Osmanli devletiNİn ruhu


TANZİMAT FERMANI (yeniden yapılanma) NEDEN İLAN EDİLMİŞTİR



Yüklə 0,81 Mb.
səhifə20/31
tarix27.07.2018
ölçüsü0,81 Mb.
#60282
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   31

TANZİMAT FERMANI (yeniden yapılanma) NEDEN İLAN EDİLMİŞTİR

Karpat’la devam ediyoruz:


Osmanlı Devleti’nin toplumsal yapısı, her toplumda olduğu gibi, daha devletin kuruluş anından itibaren değişmeye başlamıştır. Fakat bu değişmeler III.Selim ve II.Mahmut’tan sonra eskiden olduğu gibi iç kuvvetlerin yanında dış kuvvetlerin de etkisiyle yeni bir nitelik, hız ve yön kazanmıştır. Eskiden kendi ekseni etrafında dönerek değişen Osmanlı toplumu, ondokuzuncu yüzyılda, dünya ekonomik sisteminin içine yavaş yavaş katılmıştır (giriş şartlarını kendisi tayin ederek değil, sistemin siyasi baskısı nedeniyle kısmen ona tabi olarak). Tanzimat reformları olarak bilinen modernleşme çabaları dünyadaki bu ekonomik çerçeve içine girmek ve onunla uyum sağlamak çabalarıdır”..
III.Selim’in (1789-1807) ve II.Mahmut’un (1808-1839) çabaları, ayanların ve cemaat liderleri de dahil olmak üzere diğer asi unsurların gücünü kırmayı ve giderek daha karmaşık hale gelen bir toplumun beklentilerini tatmin edecek bir hükümet sistemi yaratmayı amaçlamıştı. Ama zaman içinde, sosyal ve kültürel bütünlükten ve ideolojik birlikten yoksun bir modern merkezi hükümet biçimi ortaya çıkmıştır. Osmanlıların geçmiş uygulamaları bağlamında merkeziyetçilik-yani hükümetin o ana kadar ilgi alanı dışında kalan bir dizi yeni görevler ve sorumluluklar üstlenmesi- bütün cemaatlerin işlerine karışmak anlamına geliyordu. Bu müdahale Osmanlı yönetiminin en önemli ilkesini zayıflattı: Bu, bazı dini etnik grupların o ana kadar yararlandıkları kısmi özerklikti. İşte, değişen bütün bu koşullara cevap verebilmek için yapılan bir girişimdir Tanzimat (yeniden yapılanma) Fermanı![1]..
Yani, Tanzimat Fermanı ile yapılmaya çalışılan “reformlar”, değişen maddi gerçekliğe-toplumsal yapıya-uygun olarak üst yapının yeniden düzenlenmesi çabasından ibarettir. Bu noktanın altını çiziyoruz. Bu demektir ki, önce, hayatın içinde, maddi gerçeklik-toplumsal yapı-değişiyor. Ve öyle oluyor ki, yeni toplumsal gerçeklik artık eski üst yapıya ilişkin kurum ve kuralların içine sığamaz hale geliyor. Bunu, “minarenin artık kılıfına sığamaz hale gelmesi” metaforuna da benzetebiliriz! Yani ancak süreç bu noktaya geldiği zamandır ki insanlar durumun kesin olarak farkına varıyorlar, meydana gelen yeni yapıya ilişkin yeni bilinç ancak o andan itibaren değişimin olmazsa olmaz itici gücü haline geliyor (bilinç hep geriden geliyor). Kısacası, “devrimci Osmanlı Devleti”, ya da, “ilerici padişah” II.Mahmut (ve onun “reformcu” kadrosu) istediği için olmuyor değişim! Maddi gerçeklikte meydana gelen değişim aşağıdan yukarıya doğru eski düzeni-üst yapıyı- temsil edenleri zorladığı içindir ki onlar da mecbur kalıyorlar minareye yeni bir kılıf dikmeye! İşte Tanzimat dikilen bu yeni kılıftır. Burada devrimci-ilerici olan ise, kılıfı dikenler değil, o kılıfın dikilmesini onlara dayatan objektif ve sübjektif şartlardır-yani üretici güçlerin gelişmesidir...
