kaynaklandığı, bir Sünnilik-Şiilik mücadelesi olmadığı ve Safevi Devleti'nin Şiiliği,
Osmanlı Devleti'nin de Sünniliği bir siyasal araç olarak kullandığı ortaya çıkıyor. Ama
bu mücadele aslında bir mezhep mücadelesi olmasa bile, sonuç itibariyle yine de Şii
propaganda Osmanlı topraklarına Sünniliğe karşıt başka bir İslam yorumunu taşımış
ve iki kesim arasında (bugün dahi devam eden) inanç ayrılığına dayalı bir
münaferetin doğmasına da yol açmıştı.55
İşte, ister siyasi amaçlardan dolayı, ister bu belirtilen sebep veya her ikisinin
yüzünden olsun, Osmanlı merkezi yönetimi, Şii Safevi devletini İslam'dan sapmış,
dolayısıyla küfre saplanmış olarak görüyor, onu sapkın (heretik) anlamını yüklediği
Rafızî terimiyle nitelendiriyordu. Bununla da yetinmiyor, daha da ileri gidip onu kâfir
ilan ederek gayrimüslim devletlerle aynı konumda değerlendiriyordu. Ne var ki, iş bu
kadarla da kalmamış, bu mücadelenin şiddeti içeriye de yansıyarak, Safevi
propagandası sonucu Osmanlı hâkimiyetini artık tanımaz olan önemli bir yerleşik ve
konar-göçer halk kesimi, Rafızî ve Kızılbaş adı altında, bundan böyle Sünni Osmanlı
iktidarının içerdeki hasmı durumuna düşmüştü. Böylece, İslam'ı kabul ettikleri
tarihlerden bu yana Türk tarihinde ilk defa Anadolu'nun Müslüman Türkler'i Sünni ve
Kızılbaş (Alevi) olmak üzere, birbirine muarız iki kesime bölünmüş oluyordu.
Osmanlı-Safevi mücadelesi, Osmanlı merkezi yönetiminin gözünde, yalnız dahildeki
halkın değil, bundan böyle Müslüman dünyanın da Sünni ve Rafızî olarak ikiye
bölünmüş bir biçimde algılanmasına ve dış siyasetini ona göre düzenlemesine yol
açtı. Artık Osmanlı merkezi yönetimi, tıpkı 11. yüzyılda Büyük Selçuklu Devleti'nin
yaptığı gibi, kendini bundan böyle Rafızî akımların ortadan kaldırılmasına ve
Sünniliğin güçlendirilmesine adayacaktı.
IV. OSMANLI RESMİ İDEOLOJİSİNİN TEMEL KARAKTERİSTİKLERİ
Buraya kadar ana unsurları ve temel kavramlarıyla mümkün mertebe özetleyip
tartışmaya çalıştığımız Osmanlı resmi ideolojisi ve bunun oluşturduğu düzen göz
önüne alındığında, Osmanlı Devlet düzeninin yapısal özelliklerini ve temel
karakteristiklerini belli ölçüde tespit edebilmek, böylece niçin birtakım muhalefet
çevrelerinin oluştuğunu, bunların niçin merkezi yönetime karşı çıktıklarını
anlayabilmek mümkün olabilecektir kanaatindeyiz. Fakat şunu hemen belirtelim ki, bu
özellikler ve karakteristiklerin yüzde yüz anlamında tarihi olaylara uygun olduğunu
iddia edebilmekten uzağız. Daha başlarda söylediğimiz gibi, Osmanlı resmi
ideolojisinin kullandığı bazı kavramları, o zaman anlaşıldığı gibi anlayabilme
konusunda bugün ne ölçüde isabet kaydettiğimizi kendimize sormalıyız. Ayrıca
ideoloji gibi soyut bir kavramın zaten çok kaygan bir biçimde dışa yansıyan
görüntülerini bizim bugün ne kadar doğru algılayabildiğimizi düşünmemiz gerektiğini,
ister istemez bunları kendi anlayışımız doğrultusunda yorumlama yoluna gittiğimizi de
hiçbir zaman unutmamalıyız. Bununla beraber, bütün bunlar, söylenebilecek olanların
tarihsel olguya ve gerçeğe uzak olduğu anlamına da gelmemelidir.
