kadar çarpışanlar ise kendi müridleri olmuştur. Oysa Babaîler isyanın başarısızlığı
böyle bir ihanet değil, zırhlı Frank askerlerine ve ağır silahlarına karşı Türkmenler'in
çok zayıf kalışıdır.
Sonuçta Şeyh Bedreddîn "ihtilalci" kimliğiyle kimdir? M. Şerefeddin başta olmak
üzere, aynı kaynakları kullanan araştırmacıların bugüne kadar onun hakkında
yaptıkları değerlendirmeler Şeyh Bedreddîn'i, bütün türevleri hesaba katılmak
kaydıyla iki zıt çizgiye indirger:
a) Her ne kadar büyük bir âlim olsa da Şeyh Bedreddîn eninde sonunda Şeytan'a
uyup devlete isyan etmiş bir ayaklanmacıdır.
b) Mazlum halkların ezilmesine karşı çıkarak onları paylaşımcı, eşitlikçi bir siyasal-
toplumsal sistem içinde yaşatmayı amaçlayan büyük bir devrimcidir.
Ama bunlar arasında en ilginç değerlendirmelerden birini, zaman zaman tarihi roman
üslubuna kaçan kitabında B. N. Kaygusuz yapıyor. Onun gözünde Şeyh Bedreddîn,
zamanından önce gelmiş büyük bir İslam müceddidi, büyük bir toplumsal
inkılapçıdır.119 Bize göre ise o, büyük bir ihtimalle merkeziyetçi yönetim aleyhtarı bir
İslam âlimi ve mutasavvıf olarak, yaşanan toplumsal kargaşaya son verip toplumu ve
mensup olduğu kesimi selamete eriştirme konusunda kendini sorumlu görerek
düzene karşı çıkan bir aksiyon adamıdır.
Her ne olursa olsun, dönemin en yüksek bürokratik mevkilerinden birini elde etmiş,
ileri gelen büyük bir bilim adamının ve önemli bir mutasavvıfın idamla sonuçlanan
hayatı, Osmanlı tarihinin hakikaten en trajik sayfalarından biri olarak kalmaya devam
edecektir. Ama aslında o, yüzyıllar boyunca hafızalardan silinmeyecek, hatırlandıkça
hüzün, acıma ve hayranlık duygularını bir arada harekete geçirecek mazlum bir
kahraman olarak da insanların akıllarında ve gönüllerinde çoktan yerini almıştır.
G) Şeyh Bedreddîn Hareketinin Kitlesel Tabanı
Şeyh Bedreddîn, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal hangi kitlelere dayanarak
harekete geçmişlerdir İsyan propagandası ve bu propagandada sunulan vaatler,
propaganda olunan ideoloji kimlere hitap ediyordu, başka bir deyişle, hedef kitleler
hangileriydi?