Ancak Tanzimat öyle bir kılıftır ki, onun üretici güçlerin geldiği yeni duruma uygun basit bir üst yapı düzenlemesi olmanın ötesinde bir anlamı vardır. Tarihimizde, II.Mahmut’la birlikte başlayan yeni sürecin-kırılma noktasının- üst yapıdaki tescili de olur o aynı zamanda.. Çünkü, işin içinde, sürece atif olarak müdahale eden ve onu kendi istediği yöne doğru manipule eden bir Devlet instanzı vardır burada. “Siz değişim mi istiyordunuz” demektedir Devlet, “alın size değişim” der! Ve bütün bir değişim potansiyelini, süreci saptırarak kendi istediği yöne kanalize etmek için kullanır! Aşağıdan yukarıya doğru gelişerek kendi kaderini kendisi tayin etmek isteyen Müslüman orta sınıfa ve halka, “size ne oluyor, siz durun hele şurada, sizin başınızda ben varım, ben gerekeni yapacağım” diyerek onları bir yerde kenara iterken, kendini kurtarmak için batılı olmaya karar verdiğinden, batılı ülkelere ve onların içerdeki işbirlikçilerine de, “durun bir dakika, ben de artık sizlerdenim, herşey sizin istediğiniz gibi olacak” demeye getirir lafı! Çünkü bu şekilde “batılılaşarak” kendini kurtarabileceğini düşünmektedir o!
Dikkat edelim, ortada bir gerçek var, ki o da “ayanlar”! Öyle olmuş ki, her eyalet bir “ayanlık” haline gelmiş. Bu öyle laf değil. Osmanlı’nın değişen maddi yapısının sonucu. Feodal özerk bölgeler bunlar. Devlet ise bu beladan kendini kurtarmak istiyor. Bunun da yolunu merkezileşmekte görüyor! Nasıl yapacaktı Devlet bunu? Soru bu!
Devlet, bakıyor etrafına, dost kim düşman kim, önce bunu tesbit ediyor. Baş düşman “ayanlar” diyor. Sonra da, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ diyerek, bu mantık içinde, Batılı devletlerle ve ayanların zulmünden rahatsız olan diğer orta sınıf unsurlarıyla, ve de tabi halkla işbirliği yapmasının kaçınılmaz olduğunu görüyor. Tanzimat Fermanı’nın altında yatan gerçek budur işte. Burada Devlet aslında gericidir. Üretici güçlerin gelişmesi onun eski düzenini bozmuş-işlemez hale getirmiştir. O da ne yapıyor, bir adım öne geçerek mevcut duruma uygun yeni bir üst yapı dizayn ederek, sanki değişimi kendisi örgütlüyormuş intibaını veriyor. Devlet için önemli olan yaşamı devam ettirme mücadelesinde ayakta kalabilmektir; o, bunun için değişen çevre koşularına uygun olarak kendini yeniden üretiyor-biçim, kılık değiştiriyor. Çünkü, değişen maddi gerçeklik henüz daha topyekün bir nitelik değişimini zorunlu hale getirecek boyutlarda değildir. Devlete varolan zemin üzerinde manevra yapabilme kabiliyetini veren de budur zaten. Ne dış, ne de iç dinamik henüz daha Osmanlı’da topyekün bir burjuva devrimi için olgunlaşmış durumda değildir. Herşeyden önce batılı devletler hazır değildir daha böyle birşeye! Daha sonra göreceğiz, 1876’da Anayasa ilan edildiği zaman Osmanlı sanıyordu ki batılı devletler ve Rusya bundan çok memnun olacaklar! Ama hiçte öyle olmadığını görünce epeyce şaşırmıştı Devlet! Batılı devletlerin ve Rusya’nın amacı belirli bir denge politikası içinde adım adım Osmanlıyı paylaşmaktı. Osmanlının “modernleşerek güçlenmesi” ise ancak onların bu politikalarının içinde bir anlam kazanıyordu!