Osmanlı resmi ideolojisi ve buna dayalı düzen daha ilk bakışta iki mühim karakteristik
ortaya koyar: A) Koyu bir merkeziyetçi devletçilik, B) dinsellik.
A) Merkeziyetçi Devletçilik
Osmanlı resmi ideolojisi, görülebildiği kadarıyla koyu bir merkeziyetçi ve devletçi
karakter yansıtır. Hatta tarihte Emeviler'den bu yana İslam devletleri içinde hiçbirinin
Osmanlılar'daki kadar merkeziyetçi ve devletçi bir yapı arzettiği söylenemez. Bunun
belki en mühim göstergelerinden biri, güçlü İslami kimliğine rağmen Osmanlı
Devleti'nin İslam'a, bünyesindeki farklı etnik ve dini cemaatleri bütünleştirici bir rol
biçmemiş olmasıdır. Aksine, o bu bütünleştirici rolü, "vergi vermek suretiyle
kendisinin siyasal hâkimiyet ve otoritesini tanıma ve boyun eğme" faktörüne
yüklemiştir. Osmanlı Devleti kendisini, işte bu faktörün bir arada tuttuğu etnik-dini
cemaatler (millet sistemi) arasındaki farklılıkları koruyan ve teminat altına alan bir
konuma yerleştirir. Buna rağmen cemaatler arasındaki ilişkileri düzenleyici değil,
kontrol edici bir tutum takınır. Bu sebeple de kendisini yalnızca Müslüman tebaanın
temsilcisi olarak değil, işte bütün bu etnik ve dini farklılıkların üstünde ve kesişme
noktasında, hepsinin temsilcisi olarak görür. Meşhur "Osmanlı" teriminin ihtiva ettiği
tipik Osmanlı kimliğinin anlamı burada belirginleşir. Bu anlayışın tabii bir sonucu
olarak Osmanlı Devleti kendisini Devlet-i İslamiyye diye değil, Dev-let-i Aliyye-i
Osmaniyye (veya bunun kısaltılmışı olan Devlet-i Aliyye) diye isimlendirmiştir. Uzun
yüzyıllar boyunca bütün diplomatik belgelerde kullanılan tâbir budur.
İşte bu yüzden Osmanlı Devleti bütün İslami kimliğine rağmen, kurduğu düzenin
yürüyebilmesi için merkeziyetçi devlet ruhunu egemen kılmıştır. Onun bu karakteristik
vasfı, aslında kendisinin de geleneklerinin vârisi bulunduğu klasik İslam devlet
anlayışından değil, Türk kökeninden (belki biraz da Bizans etkisinden) gelmektedir.
Bu özelliği dolayısıyla Osmanlı resmi ideolojisinde devletin bekası her şeyin üstünde
ve her şeyden
önce gelir. Bu o kadar güçlü bir motivasyondur ki, bizzat hanedanın da üstündedir.
Devletin bekası ve nizam-ı âlem için hanedan mensuplarının feda edilmesinden
kaçınılmayan bir düzende, devlete muhalif yapılanmalara, oluşumlara asla
müsamaha edilmeyeceği çok açıktır. Bu oluşumlar en ağır biçimde, ölümle
cezalandırılır ve ortadan kaldırılmaları için en şiddetli yöntemlere başvurulur. Bu
noktada Osmanlı merkezi iktidarı, hiçbir engel tanımaz.