Hiç şüphesiz ki bu kitlelerin temelini en başta kendi müridleri oluşturuyordu. Hocası
Şeyh Hüseyn-i Ahlâtî'nin vefatından sonra, onun vasiyeti uyarınca fiilen şeyhlik
görevini üstlenen Şeyh Bedreddîn'in mürid çevresi çok dikkat çekicidir. Hocasının
tarikatının -Menâkıb'm Mevlevi olduğunu söylemesine rağmen- hangisi olduğuna dair
kesin bilgiye ulaşamı-yorsak da, Şeyh Bedreddîn'in Anadolu'daki ilk müridlerinin -
bizce Börklüce Mustafa'nın çevresi dahil- Hurufî inanç taşıyan Torlaklar (Kalenderi-
ler) olması çok ilginçtir. Muhtemelen Torlak Kemal'in şeyhleri olduğu bir grup Torlak,
Domaniç yakınlarında bir köyde Şeyh Bedreddîn ile karşılaşıp ona mürid
olmuşlardır.120 Şeyh Bedreddîn Börklüce Mustafa ve müridleriyle de daha önce
Aydın dolaylarında ilişki kurmuş olmalıdır. Böylece, adları geçen bu iki halifesi
aracılığıyla Batı Anadolu'daki Torlak-lar'ın şeyhi oluyordu. Bunlara Dobruca'daki Sarı
Saltık zaviyesindeki "Işık" denilen bir başka grup Kalenderi dervişini de kattı. Böylece
Sünni bir Osmanlı âlimi, Sünnilik'le ilgisi olmayan bir dervişler grubunun yönetimini
üstlenmiş bulunuyordu. Bu çok garip bir durumdur ve bizce bir bürokrat ve âlim olarak
statüsü gereği Sünniliğe uygun davranan Şeyh Bedreddîn'in, özel düşünce hayatında
muhtemelen öyle olmadığını, en azından her zaman tam bir Sünni gibi düşünüp
davranmadığını gösterir. Ama Şeyh Bedreddîn hareketinin taraftarları ve bağlıları
yalnız bunlardan ibaret değildi. Ayrıca çok daha geniş bir taraftarlar kitlesi
bulunuyordu. Bu çevrenin nasıl teşekkül ettiğini, hangi kesimlerden oluştuğunu
görebilmek için, onun Kahire'den ayrıldıktan sonra Anadolu'daki seyahati boyunca
uğradığı yerlerin, temasa geçtiği çevrelerin iyi izlenmesi gerekir.
Şeyh Bedreddîn'in Kahire'den ayrıldıktan sonra doğrudan ailesinin oturduğu Edirne
taraflarına gidecek yerde neden önce Halep'e uğrayıp bir müddet orada kaldığı, daha
sonra niçin başka yerlere de uğrayarak Konya-Tire doğrultusunda yoluna devam
ettiği, Batı Anadolu'da ne aradığı, niçin Hıristiyan ahali ve rahiplerle meskûn Sakız
Adası'na gittiği, kanaatimizce cevapları iyi verilmesi gereken sorulardır. Bu Batı
Anadolu yolculuğunun amacı, daha doğrusu Şeyh Bedreddîn'in kafasındaki neydi?
Rahiplerle neden görüşmüştü? Üstelik sadece rahiplerle mi görüşmüştü? Bu
görüşme durup dururken yalnızca Hıristiyanlık-Müslümanlık üzerine sıradan teolojik
tartışmaların yapıldığı bir görüşme miydi? Bu görüşmenin sonunda, Girit Adası'ndan
gelme başrahip başta olmak üzere, Sakız Adası'ndaki rahiplerin Müslüman olduğu
rivayet ediliyor. O halde Halil b. İsmail'in ve ona dayanan öteki Osmanlı kaynaklarının
belirttikleri gibi, bu seyahat yalnızca rahipleri Müslüman etme amacını mı taşıyordu?
Sakız Adası'ndaki Ortodoks olmadıklarını kesin olarak söyleyebileceğimiz rahipler
nasıl bir Hıristiyanlık anlayışına bağlıydılar? Yoksa Şeyh Bedreddîn, girişeceği
hareketi acaba gerçekten daha Kahire'deyken tasarlamış ve bu seyahati o maksatla,
bu bölgedeki insanların durumlarını görebilmek, onlarla konuşabilmek, onları kendi
safına kazanabilmek için mi gerçekleştirmişti?