Tanzimat’ın hedeflerine ve daha sonra izlenen politikalara gelince: En başta, ülke içinde ve dışında merkezi hükümetin otoritesini yeniden tesis etmek gerekiyordu; bir dizi yeni sorumluluğu üstlenecek işlevsel bir hükümet kurmak; sosyal yapı içindeki faaliyetleri düzenlemek, uyumlu hale getirmek ve çatışmaları çözmek; bütün grupların, kitlelerin can ve mal güvenliğini sağlamak ve zaman içinde, üst gruplara karşı onların desteğine dayanmak (ayanlar ve eski ordu şefleri dahil); daha liberal bir ekonomi politikası benimsemekti. Bu hedeflere ulaşmak için izlenecek yollar ise şöyle sıralanıyordu: Ekonomik açıdan tümüyle merkezi mali sisteme bağlı yeni bir bürokrasi ve ordu; gerekli personeli eğitmek için yeni bir okullar ve hukuk sisteminin oluşturulmasını sağlayacak bir dizi yeni ekonomik ve sosyal önlemler ve düzenlemeler”[1]..
Bu paragrafın içinde herşey var aslında! “Hükümet otoritesinin yeniden tesisinden” bahsediliyor burada. Otoriteyi bozan kimdi peki? Başta ayanlar, feodal beyler! O halde, hükümet otoritesini tesis için ilk yapılması gereken de onların belini kırmak olacaktı. Sonra deniyor ki, “herkesin can ve mal güvenliği sağlanmalıdır”. Bunun için de, can ve mal güvenliğini tehdit eden bu “üst gruplara”, yani ayanlara karşı “desteğe ihtiyacım var” diyordu Devlet.
Ferman’da vaat edilen yaşam ve mal güvencesi, aslında ayanlara karşı verilen mücadelede halk kitlelerinin tahtı ve bürokrasiyi desteklemelerini sağlamaya yönelikti”[1]..
Burada iki önemli nokta var. Birincisi şu: Devlet-II.Mahmut- ayanlara karşı savaş ilan ederek “müsaderelere” (onların mallarını-mülklerini devletleştirmeye) girişince, bu arada, hızını alamayarak orta boy ayanlara da indirmişti darbeyi. Ama sonra bakıyor ki olmuyor, orta sınıf olmadan vergisini bile toplayamıyor Devlet, bu sefer tutuyor politika değiştirmeye çalışıyor. Tanzimat Fermanı, aslında bir yerde de II.Mahmut’un bu, “yıktın perdeyi eyledin viran” politikasının sonuçlarını düzenleme çabasıdır da. Bununla Devlet, geride kalan orta sınıfa diyordu ki, “benim için siyasi bir tehlike haline gelmediğiniz müddetçe istediğinizi yapabilirsiniz. Nedir amacınız, mal-mülk sahibi olmak, zenginleşmek mi buyurun, ama bir tek şartla, haddinizi bilmeniz şartıyla. Siz bu sınırların içinde kalırsanız ben de size dokunmayacağımı garanti ediyorum”. Halka da diyordu ki Devlet, “bundan sonra öyle cemaat özerkliği altında yaşamakmış falan yok. Özgürlük özgürlük diye başımın beynimin etini yiyordunuz alın size özgürlük. Herkes birey olacak bundan sonra, yani herkes sadece Devlete bağlı “eşit” Osmanlı vatandaşı olacak. Yeni düzen bu. Bu düzenin işlemesi için de önce beni desteklemeniz lazım”. Ve de tabi, bütün bir eğitim sisteminin de bundan böyle bu yeni düzenin işlemesi için kadro yetiştirmeye yönelmesi gerekiyordu. Ferman’la bunu da ilan etmiş oluyordu Devlet. Devlet kademelerinde yükselmek, kariyer yapmak isteyenler bundan böyle bu yola girmek zorundadır diyordu.
“Fakat 1839’dan sonra uygulanan bu politikalar birleştirici olacağı yerde, Hristiyan ve Müslüman grupları çoğunluklar ve azınlıklar olarak değişime uğratarak onların ulusal uyanışlarının başlamasına ve zaman içinde ulus haline gelmelerine neden oldu. Aslında, Tanzimat reformlarıyla izlenen merkezileştirme politikası tek ve birleşik bir Osmanlı ulusu yaratma yolları aramak için başlatılmıştı, fakat Türkler ve Araplar da dahil olmak üzere bütün etnik ve dini grupların ulusal uyanışının başlamasıyla sona erdi”.
“Tanzimat Fermanı “eşitlik” prensibini benimseyerek gayrımüslimlerin Müslümanlarla “eşit “ olduğundan yola çıkıyordu. Bu prensip, esasen İngiltere, Fransa ve Avusturya temsilcilerince hazırlanıp, yürürlüğe konmak üzere Osmanlı hükümetine verilmiş olan 1856 İslahat Fermanı’nda daha da ayrıntılandırılmıştı. Neredeyse yalnızca Hristiyan nüfusla ilgilenen bu Ferman, aslında Avrupa güçlerinin garantörlüğü altında bu gruba imtiyazlı bir statü yaratmıştı..Osmanlı Devleti’ne uygulandığında Tanzimat’ın “eşitliği” Hristiyanları merkezileşmenin idari etkilerinden koruyarak, kendi kültürel ve dini özelliklerini korumalarını mümkün kıldı ve bu arada da merkezi idare tarafından tesis edilmiş olan ticari büyüme ve Avrupa’yla ilişkilerin yarattığı ekonomik fırsatlardan azami derecede faydalanmalarını sağladı”..
“Osmanlıcılık fikri, yani modern vatandaş anlamındaki bütün tebaaya eşit yasal statü verilmesi anlayışı, Tanzimat döneminde Osmanlı devlet adamlarının bütünlüğü sağlamak için düşündükleri ilkelerin en önemlilerinden biriydi. Fakat gerçek yasa aslında Müslüman olmayan tebaanın konsolosluk yardımı ile yabancı vatandaşlığa geçmelerini engellemek için alınmış bir önlemdi”.
Hristiyanlara tanınan özel haklar ve koruma önlemleri toplumsal ilerleme ve gelişme açısından onlara yepyeni yollar açtı. Sultan II.Mahmut’un katı tedbirleri genel olarak onları etkilemedi, çünkü bunlar aslında çoğunlukla nüfusun Müslüman kesimine ilişkindi. Onlar-yani gayrımüslimler- kapitalist döneme toplumsal ve kültürel bütün-lükleri hemen hemen hiç bozulmamış olarak girdiler. Geleneksel kurumlarını ve adetlerini, yükselen yeni kapitalist ilişkilerden faydalanarak arzuladıkları herhangi bir şeyi elde etmek için, duruma adapte etme özgürlüğüne sahiptiler. Bu esnada Müslümanlar ise, geçmişte pek de hayranlık duymadıkları ve en sonunda da, Hristiyanlar zenginleşirken kendilerine büyük maddi yarar sağlamadığını gördükleri kültürel modellere intibak etmek için toplumsal ve siyasi kurumlarının ruhunu ve arkalarındaki felsefeyi derinden geğiştirme külfetiyle karşı karşıya kaldılar”..
Müslümanların hakim durumda olduğu yegane alan hükümet hizmetiydi. Daha önce de belirtildiği gibi, yönetici sınıfa girmek için İslami inanç ön koşuldu. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar Müslümanlar için siyasi güç onların özel omazsa olmazıydı ve Müslüman olmayan ticaret ve meslek gruplarının giderek artan ekonomik gücüne karşı esas dengeleyici unsur durumundaydı”[1]..