Bu koyu merkeziyetçi devletçi karakter, çok tabii olarak mevcut düzene de
yansımıştır. Nitekim Osmanlı Devleti'nde yönetenler ile yönetilenler, klasik İslam
devletlerinin hiçbirinde rastlanmadığı kadar açık ve belirgin hatlarla birbirinden
ayrılmış ve kesin statülere kavuşturulmuştur. Bu statüler, en alt kademesinden en
üstüne varıncaya kadar tipik bir askeri bürokrasi (burecıucrcıtie müitaire) tarafından
kendi sistemi içinde oldukça rasyonel bir teşkilatlanmaya tâbi tutulmuştur.
B) Dinsellik
Burada şunu hemen belirtelim ki, Osmanlı resmi ideolojisinin ikinci tipik karakteristiği
olan dinsellik, daha önce de işaret edildiği üzere, dinin apayrı, siyasi iktidar ve
hâkimiyetten bağımsız, iyi örgütlenmiş bir alana sahip olduğu bir dinsellik değildir.
Tâbir caizse bu, devletçi bir dinselliktir.
Osmanlı resmi ideolojisinin bu karakteristiğinin, en fazla belirginleştiği birinci alan,
cihad ve gaza konusundadır. Osmanlı sultanlarının kullandıkları mücahidlik ve gazilik
unvanları hem Doğulu ve Batılı hükümdarlara yollanan name-i hümayunlarda,
fetihnamelerde, hem de yaptırdıkları mimari eserlerde özellikle ve gösterişle
vurgulanır.
İkinci alan ise, resmi ideolojiye ve onun yapılandırdığı düzene karşı oluşan muhalefet
çevrelerine karşı yöneltilen ithamlardır. Bu ithamlar, koyu bir Sünnilik anlayışında
temellendirilir. Suçlamalarda da sürekli dinsel kavramlara atıflar ve vurgular vardır.
Böylece bu çevrelerin en zayıf yerlerinden vurulup Osmanlı toplumsal düzeni içinde
toplum dışılıkları veya başka bir ifadeyle "daire dışı"lıkları özellikle öne çıkarılır ve
mahkûmiyetleri gerekçelendirilir. Devlet böylece hem kendini bu çevrelere karşı
kamuoyu nazarında meşru bir konumda savunmuş, hem de onları mahkûm etmiş
olarak amacına ulaşır.
105
İKİNCİ BÖLÜM
OSMANLI TOPLUMUNDA
ZINDIK VE MÜLHİDLERİN
TOPLUMSAL VE İDEOLOJİK TABANI
106
I. OSMANLI YÜKSEK ULEMA SINIFI: İÇ YAPI, BİLİMSEL ZİHNİYET, BÜROKRATİK
FONKSİYONLAR VE SOSYAL STATÜ AÇISINDAN GENEL BAKIŞ (14.-17.
YÜZYILLAR)
Ele aldığımız dönem boyunca ortaya çıkan zendeka ve ilhad hareketlerinin bir
bölümü, Osmanlı başkentindeki ulema kesimiyle ilgilidir. Ulema içindeki bu
hareketlerin bir kısmı, İslami inanç ve esasların belli ölçüde materyalist açıdan
yorumlanması veya gerçek bir ateizm şeklinde göründüğü gibi, bir kısmı da başka
dinlerle İslam arasında bir senkretizm şeklinde ortaya çıkıyor. Ulemanın, Osmanlı
tarihinin belki en ilginç toplumsal kesimlerinden birini teşkil etmesi itibariyle, bu
kesimde meydana gelen her türlü sosyal hareketin gerek merkezi yapıyı, gerekse
kamuoyunu her zaman yakından etkileyen biçimler aldığını hatırdan çıkarmamak
gerekir. Dönemin entelektüel çevrelerinin önemli bir kesimi, hiç şüphe yok ki
ulemadan oluşmaktadır.
Uzun yüzyıllar büyük bir imparatorluğun ideolojisinin oluşturulmasında,
teşkilatlanmasında ve yönetiminde, kültürünün üretilmesinde en önemli rollerden
birini, belki de birincisini oynamış bulunan bu sınıfın geleneksel köklerinin, toplumsal
bünyedeki ve devlet yapısındaki yerinin ve fonksiyonlarının, siyasi ve bürokratik
konumunun, ilişki ağlarının kav-ranmasıyla, Osmanlı uleması içinde meydana gelen
zındıklık ve mülhidlik olaylarının anlaşılmasının çok yakından ilgili olduğuna şüphe
yoktur. Bu sebeple bu amaca yönelik bir genel bakış, Osmanlı toplumunda, bizi
ilgilendiren dönemde, ulema sının içindeki zendeka ve ilhad olaylarının mey-
dana geliş sebeplerini ve mahiyetlerini açıkça görebilmemizi önemli ölçüde
kolaylaştıracaktır.
Böyle bir genel bakış yapıldığında hemen dikkati çeken nokta, Osmanlı
İmparatorluğu'nda ulemanın, eski Müslüman devletlerdeki ulemadan temelde farklı
bir konumda olduğudur. Bu imparatorluğun toplumsal yapısı içinde ulema (ehl-i ilim),
askerler (ehl-i seyf), bürokratlar (ehl-i kalem) ve nihayet ehl-i ziraat ve ehl-i hiref
denilen çiftçi, tüccar ve esnafla birlikte, Osmanlı toplumsal piramidinin erkân-ı erbaa,
denilen dört ana rüknünden birini meydana getirir. Bilindiği gibi Osmanlı resmi
terminolojisinde ulema mesleği silk-i ilmiye, tarîk-i ilmiye terimleriyle ve buna mensup
olanlar ulema diye anılır. Gerçekten ulemanın, Osmanlı toplumunun klasik yapısı
içinde başlı başına bir sınıf teşkil ettiğini söylemek, özellikle bu tabakanın genel
karakteristikleri göz önüne alındığında, hiç de mübalağalı sayılmamalıdır.
Osmanlı İmparatorluğu'nda ulemanın bu sınıfsal konumunun, 15. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren, Fatih Sultan Mehmed'in merkeziyetçi politikasıyla çok yakından
bağlantısı vardır. Daha doğrusu, belirtilen dönemde ulema bu konuma oturtulmuştur.
Osmanlı uleması esas itibariyle İslam tarihinin ortaya çıkardığı bu sınıfın, Şii
ulemanın aksine, tam anlamıyla devlete eklemlenmiş şekliyle en son gelişim
aşamasını temsil eder.
İslam tarihinde bir ulema zümresinin ortaya çıkışı, aslında yaklaşık olarak Emevi
devrinin (661-750) ortalarından itibaren gözlemlenebilir. Teorik olarak İslam'da bir
ruhban (rahipler) sınıfının olmadığı, Peygam-ber'den nakledilen "İslam'da ruhbanlık
yoktur" (Lâ rahbâniyyete fi'l-Is-lam) hadisine dayanılarak hep söylenegelmiştir. Fakat
pratikte bunun pek de böyle olmadığım görmek zor değildir. Zira diğer kitaplı
dinlerdeki statüsünün tam anlamıyla bir benzeri olmasa da, yaklaşık 8. yüzyıldan
itibaren İslam dünyasında, İslam ülkelerinin genişlemesi ve İslam toplumlarının
büyüyüp çeşitlenip karmaşıklaşması sonucu beliren ihtiyaçlar karşısında, dini
emirlerin, kuralların yorumlanması, halka açıklanması ve bazı meselelerde karar ve
hüküm mercii olma konusunda uzmanlaşmış bir zümrenin teşekkülü er geç zorunlu
hale gelecekti, nitekim öyle de oldu. Bu sebeple, bu zümrenin toplumsal yapı içinde
yavaş yavaş belirli bir statü oluşturarak bir sınıf haline geldiğini, tarihsel bir gerçeğin
ifadesi olarak görmemiz gerekir.1 Özellikle Şii İran'da ulemanın, Sünni ulemadan çok
daha önce, 9. yüzyıldan itibaren bu belirtilen fonksiyonları yüklenerek tam anlamıyla
ruhani yetkilere ve otoriteye sahip bir çeşit ruhban sınıfı oluşturduğu söylenebilir.2
Ancak İslam dünyasında bir ruhban sınıfı özelliğini gösteren yalnız ulema değildir.
Ulema bu sınıfın bir kesimini teşkil eder; diğer kesimini ise sûfiler (denişler ve
şeyhler) oluşturur ki bu, özellikle İslam toplumlarının, bu arada Osmanlı sosyal
tarihinin derinlemesine tahliline ihtiyaç gösteren apayrı bir konusudur.
Arapça âlim kelimesinin çoğulu olan "ulema"nın, bilhassa Peygamber zamanından
itibaren, Kur'an-ı Kerim'i, hadis denilen Peygamber'in sözlerini, dolayısıyla İslam'ın
prensiplerini anlayıp anlatabilecek, yorumlayabilecek niteliklere sahip olan kişiler için
kullanıldığı, münhasıran Emevi devrinin sonlarıyla Abbasi devrinin ilk yüzyıllarından
itibaren de, ilerleyen zaman boyunca, tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm gibi dini bilim
dallarının gelişmesine paralel olarak bu alanlarda uzmanlaşmış, bunların yorumunu
yapıp öğretimiyle meşgul olmuş olan kişileri ifade ettiği muhakkaktır. Bu
uzmanlaşmaya yönelik eğitim, medreselerin bulunmadığı eski dönemlerde,
Peygamber devrindeki Mescidü'n-Nebî'de bizzat onun tarafından icra edilen eğitim
geleneğinin bir devamı olarak ya camilerde, veya âlimlerin kendi evlerinde
gerçekleştiriliyordu.
Camiler İslam dünyasında bir ibadet yeri olmanın çok ötesinde, bir hayli erkenden
hem toplum, hem siyaset, hem de eğitim-öğretim faaliyetlerinin merkezi haline
gelmişti. Buralarda bu eğitim ve öğretimi veren ulema, maaşını devletten almıyordu;
her biri kendi geçimini sürdürecek (genellikle de ticaret gibi) bir geçim kaynağına
sahipti. Her âlimin camilerde bir ders halkası (halekatü'd-ders) vardı. Öğrenciler veya
meraklı dinleyiciler, hangi konularda bilgi edinmek istiyorlarsa, o dersi veren âlimin
ders halkasına katılırlardı. Bu eğitimin dini bilimlerde ne ölçüde kaliteli olduğu
konusunda, buralarda yetişenler hakkında tabakat kitaplarında verilen bilgiler, ayrıca
kendi yazdıkları ve günümüze kadar gelen eserler yeterli göstergelerdir. Ayrıca İslam
dünyasında dini bilim ve düşünce alanında meydana gelmiş pek çok mektebin, hatta
mezhebin, bu cami eğitiminden ve camide yapılan tartışmalardan doğduğunu da
biliyoruz. Günümüz camilerinin çoktandır kaybettiği bu fonksiyonlar, İslam dünyasının
klasik dönemine ait bilim hayatının en canlı mekânlarındandı.3 İşte ulema tipi, İslam
toplumları içinde bu mekânlarda doğdu.
Ulemanın eskiden beri İslam toplumlarında çok önemli bir yeri ve nüfuzu olmuştur. Bu
nüfuz bir yandan halk, diğer yandan bununla bağlantılı olarak devlet nezdinde ortaya
çıkıyor. Halk nezdindeki nüfuz ve itibar, bir yanıyla tabii ki ulemanın İslami ilimleri en
iyi anlayan ve yorumlayan kişiler olarak düşünülmelerinden, diğer yanıyla da İslam'ın
emir ve yasaklarını, bunlarla ilgili olarak yaptıkları yorumlan en iyi kendi şahıslarında
uygulayan, yaşayan ve yaşatan kişiler olarak algılanmalarından doğuyordu. Ancak bu
nüfuz ve itibar, onlara önemli bir sorumluluk da yüklemekte, ulemayı halk nazarında
saygı duyulması, örnek alınması, çeşitli konularda fikrine ve görüşlerine müracaat
edilmesi gereken bir hakem olarak öne çıkarmaktaydı. İşte bu imajıyla ulema, bir
anlamda halk kitleleriy-le hükümet ve diğer siyasi otorite mercileri arasında
kendiliğinden bir aracı konumuna yükseliyordu. Böylece, devlet ve hükümet nezdinde
de dikkate alınması, sözlerine kulak verilmesi gereken bir konum elde ediyor ve belli
bir otorite ve saygınlık kazanıyordu.4 Bu da ulemânın devlet nezdindeki itibarını
güçlendiriyordu. Devletin ulemaya gösterdiği itibar, ulema vasıtasıyla halkın
kontrolünü ve devletin yanında tutulmasını sağlamak gibi pratik bir sonucu da
sağlıyordu. Sünni Müslümanlıkta ulemanın hem devlet, hem de kamu nezdindeki bu
otoritesinin kaynağı, Şii ulemanın aksine, dini ve ruhani değil, tamamiyle kendi şahsi
bilimsel kapasiteleri ve yaşayışlarıydı. Bu kapasite ve yaşayış ne kadar güçlü ve
derinlikli olursa, ulemanın saygınlık ve itibarı da tabiatıyla o oranda fazla oluyordu.
Henüz medreselerin, özellikle devlet eliyle açılmış medreselerin bulunmadığı bir
dönemde, yani yaklaşık 11. yüzyıla kadar ulemanın bu konumu, ona devlet ve siyasi
iktidar çevreleri nezdinde önemli ölçüde bağımsız bir statü kazandırmış ve sahip
olduğu otorite bu çevrelerde zaman zaman etkili olabilmiştir. Ortaçağ İslam kronikleri
ve tabakat kitapları, bu dönemde yetişen bazı büyük ulemanın siyasi iktidar
çevrelerine karşı halkın menfaatlerini ve kendi fikirlerini savunmaktan
çekinmediklerine, uygun bulmadıkları işleri bizzat halifelerin yüzüne karşı cesaretle
eleştirip karşı koyduklarına dair epeyce ilginç örneklerle doludur. Bunların en
unutulmazlarından biri, Mutezile mezhebini resmi mezhep haline getiren Abbasi
halifesi el-Me'mun'un ısrar ve baskılarına rağmen, Ahmed b.
Hanbel'in hapis ve işkenceye maruz bırakılma pahasına yaptığı Ehl-i Sünnet
savunmasıdır.
Şüphesiz o zamanlar ulemayı böyle devletten bağımsız bir konumda tutan, halk
nazarındaki itibarları kadar, ekonomik bağımsızlıkları, yani geçimlerinin devlet
tarafından değil, bizzat kendilerince sağlanmış olmasıydı. Ulemanın bu durumda
devlet nezdinde zaman zaman bir korku kaynağı oluşturduğu da görülür. Bernard
Lewis, İslam'ın ilk devirlerinde ulemanın devletle ilişkisinin epeyce mesafeli olduğunu,
çünkü insanların ve özellikle ulemanın, devleti, varlığı lüzumlu, ancak karışılmaması,
yakınlık kurulmaması gereken bir kötülük olarak değerlendirdiğini ifade eder. Fakat
bir süre sonra bu ilişki ister istemez kurulmuş, ulema sık sık desteklerine başvuran
hükümdarlara yardım ettikleri gibi, çoğu zaman da uygulanması mümkün olmayan
ütopik tavsiyelerde bulunmuşlardır. Mesela Peygamber'in ve Dört Halife'nin (henüz
heterojen hale gelmemiş, karmaşıklaşmamış sınırlı İslam toplumunda icra ettikleri)
artık çoktan kutsallaştırılmış ve idealize edilmiş uygulamalarını ideal siyaset olarak
önermişlerdir. Şii ulema ise Peygamber'in ve Hz. Ali'nin uygulamalarını devlet
idaresine örnek göstermiştir.5
Aslında ulemanın gerek Emevi döneminde, gerekse Abbasi döneminin önemli bir
bölümünde, devletle olan ilişkilerinde iki değişik tavır ortaya koyduğu, bir kısmının bu
ilişkilere yanaşırken, bir kısmının bundan olabildiğince kaçındığı görülüyor.
Yanaşanların bir kesimi devlet hizmetlerini memnunlukla kabullenirken, bir kesiminin
bunu isteksizlikle karşıladığını, hatta bu yüzden halife ve sultanların verdiği ağır
cezalara maruz kaldıklarını müşahede etmek zor değildir. Kabul etmeyenlerin, halk
nazarında daha yüksek bir saygınlık kazandıkları, dinin hakiki bekçileri olarak
değerlendirildikleri söylenebilir. Nitekim Bernard Lewis, popüler sempatinin devlet
hizmetini kabul etmeyenlerden yana olduğunu ve bunun dini edebiyata da yansıdığını
vurgular.6
Ne var ki, 11. yüzyıldan itibaren, Büyük Selçuklular zamanında, başta 1065-1067
yılında Bağdat'ta açılan olmak üzere devlet tarafından kurulan ünlü Nizamiye
medreseleriyle birlikte ulema, devlet ve siyasal iktidar merkezleri karşısındaki bu
bağımsız konumunu önemli ölçüde kaybetmeye başlamıştır. Esas olarak, hem
siyasal otoriteyi, hem de toplumsal düzeni tehdit etmesi sebebiyle dönemin önemli bir
problemi haline gelen Bâ-tınîliğe karşı Sünni inançları savunmak amacıyla açılan bu
medreseler, ister istemez siyasal otoritenin, dolayısıyla da resmi ideolojinin üretim ve
savunma kurumları haline geldiler. Sünni İslam'ın dört büyük mezhebinden biri olan
Şafiîlik, büyük Selçuklu veziri ve ünlü devlet adamı Nizâ-mülmülk'le birlikte Selçuklu
devletinin resmi mezhebi oldu ve öne çıktı. Devletin kurduğu medreselerin hocaları,
artık devlet tarafından atanmaya, maaşlarını devletten almaya başladılar. Ders
programlan devlet tarafından belirlendiği gibi, okutulacak kitaplar da yine devlet
tarafından seçiliyor ve bunların dışında kitap okutulmasına kesinlikle izin
verilmiyordu.7
Bu, İslam dünyasında ulemanın bundan böyle devlet kontrol ve hâkimiyetine girdiği,
başka bir ifadeyle, bilimsel düşüncenin siyasi otoritenin emir ve denetimi altına
alındığı, dolayısıyla ulemanın devlete eklemlendiği, devletin paralı bir memuru olduğu
yeni bir süreci başlattı. Bu süreç, artık İslam dünyasında bilimin ve bilimsel
düşüncenin amatör bilimsel amaçlar için değil, devlet menfaatleri, siyasi çıkarlar
yahut resmi ideolojiyi takviye için üretilmesi anlamına geliyordu; işte Osmanlı
uleması, bu sürecin yerleştirdiği böyle bir geleneğin vârisi oldu.
İlk Osmanlı uleması genellikle Anadolu dışından veya Osmanlı Beyliği haricindeki
diğer beyliklerden gelen şahsiyetlerden oluşuyordu. Bu şahs
Dostları ilə paylaş: |