Kanaatimizce bu soruların cevabını verebilmek, Şeyh Bedreddîn'in uğradığı
bölgelerin dini-sosyal yapılarının iyi anlaşılmasına bağlı görünüyor. Böyle bir analizi
"Batı Anadolu" ve "Balkanlar" sahası olmak üzere, buraların Müslüman, Hıristiyan ve
Yahudi halkları üzerinde yoğunlaştırmak lazım geliyor. Araştırmacıların bir kısmı haklı
olarak isyanın ideoloji-siyle bu bölgeler halklarının dini yapılarını ilişkilendirmişler ve
bunu açıklamaya çalışmışlardır. Eğer Şeyh Bedreddîn hakikaten üç dini birleştiren
yeni bir senkretik Müslümanlık yorumunu vaz'etmiş idiyse, bu iki bölgede hâkim din
anlayışı onun propagandasının kolayca kabul görmesinde önemli bir rol oynamış
olmalıdır. Biraz yakından bakıldığı zaman aslında iki bölge arasında dini-sosyal
bakımdan bir fark olmaktan öte, yakın bir bağlantı bulunduğu göze çarpıyor. Gerek
Kütahya, Manisa, Aydın ve İzmir yöreleri başta olmak üzere Batı Anadolu'da
Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal'in, gerekse Dobruca ve Deliorman ağırlıklı olarak
Balkan-lar'da Şeyh Bedreddîn'in propagandalarına olumlu cevap verip bu isyanlara
katılan kesimlerin Müslüman olanlarının Sünni Müslümanlık, Hıristiyanların Ortodoks
Hıristiyanlık, Yahudilerin ise Ortodoks Yahudilik anlayışına mensup bulunmadıklarını
rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Bu meseleye dair uzun zamandan beri Batı'da yapılan
araştırmalar bugün için bize yeterli bir fikir verecek düzeydedir.121 Mesela Michel
Balivet, Şeyh Bedreddîn hareketinin, birbiri içine geçmiş heterodoks Müslüman,
Hıristiyan ve Yahudi topluluklarından oluşan dini-sosyal tabanının yapısal niteliklerini
gerçekten iyi gözlemlemiştir.122 Onun ve diğer bilim adamlarının çalışmaları, bizim
de Şeyh Bedreddîn hareketinin Batı Anadolu, Marmara yöresi ve Balkanlar'daki dini-
sosyal tabanını analiz etmemize yardımcı olacak ilginç veriler sunmaktadırlar.
Acaba yarınlarına güvenle bakamayan, toplumsal ve ekonomik bunalımlar içinde
yaşayan bu üç dinin heterodoks yorumlarına bağlı kesimlerini Börklüce Mustafa,
Torlak Kemal ve Şeyh Bedreddîn'in etrafında birleştiren ortak mesaj neydi? Bu
liderlerin propagandaları neden bu insanlara sıcak gelmişti?
İşte böyle bir sorudan yola çıkıldığı zaman, bu bölgelerin erken ortaçağlardan beri
(yaklaşık 6.-9. yüzyıllardan bu yana) düalist ve mesiyanik karakterli iki heterodoks
Hıristiyan mezhebinin, yani Pavlosçuluk (Polis-yanizm) kaynaklı Bogomilizm'in ve
merkezlerinden biri Alaşehir (Phila-delphia) olan Katharizm'in kuvvetle hâkimiyeti
altında bulunduğu dikkatleri çekiyor. Sözünü ettiğimiz bugünkü bilimsel araştırmalar,
gerek Batı Anadolu ve Ege sahillerindeki, gerekse Balkanlar'daki Bogomilist ve
Katharist popüler Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin, mesiyanik inançlara çok açık, kuvvetli
heterodoks bir yapı sergilediğini ortaya koyrriaktadırlar.
J. Meyendorf ve M. Balivet'nin çalışmalarının meydana çıkardığı gibi, sözü edilen
bölgelerde Türk hâkimiyetinden evvel azınlık olarak yaşayan Yahudiler'in bir
kısmının, zaman içinde Hıristiyanlığın heterodoks yorumlarını temsil eden
Bogomilizm ve Katharizm gibi bazı mezhepleri kabule yöneldikleri, 14. yüzyıldan
itibaren Batı Anadolu'da, 15. yüzyılda ise Balkanlar'da Türk hâkimiyetinin
yerleşmesiyle birlikte, Hıristiyanlığa geçmiş olan bu Yahudi kökenli mühtedilerin, artık
Hıristiyanlığın siyasal otoritesinin bölgeden silinmesiyle birlikte, bu defa yeni
otoritenin dini olan Müslümanlığı kabul ettikleri görülüyor. Bir vesileyle, Osmanlı
sultanı Orhan'ın sarayında da değişik hizmetlerde istihdam edildiği anlaşılan
Müslümanlığa geçmiş Yahudi kökenli bu Hıristiyanların, Börklüce Mustafa, Torlak
Kemal ve bizzat Şeyh Bedreddîn isyanlarının patlak verdiği 14. yüzyılın ilk çeyreği
içinde isyan mıntıkalarında çok sayıda bulundukları anlaşılıyor.123 Esasında mühtedi
kökenli oldukları ileri sürülen Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal'in, bizzat bu
Hıristiyanlıktan dönme Yahudi kökenli Müslümanlardan olmaları kuvvetle
muhtemeldir. Bu, onların çevrelerinin de aynı tabandan geldiğini gösterir.
Bu insanların kabul ettikleri Müslümanlığın, Sünni Müslümanlık olmadığı kesin
olduğuna göre, heterodoksiye mensup bir yorumunu yansıttığı muhakkaktı. İşte
burada Hurûfîlik'ten söz etmenin tam zamanıdır. Zira Hurûfîlik'le Hıristiyanlıktan
dönme Yahudi kökenli bu mühtedilerin çok yakın alakası bulunduğunu düşünüyoruz.
Bizce Şeyh Bedreddîn'in bunlara tâlim ettiği Müslümanlık, Hıristiyanlığa da,
Yahudiliğe de sempatiyle bakan Hurûfîlik'ti. Şeyh Bedreddîn'in Tebriz'de Hurüfiler'le
yakın temasını, Halep'te ikametini hatırlayalım. Halep'in Hurûfiler'in Suriye'deki en
önemli merkezini teşkil ettiği çok iyi bilinmektedir. Nitekim, Şeyh Bedreddîn'in
idamıyla aşağı yukarı aynı tarihlerde diri diri derisi yüzülmek gibi korkunç bir
işkenceyle idam edilecek olan Hurûfî şeyhi meşhur şair Nesîmî, Bedreddîn Halep'e
uğradığı sıralarda müridleriyle henüz orada yaşamaktaydı. Şeyh Bedreddîn'in
buradaki ikameti, herhalde bu büyük Hurûfî şairiyle görüşmek amacını taşıyordu.
Belki daha çarpıcı olanı, şeyhin uğradığı -o zamanlar Ceneviz hakimiyetindeki- Sakız
Adası'nda da, Hurûfî dervişlerinin varlığıdır. 1436-1458 tarihleri arasında Osmanlı
topraklarında yaşamış olan Macar Georg, Sakız Adası'nda kilise ve manastırlara girip
çıkan, ekstatik âyinler yapan, vaftiz suyuyla kendilerini vaftiz eden, Hıristiyanlıkla
Müslümanlığın aynı derecede mukaddes olduğunu ilan eden Hurûfî dervişlerine
rastladığını yazıyor.124 Macar Georg'un gördüğü bu dervişler hiç şüphesiz ki
Börklüce ve Şeyh Bedreddîn dervişlerinin bakiyesiydi. Dolayısıyla Şeyh Bedreddîn'in
Sakız Adası'nda Müslüman ettiği rivayet olunan rahiplerin de -eğer bu olay bütün
menâkıbnâ-melerde sık sık rastlandığı üzere, şeyhin velayet gücünü abartmak için
uy-durulmamışsa-125 muhtemelen Hurufîlik kanalıyla Müslümanlığı kabul ettiklerini
varsaymak bizce yanlış olmayacaktır. Nitekim Dukas, Turloti manastırının Girit
Adası'ndan gelme başrahibini isyan hakkında bizzat sorguya çekmiş, rahibin aksi
yöndeki beyanlarına rağmen, Börklüce Mustafa'nın müridlerinden biri olduğunu
gözlemlemiştir.126
İşte, kesin belgelerle ispat edecek konumda olmamamıza rağmen, Şeyh Bedreddîn'in
Sakız Adası'na kadar uzanan Batı Anadolu seyahatinin, hem Hurûfî çevrelerle hem
de onlara yakın duran Sakız Adası rahip-leriyle temas amacını taşıdığını
düşünüyoruz. Zaten bu yolculuk esnasında Aydın, Manisa ve Kütahya yörelerinde
faaliyet gösteren ve şeyhin en yakın halifeleri arasına girecek olan Kalenderi
dervişleri Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal'in de bu çevrelere mensup
bulunduklarına inanıyoruz. Dukas, Börklüce Mustafa'nın yarı çıplak dervişlerinden,
Osmanlı kaynakları ise Torlak Kemal'in adamlarından bahsederken, bunun ipuçlarını
zaten fazlasıyla veriyorlar.
Kısacası Şeyh Bedreddîn'in gerek Anadolu'da, gerekse daha sonra Rumeli'nde,
başta Kalenderîler olmak üzere ilişkide bulunduğu bütün çevrelerin, Bogomilist ve
Katharist bir Hıristiyanlık anlayışıyla oldukça kolay bağdaşabilecek, üstelik tıpkı bu iki
mezhep gibi güçlü bir mehdicilik inancına oturan Hurûfîlik'le sımsıkı bağlantılı
olduğunu, Şeyh Bedreddîn hareketinin ideolojisinin bu eksen etrafında oluştuğunu
farz edebiliriz. Nitekim inançları arasında özel mülkiyet kavramına karşı'oluş ve
payla-şımcılığm ve özellikle mesiyanizmin bulunduğu belirtilen sözü edilen
mezheplerin, Şeyh Bedreddîn'in öğretisinin temelini oluşturduğunu ileri sürenler
vardır.127 Zaten Kalenderîler'in de Hurûfî inançlarıyla çok yakından ilgili bulundukları
iyi bilinmektedir.
O halde son tahlilde, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal'in isyanları dahil olmak üzere
Şeyh Bedreddîn hareketinin geniş ölçüde mesiyanik (Yahudi mesiyanizmi, Hıristiyan
millenarizmi ve Müslüman mehdiciliği) temelde birleşen, Batı Anadolu (Ege Bölgesi)
ve Balkanlar'da iç içe geçmiş üç dinin heterodoks kesimlerine mensup bir sosyal
tabana dayandığı belirtilebilir. Bunların dışında kalanların ise, saltanat mücadeleleri
yüzünden fetihlerin durmasıyla ganimetlerden yoksun oldukları için güç durumda
kalan uc gazileri, timarları ellerinden alınan sipahiler, Hıristiyan feodaller olduğunu
söyleyebiliriz.
IV. ŞEYH BEDREDDÎN'İN DÜŞÜNCE YAPISI VE FİKİRLERİ: "ZINDIK VE MÜLHİD"
BEDREDDÎN VE VARİDAT
Şeyh Bedreddîn gibi büyük bir âlim ve sûfiyi Osmanlı merkezi yönetimi tarafından
idama mahkûm ettiren gerekçenin zendeka ve ilhad suçlaması olmadığı hem
torununun ifadesinden, hem de olayların gelişmesinden açıkça ortaya çıktığı halde,
neden Şeyh Bedreddîn daha sonraları Osmanlı merkezi yönetiminin ve bazı ulema
ve sûfı çevrelerin nazarında bir zındık ve mülhid olarak damgalanmış ve böyle kabul
edilegelmiştir? Oruç Beğ'den 17. yüzyılda Bedâyiü'l-Vekâyi yazarı Hüseyin Efendi'ye
varıncaya kadar hemen bütün Osmanlı kaynaklarının, Börklüce Mustafa ve Torlak
Kemal için mülhid ve müfsid yahut zındık ve mülhid deyimini kullandıkları halde, Şeyh
Bedreddîn için bu terimleri veya benzerlerini kullanmadıkları dikkat çeker. Bir tek
İdrîs-i Bitlisi, metninin daha başlangıcında Şeyh Bedreddîn'in Rumeli'de halk
arasında "zendeka ve ilhad tohumlarını attığını" yazar, müridlerini de zındık ve mülhid
olarak niteler; şeyhin idamıyla beraber bazılarının yeniden İslam'a döndüklerini,
birçoğunun ise katledilerek "zendeka ve ilhad karanlığının Osmanlı memleketinden
giderildiğini" yazar.128 Osmanlı kaynaklarının bu şahadetlerinden, Şeyh Bedreddîn
hakkındaki bu suçlamanın özellikle 16. yüzyılda belirginleştiği dikkati çekiyor. Bu
sebepsiz değildir ve bize göre bu damganın iki sebebi vardır:
1) Şeyh Bedreddîn'in idamından 16. yüzyıla kadar, Rumeli'de eskiden isyan sahasını
içine alan Dobruca ve Deliorman bölgelerinde, Bedred-dîn'e bağlılıklarını giderek
kuvvetlendirip kendi heterodoks İslam yorumlarıyla ilgili pek çok öğeyi onun adına
sürdürerek varlıklarını koruyan geniş bir kitle vardır. Aşağıda kendilerinden
bahsedeceğimiz, Bedreddînlü-ler veya Simâvenîler diye anılan bu kitlenin İslam'la
bağdaşmayacak bir hayat tarzları ve inançları bulunduğu konusunda hükümet
merkezine sık sık ihbarlar yapılmakta, zendeka ve ilhad ile itham olunan bu insanlar,
bu yüzden sürekli göz altında tutulmaktaydılar. Bu kitlelerin belirtilen heterodoks
İslam anlayış ve yaşayışları, Şeyh Bedreddîn'i pîr tanıdıkları için dolaylı olarak onun
da bir zındık ve mülhid olarak düşünülmesine yol açıyordu.
2) İkinci sebep de, hiç şüphe yok ki onun İslam'ın temel inanç esasları ve kavramları
hakkındaki -kısmen Varidat aracılığıyla bize kadar gelebilen- yorumlan, anlayışları ve
düşünceleriydi. İşte, biz burada bu ikinci sebebi teşkil eden Vâridat'ı incelemeye
çalışacağız.
Önce şunu belirtelim ki, insanların bu "cirmi küçük cürmü büyük" risale hakkındaki
kanaatleri, duygu ve düşünceleri, hiç şüphesiz kendi bilgi seviyeleri ve tasavvuf
anlayışlarıyla doğru orantılıdır. Bu sebeple pek çok kişinin anlamadan okuduğu
Vâridat'tzn çıkardığı anlamlar doğrultusunda söyledikleri sözlerin, yaptıkları
hareketlerin sorumluluğunun zaman içinde Şeyh Bedreddîn'e yıkıldığı, dolayısıyla
belki onun aklına bile gelmeyen yorumlar yüzünden zındık ve mülhid damgasını
yediği de bir gerçektir.129 Nitekim bu belirttiğimiz sebeple, fazla sayıda olmamakla
beraber, gerek resmi, gerekse özel kütüphanelerde bazı nüshalarına rastlana-bilen
bu küçük Arapça risalenin, daha o devirden itibaren bütün bir Osmanlı tarihi boyunca
ulemanın ve sûfıyyenin ilgisini çektiği, müspet veya menfi bazı tepkilere yol açtığı
gözleniyor. 16. yüzyılda Sofyalı Bâlî Efen-di'nin, 17. yüzyılda ünlü Celvetî şeyhi Azîz
Mahmud Hüdâyî'nin, dönemlerinin padişahlarına verdikleri layihalarda, Varidat
yüzünden Şeyh Bedreddîn'i "Şeyh Bedreddîn el-maslûb indallâhi'l-mağdûb" (Allah
katında gazaba uğramış olması sebebiyle asılmış Şeyh Bedreddîn) olarak
nitelendiriyorlardı. Vâridat'm bir kısım ilmiye mensupları arasında aforoz edilmiş bir
kitap olduğunu, 16. yüzyılda Taşköprülüzâde ilginç bir anekdotla belgelediği gibi,130
bu yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde, şüphesiz Vâridat'tuYı düşünceleri
dolayısıyla Şeyh Bedreddîn'in ve ona bağlananların zındık ve mülhid olduklarına dair
fetvalar verilmekteydi. Hatta 19. yüzyılda dahi Vâridat'm hâlâ büyük tedirginlik
yarattığını, insanların inançlarının bozulmasına sebebiyet vereceği endişesinin
yaşandığını, bu yüzden toplatılıp yakıldığını da Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbi-
w'sından öğreniyoruz.131
İşte, bu farklı tepki ortamında her şeye rağmen Vâridat'm değişik çevrelerin olumlu ve
olumsuz anlamda ilgi odağı olmaktan kurtulamadığı, çevirisinin yapıldığı, içindeki
düşünceleri tasdik veya ret makamında, birbirinden çok farklı yaklaşımlarla üstüne
bazı şerhler de kaleme alındığı görülüyor. Mesela son devir şeyhülislamlarından
Musa Kâzım Efendi'nin bir Varidat çevirisinin bulunduğunu biliyoruz. Kâtip Çelebi
Keşfu'z-Zu-nûn'da., Vâridat'a. yapılan şerhleri sıralar. Ondan öğrendiğimize göre,
Vâridat'ı olumlayan şerhlerden ilki, üstelik, Nakşibendiyye tarikatını Anadolu'da ilk
tanıtan ve yayan, Molla İlâhî diye meşhur Şeyh Abdullah-ı Simavî'ye (ö. 1491) aittir.
İkincisi, bizzat şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin babası Şeyh Muhyiddîn Muhammed
Yavsî'nindir (ö. 1514). Bir üçüncü şerh ise, 19. yüzyılda yaşamış olup Üçüncü Devre
Melâmîliği'nin kurucusu olarak tanınan Seyyid Muhammed Nûr el-Arabî (ö. 1888)
tarafından kaleme alınmıştır. Ünlü Halveti şeyhi Niyazî-i Mısrî de Vâridat'm çok
mühim bir eser olduğunu dile getirmiştir.132 Vâridat'm sırf eleştirmek, daha doğrusu
reddetmek maksadıyla kaleme alınan malum tek şerhi ise, aslında kısmi bir şerh olup
16. yüzyılda yaşamış Nureddînzâde Şeyh Muhyiddîn Mehmed (ö. 1573) tarafından
yazılmıştır. Molla İlâhî ve Şeyh Muhyiddîn Yavsî'nin gözünde "Dinin parlak ayı,
ariflerin güneşi" olan Şeyh Bedreddîn, eserini insanları "sapkınlıktan kurtarmak"
amacıyla yaz-188 dığım belirten Nureddînzâde'nin gözünde tam bir zındık ve mülhid
olarak değerlendirilmiştir.
Hakkında birbirine bu kadar zıt değerlendirmeler yapılan, belki daha hacimli kitapların
koparacağından daha büyük, üstelik daha sürekli bir gürültü koparan bu yirmi beş-
otuz varaklık küçük risale gerçekte nedir, nasıl bir eserdir, içinde nelerden
bahsedilmekte, ne gibi konulara yer verilmektedir?
Bilindiği gibi varidat, tasavvuf terminolojisinde "ilahi ilhamlar" anlamına gelen çoğul bir
kelime olup yalnızca Şeyh Bedreddîn'in bu küçük eserinin ismi değildir. Tasavvuf
tarihinde zaman zaman bu ismi taşıyan, içinde bazı süfiyâne düşünce ve görüşler dile
getirilen eserler görülmektedir. Hatta bu adı taşımamakla beraber, 13. yüzyılda
Şems-i Tebrizî'ye ve Hacı Bektaş-ı Velî'ye ait bulunduğu söylenen Makalât (Sözler)
isimli eserlerle, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Fîhi Mâ Fîh\, 17. yüzyılda Su-nullah
Gaybî'nin kaleme aldığı, Melâmî şeyhlerinden Oğlan Şeyh İbrahim'in sözlerinden
oluşan Sohbetnâme'si de bu türden sayılabilir. Burada dikkat edilmesi ve özellikle
unutulmaması gereken husus, bu eserlerin bizzat ait oldukları söylenen kişilerin
kaleminden çıkma olmayıp, sohbetlerinde şu veya bu vesileyle söylenmiş sözlerinin
yahut kendilerine sorulan sorulara verdikleri cevapların bazan yerinde ve anında,
bazan daha sonra, hatırda kaldığı kadarıyla müridleri tarafından yazıya geçirilmek
suretiyle meydana getirilmiş bulunduklarıdır. Bunlar eli kalem tutan müridlerce
çoğaltılarak yine müridlere dağıtılır ve okunmaları sağlanırdı. Nitekim Şeyh
Bedreddîn'in Vâridat\nm şöyle basitçe bir gözden geçirilmesi bile, standart bir kitabın
düzeniyle ilgisiz bulunması, sistemsizliği, konuların rastgele, bir orada bir burada ele
alınışı, böyle derleme bir risale olduğunu çok açık sergiliyor.133
Bu derleme ne zaman yapılmıştır? Bu konuda Vâridat'm görebildiğimiz nüshalarının
hiçbirinde müstensih kaydı bulunmadığı gibi, bir tarih kaydı da mevcut değildir. Bunun
dışında, kesin olmasa bile yaklaşık bir tarih belirlemeye yardımcı olacak bilgiler de
yoktur. Her ne kadar A. Göl-pınarlı içinde geçen bir kere 808/1405-1406, bir kere
Safer 810/Tem-muz 1407 ve bir kere de evâil-i Cumâdelâhire 810/ 2-12 Kasım 1407
tarihlerinden, en azından bu zikredilen tarihler dolaylarında düzenlenmiş olabileceği
görüşünü ileri sürerse de, bu mümkün değildir. Çünkü bu tarihler, Şeyh Bedreddîn'in
yaşadığını naklettiği bazı mistik müşahedelerinin vuku bulduğu tarihleri
göstermektedir. Vâridat'm bazı yerlerinde şeyh için kullanılan "Rahimehullâh" (Allah
ona rahmet etsin) ibareleri, meçhul derleyicinin risaleyi Şeyh Bedreddîn'in vefatından
sonra kaleme aldığını açıkça gösteriyor. Bununla birlikte, Vâridat'm Şeyh
Bedreddîn'in bizzat kaleminden çıkan bir nüshasına henüz rastlanmadığı gibi, o
devirde kop-ye edilmiş herhangi bir nüshası da bugüne kadar ele geçmemiş
olup,halen kütüphanelerde mevcut nüshaların en eskisi, görülebildiği kadarıyla 16.
yüzyıldan daha geriye gitmemektedir. Bu itibarla, mevcut nüshaların bile henüz bir
tenkitli metin neşri yapılmadığından, aralarında ciddi farklar bulunup bulunmadığını,
varsa bunların neler olduğunu iyi bilmiyoruz. Kanaatimizce Vâridat'm bu durumu
onun güvenilirliğini ciddi olarak sorgulamak gerektiğini gösteriyor. Bu mesele, bizce
Şeyh Bedreddîn'in düşünce dünyasını doğru tanıyabilmek açısından kanaatimizce
Dostları ilə paylaş: |