Osmanlının-Devletin niyeti herkesi “eşit” Osmanlı vatandaşı yaparak aradaki özerk yapıları ortadan kaldırmak, bu şekilde, Devleti merkezileştirerek bozulan düzeni yeniden tesis edebilmekti. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı ve tam tersi sonuçlar ortaya çıktı, neden? Çünkü, evet, eski özerk yapılar (millet sistemi, feodal ayanlıklar vb.) Devletin merkeziyetçiliğini engelliyordu. Devlet, gücü bunlarla paylaşmak zorunda kalıyordu. Ama, bunun karşılığında da bu yapılar insanların önünde, onları birarada tutan birer barajdı-bağ’dı. Daha önce, ‘aynı apartmanın-binanın içinde oturupta sadece merdivenlerden inip çıkarken biribirleriyle karşılaşan’ (bunun dışında herkesin kendi özerk dünyasında yaşadığı) bir insanlar topluluğuydu Osmanlı. Şimdi ise, aradaki duvarlar kalkıyor, herkes birarada yaşamaya başlıyordu!. Peki nasıl olacaktı bu? Osmanlı diyordu ki, “bundan böyle Osmanlı vatandaşı olacaksınız hepiniz”, yani, ortak bir Osmanlı üst kimliği altında “eşitleneceksiniz”. Ama içi boş bir kavamdı bu “Osmanlı vatandaşlığı”!. Çünkü, Osmanlı Devletinde o dönemde henüz daha bütün insanları birleştirecek, onlara “Osmanlı vatandaşlığı” gibi ortak bir üst kimlik verecek bir üretim ilişkileri sistemi gelişmemişti. Yani, antika bir yapı olan Devlet istedi diye insanlar onun “eşit” vatandaşları olmazlardı! Bunun için, onların-insanların belirli bir üretim faaliyeti içinde eşitlenerek yoğurulmaları gerekirdi. Ancak bu durumdadır ki, bir Rumla bir Türk, ya da Ermeni arasındaki “farklar” ortadan kalkabilirdi. Çünkü ancak, işçi, ya da işveren-burjuva olmaktır ki (ya da tabi, ortak üretim faaliyeti içinde işin bir ucundan tutuyor olmaktır ki) insanlar arasındaki etnik-dini-bilinç dışı kültürel farklılıkları (bu farklılıklardan kaynaklanan bilinç dışı alt kimlikleri) etkisiz hale getirebilirdi. Osmanlı’da ise, böyle herkesi birleştirici bir üretim süreci-faaliyeti olmadığı için, aradaki o antika duvarlar kalkınca, bu sefer onların yerine insanların sahip oldukları kültürel farklılıkları temel alan kültürel duvarlar-kimlikler ön plana çıktı; yani, dışardaki duvarların yerini bu kez de insanların kafalarındaki duvarlar aldı. Ve ne oldu, daha önce, hayatın içinde pek karşılaşmadıkları için fazla bir önemi olmayan insanlar arasındaki bilinç dışı-kültürel faktörler öne çıktı, ve insanlar bu kez Rum, Ermeni, Müslüman vb gibi alt kimlikleriyle farklı unsurlar haline gelmiş olarak biribirleriyle temasa geldiler. Ki bu da onların ayrışmalarına neden oldu. Bunun siyasi bir muhteva kazanması ise daha sonraki adım olacaktır. Bu durumda onları Osmanlı sistemi içnde bir arada tutan bir özellik-bağ kalmıyordu artık ortada. Onlar da, etnik-dini kimliklerini temel alarak kendi başlarının çaresine bakmaya çalıştılar. Aslında tabi bütün bu işlerin sorumlusu Osmanlı falan değildi. Bu süreç önce, bilinç dışı olarak hayatın içinde ortaya çıkmıştı. İç ve dış dinamiklerin gelişmesinin o döneme özgü bir sonucuydu bu. En sonunda olan ise, daha en başından itibaren adım adım gelişerek ortaya çıkan oldu..
“Geçmişte Osmanlı Devleti’nde bütün halklar, toprak ve mallar padişahın malı sayılırdı. Padişah, patrikler de dahil olmak üzere temsilcilerine yetki vererek otoritesini uygulatır, böylece fert ile hükümet arasında doğrudan bir sürtüşme engellenmiş olurdu. 1839 Fermanı ise, kuramsal olarak fertle devlet arasında, fertlerin Osmanlı Devleti’nin vatandaşı statüsünde olmalarından doğan hakları ve yükümlülüklerine dayanan yeni ve doğrudan bir ilişki oluşturdu. Kuramsal olarak dini ve etnik sınırların üstünde olmayı sağlayan Osmanlı vatandaşlığı, çeşitli etnik, linguistik ve dini cemaatleri hükümetten tecrit etmekle kalmayıp, onları karşılıklı etkileşimler ve baskılardan koruyan dini ve kültürel konulardaki öz yönetim özelliklerinden de mahrum etti. Milletlerin topluluk statüleri ve çeşitli grupların bu şekilde ayrımı sona erince, Osmanlı İmparator-luğun’ndaki dini ve etnik grupların birbirleri karşısındaki durumları sayısal güçleri esas alınarak belirlenmeye başlandı. Bu durumda ise, er ya da geç çoğunluk görüşlerinin hakim duruma geçeceği ve çoğunluğun kültürel özellikleri ile amaçlarının hükümetin kendi özellikleri haline geleceği aşikardı”.
“Aslında, hükümet otoritesinin genişlemesinin nedeni hükümetin Hristiyan tebaalarının özgürlüklerini kısıtlamak istemesinden kaynaklanmıyordu. Bunun nedeni, merkeziyetçi üniter hükümet kavramıyla ‘millet’lerin muhafaza etmeye çalıştıkları özerklik fikri arasındaki kaçınılmaz uyumsuzluktu. Gayrımüslim halk, kendisini (sağlayacağı faydalardan yararlanmak için) Osmanlı yasalarına uymak ile, kendilerine eski ‘milletler sistemi’ altında verilmiş olan ayrıcalıkları muhafaza etme isteği arasında ne yapacağını bilemez bir konumda buldu. Sonuçta, kendilerine eski millet sisteminde tanınmış olan ayrıcalıkları konu ederek Osmanlı hükümetinin haklarını ve özgürlüklerini ihlal ettiğinden yakınmakta tereddüt etmediler ve Avrupa devletlerinin de desteğiyle, vatandaş olarak uymak zorunda oldukları yasa hükümlerinden ve sorumluluklarından sık sık kaçmayı başardılar. Müslümanlar ise, himayesine girecek kimseleri olmadığı için, içinde bulundukları kötü koşullardan Hristiyanları ve Avrupa devletlerini suçlamaya başladılar. Bunun neticesinde ortaya çıkan hoşnutsuzluklar da Müslümanlar ile gayrımüslimler arasında dini çatışmalar haline dönüştü”.
Daha önceki açıklamardan da anlaşılacağı gibi, Osmanlı yönetici eliti her şeyin üstünde bir güçtü. Bunlara göre, Devlet öyle belirli bir etnik grubu, ya da dini falan temsil etmiyordu. Yani, bir Türk, ya da Müslüman devleti değildi Osmanlı Devleti. Nevi şahsına münhasır bir İbni Haldun Devleti idi o. Ama, Tanzimat’la birlikte, Osmanlı vatandaşlığı zemininde bir yeniden yapılanma olayı gündeme oturunca işler değişti. Müslümanlar’la gayrımüslimler arasındaki makas açılmaya başladı.
Eskiden, gayrımüslimleri koruyan-millet sistemi denilen- özerk bir zırh vardı ortada. Bu yüzden de din, ya da etnisiteye bağlı çoğunluk-azınlık gibi kavramların pratik olarak hiç bir önemi-anlamı yoktu. Ama şimdi bu zırh ortadan kalkmıştı artık. Müslüman olsun gayrımüslim olsun herkes Devlet’in karşısında çırılçıplaktı-“eşitti”- Ki bu da, kaçınılmaz olarak, dinsel ve etnik olarak benzer özelliklere sahip insanlar arasında belirli gruplaşmalara neden oluyordu. Devlet, yeni düzenlemelerle güya gayrımüslimleri kayırıyor, onlara ayrıcalıklar tanıyordu; ama öte yandan onlar da memnun değillerdi bu yeni durumdan! Çünkü yeni durumla birlikte artık azınlık statüsüne düşüyorlardı. Bu yüzden de kaybettikleri eski özerk statülerini-zırhı-arıyorlardı! Ancak, diğer yandan da, o zırhı daha önce onların kendileri çıkarmışlardı sırtlarından! Bu nedenle, kafaları karışıktı ve çözümü Osmanlı Devleti’ni suçlamakta buluyorlardı!. Aslında sadece “eşitlik” yetmiyordu onlara, aynı zamanda özerk de olmalıydılar. Bu ise, “eşitliğe” ve tek bir Osmanlı üst kimliğine sahip olarak vatandaşlık ilkesine-en azından bundan Devletin anladığı “merkezi Devlet” anlayışına-ters düşüyordu!
Gayrımüslim vatandaşlarını bir türlü memnun edemeyen Devlet de çaresizdi. Bir yanda içerdeki huzursuzluklar, diğer yanda da gayrımüslimlerin arkasında onların hamisi durumunda olan batılı devletlerin ve Rusya’nın homurtuları, bitmek bilmeyen istekleri..Bu durum karşısında Osmanlı yönetici eliti-bir tür kendini koruma refleksiyle-yavaş yavaş Müslümanlara doğru yaklaşmaya başladı. Kendini herşeyin üstünde gören Devlet Müslüman olduğunu hatırlamaya başlıyordu sanki!. Daha sonra göreceğimiz gibi aynı süreç ona ilerde Türk olduğunu da hatırlatacaktır!..
Sonuç olarak, gayrımüslimler yavaş yavaş Devlet’ten kopma süreci içine girerlerken, Müslümanlar da kendilerini yavaş yavaş Devlet’le özdeşleştirmeye başladılar ve toplumda özel bir yönetici statüsü-konumu talep ettiler. Ki bu da tabi Devlet’in Müslüman olmayanlara ayrım yaptığı ve kötü muamele ettiği suçlamalarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı!.. Kendi kendisini üreten-tüketen bir kısır döngüydü bu..
Bu arada bir diğer ilginç nokta da şudur: “Geleneksel özerkliklerinden ve işlevlerinden mahrum kalan “milletlerin” eskiden kalma yapıları da durumdan şikayetçiydi. Çünkü artık Osmanlı Devleti onları kendi izlediği Osmanlılaştırma politikasının önündeki bir engel olarak görüyordu. Öte yandan, gayrımüslim aydınlar da onları (yani eski millet yapılanmalarını) laik-etnik kültürün ve ulusal bilinçlenmenin doğuşunu geciktirmekle suçluyorlardı. Böylece, çelişkili olmakla birlikte, Müslüman olmayan gruplaların daha ilerici kesimleri kendilerini eski millet sistemine karşı Osmanlı hükümetiyle işbirliği içinde buldular”[1].
Çok ilginç değil mi! Devlet, yaşamı devam ettirme mücadelesinin kendisine dayattığı bir zorunluluk olarak kabuk değiştirmeye başladıkça, bu süreç onu eski kabukların-yapının-içindeki (eskiden kalma) unsurlarla karşı karşıya getiriyor. Yeni süreç içinde Devlet’in en yakın dostu ise, onun can düşmanı olan milliyetçi-ayrılıkçı yeni orta sınıf unsurları oluyor!..İşte diyalektik budur! İlerleme denilen şey, daima varolan maddi gerçekliğin kendi diyalektik inkârcısını yaratmasıyla-kendini inkâr etmesiyle-gerçekleşiyor..
Şöyle özetleyelim: Reformlar, bireyler, hükümet ve milletler arasında yeni ilişkiler yaratmıştı. Bu yeni ilişkiler de, hükümete bağlı tebaalara (sadakat ve birlik içinde olmaları kaydıyla) olabildiğince haklar, özgürlükler ve hizmetler sağlayacak, onların kültürel, politik ve ideolojik beklentilerine cevap verecekti. Ancak bu yeni ilişkiler düzeninin yeni bir yapısal çerçeveye de ihtiyacı vardı. Ki bu da Batı Avrupa’dan alınan “ulus-devlet” modeli oldu. Öyle ki, bu model, tarihsel deneyimleri ile politik kültürleri dikkate alınmadan liderleri tarafından bütün Osmanlı halklarına dayatıldı. “Birbirine benzer diller konuşan her etnik grup-Sırp, Rum, Bulgar ve daha sonra da Türk-kendilerine başkaları tarafından önerilen belli bir toprak parçası üzerinde toplandılar ve kendi başlarına bu işe girişmiş olan ‘ulusal’ liderlerinin seçtiği ulusal kimliği kabul etmek zorunda bırakıldılar”[1].
Karpat burada iç dinamiği reddetmiyor şüphesiz. Dış etkenin altını çizmek istiyor. Ulus devlet modelinin kitlelere, hepsi de Batı’da eğitim görmüş ve belirli bir ideolojik süzgeçten geçmiş liderleri tarafından, tarihsel gelişim özellikleri dikkate alınmadan adeta dayatıldığını söylüyor.

Yüklə 0,81 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin