstanbul 1993, s. 164, dipnot 1.

8 II. Abdülhamid’in dış politikası için bakınız Cevdet Küçük, “II. Abdülhamid’in Dış Politikası”, II. Abdülhamid ve Dönemi Semineri Bildirileri, 02 Mayıs 1992, İstanbul 1992, s. 19-25.

9 Şevket Pamuk, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Yabancı Sermaye: Sektörlere ve Sermayeyi İhraç Eden Ülkelere Göre Dağılımı, 1854-1914”, ODTÜ Gelişme Dergisi-Türkiye İktisat Tarihi Özel Sayısı, 1978 Özel Sayı, s. 131-162.

10 Murat Özyüksel, Osmanlı-Alman İlişkilerinin Gelişim Sürecinde Anadolu ve Bağdat Demiryolları, İstanbul 1988, s. 232.

11 Türk-Alman askeri ilişkileri için bakınız Yehuda Wallach, Bir Askeri Yardımın Anatomisi, (Çev.: Fahri Çeliker), Ankara 1977.

12 Mim Kemal Öke, Sultan II. Abdülhamid’in diplomasisini bir “özgür siyaset gütme arayışı” olarak tanımlamaktadır. Karşılaştırınız, Mim Kemal Öke, “Son Dönem Osmanlı İmparatorluğu”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul 1989, cilt 12, s. 217. Karşılaştırınız, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivi, (Bonn), (Bundan sonra PA, AA şeklinde gösterilecektir), Deutschland 127, no. 7, 25 Kasım 1908. Ayrıca bakınız Sultan Abdülhamid, Siyasî Hatıratım, İstanbul 1987, 5. baskı, s. 139.


Yüklə 8,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   63   64   65   66   67   68   69   70   ...   193




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin