hem de en-Nevbahtî ve el-Eş'arî gibi Şii ve Sünni kelâmcı-lar tarafından aynı şiddette
karşılık görmüştür. Eş'arî onu el-Lâin (Lânetli) sıfatıyla anar.149İbnü'r-Râvendi'nin
asıl fikirleri, Kitabü'z-Zünıürrüd''de ortaya çıkar.150 Burada feylesof, Brahma
rahiplerinin ağzından İslam'ın Allah fikrini, peygamberlik kavramını ve bütün
peygamberleri şiddetle eleştirir. Buna rağmen o bir "yaratıcı" inancını reddetmez;
dolayısıyla bir deisttir; ama vahyi de kabul etmez. Ona göre akıl vahiyden her zaman
üstündür. Peygamberlerin mucizeleri basit sihirbazlıklardan başka bir şey değildir.
İbadetler tamamiyle lüzumsuz ve faydasızdır.
Bunlardan başka İbnü'r-Râvendi'nin muarızlarını ve hasımlarını asıl sinirlendiren,
"Kur'an-ı Kerim'in vahiy ürünü olmadığı, taklit edilemezliğinin ve fesahatinin bir
efsaneden ibaret bulunuşu bir yana, gerçekte hiç de iyi yazılmadığı ve baştan sona
çelişkilerle dolu olduğu" şeklindeki iddialarıydı. O, Kur'an-ı Kerim'den daha güzel bir
kitabın mükemmelen yazılabileceğini söylüyordu. İşte bütün bunlar onun bir zındık,
hatta bir kâfir olarak görülmesine yeterli sebepleri teşkil etmiş olmalıdır.151 O
zamana kadar zendeka ile itham edilenlere yönelik suçlamaların hiç birinde (Kur'an-ı
Kerim'in üslubunun taklit edilebileceği iddiasının dışında) bu kadar ileri götürülmüş
fikirlere rastlanmadığı için, genellikle uzmanlar İbnü'r-Râvendi'nin İslam ilhad (ateizm)
tarihinde bir dönüm noktası teşkil ettiğini söylemekte ortak bir kanaate
varmışlardır.152 Buna karşılık İ. Kut-44 luer, hasımlarının, İbnü'r-Râvendi'nin
fikirlerini cerhetmek üzere eserlerinden kitaplarına aktardıkları parçalardan yola
çıkılarak inşa edilen metinlere dayanan görüşlerin yanlış olduğu kanısındadır.
Kutluer, vaktiyle bu metinleri nakledenlerin, İslami inançlara getirilen ve İbnü'r-
Râvendi tarafından yalnızca nakledilen eleştirilerle ilgili kısımları seçip eserlerine
aldıklarını, İbnü'r-Râvendi'nin bunlara verdiği cevaplan ise almadıklarını belirterek
aslında filozofun bir mülhid ve dehri olmadığı görüşünü ileri sürer.1^
İbnü'r-Râvendi'den sonra, F. Gabrieli'nin tabiriyle "ilhad çizgisinin en az onun kadar
radikal temsilcilerinden bir başka büyük zındık yahut mülhid" ile,154 Ebubekir
Muhammed b. Zekeriyya er-Râzî ile karşılaşıyoruz. İbnü'n-Nedim, İslam düşünce
tarihinin bu son derece dikkate değer simasından bahsederken "zamanının bir tanesi
ve asrının yegânesi" ifadesini kullandığı gibi, özellikle tıp başta olmak üzere, eskilerin
bütün ilimlerini büyük bir beceri ile kendinde topladığını vurgular;155 ayrıca kitap ve
risale halindeki eserlerinin uzunca bir listesini de verir.156 Tanınmış araştırıcı A.
Bedevi, er-Râzî'nin hayatını ve fikirlerini çok iyi incelemiştir.157
865'te İslam tarihinde kendi gibi meşhur daha birçok âlim ve düşünür yetiştiren Rey
şehrinde doğan er-Râzi'nin temiz ve dürüst bir hayat sürdüğü, fakir fukara ile
yakından ilgilendiği, hayatını öğrencilerine vakfettiği ve sürekli okumak yüzünden
ömrünün sonlarına doğru gözlerinin görmez olduğu naklediliyor.158 İslam düşünce
tarihinin belki de bu en ilginç simasının eserleri, tıpkı İbnü'r-Râvendi'ninki gibi bize
ancak başkalarının kitaplarında çeşitli vesilelerle yapılan uzun alıntılar şeklinde
ulaşmış olduğundan, düşünce ve inançlarını da ancak bu çerçevede bilebiliyoruz.159
Bunlardan anlaşıldığına göre, er-Râzî kâinatın bir yaratıcısı olduğunu kabul etmekte,
Allah'a inanmaktadır. O halde, tıpkı İbnü'r-Râvendi gibi o da gerçekte bir deisttir.
Ancak bu, İslam'ın telkin ettiği biçimde bir Allah inancı değildir. Onun inandığı ikinci
gerçek ise akıldır. Er-Râzî aklı her şeyin üstünde tutuyor. Ona göre akıl varken ne
peygamberlerin, ne de onların Allah'tan aldıklarını iddia ettikleri vahyin ürünü, olan
kutsal kitapların gereği vardır. Zaten peygamberler ve kutsal kitaplar çelişki
içindedirler.160 Nitekim er-Râzî bütün kutsal kitapları eleştirir ve kendinden öncekiler
gibi, Kur'an-ı Kerim'in icazını kabul etmeyerek daha iyi bir kitap yazmanın mümkün
olduğunu, tıp, geometri, astronomi ve felsefe kitaplarının Kur'an'dan daha faydalı
olduklarını iddia eder.
Görüldüğü gibi, her ne kadar îslam hereziografı (milel ve nihai) kaynaklarında zındık
olarak tavsif edilse de, er-Râzî'nin, İbnü'r-Ravendi gibi, Emeviler'in son ve
Abbasiler'in ilk yüzyıllarındaki gibi, Zerdüştilik, Maz-deizm veya Maniheizm kökenli
düalist inanç sistemleriyle ilgisi bulunmadığı anlaşılıyor.161 Bir mülhid olarak tavsif
edilmesine rağmen, gerçek anlamda ve kelimenin tam kapsamıyla bir ateist olmadığı
da görülüyor. Buna rağmen onu bir zındıktan çok, vahyi, peygamberleri ve kutsal
kitapları, kısaca dinleri reddetmesi sebebiyle belki dinsiz olarak vasıflandırmak daha
doğru bir yaklaşım olsa gerektir.
5. Tasavvuf! Zendeka
Yaklaşık Hicri 3. (Miladi 9.) yüzyılda İslam dünyasında (çok tabii olarak önce bugün
Ortadoğu denen topraklarda) ortaya çıkan ve bizce yine Mevâ-li kesiminin siyasi
iktidar çevrelerine ve egemen sınıfların kontrolündeki toplumsal düzene karşı "mistik
bir protesto hareketi" olarak başlattığı tasavvuf cereyanı, daha ilk temsilcileriyle
birlikte ulemadan ve siyasi otorite çevrelerinden zındıklık ve mülhidlik damgasını yedi.
Sebebi kısaca ve basit olarak, geliştirdikleri tasavvuf nazariyeleri ve uyguladıkları
mistik pratiklerdi.
Önemli birer siyaset, kültür ve ticaret merkezi olan Küfe, Basra, Bağdat gibi
şehirlerde yaşayan, genellikle orta tabakadan esnaf kesimine mensup bu
mutasavvıfların çoğunluğu, Bayezid-i Bistâmi (ö. yaklaşık 875), Cüneyd-i Bağdadî (ö.
910), Hallâc-ı Mansûr (ö. 922) gibi birkaç nesil önce ihtida etmiş gayri Arap, hatta
genellikle Fars kökenli ailelerden geliyorlardı. Bunlar Hicri 1. yüzyılın zahitleri gibi
olmayıp gerçek anlamda tasavvuf nazariyeleri geliştiren sûfılerdi. Bu nazariyeler,
esas itibariyle eski mistik kültürlerin, özellikle de Irak mıntıkasında yüzlerce yıllık bir
geçmişe sahip Hind-İran mistik kültürünün ve kısmen Mısır ve Suriye'deki Hellenistik
kültürün geniş etkisi altında geliştirilmişti.162 Münhasıran ve şuurlu olarak, kasıtlı bir
hareketin değil, bu mutasavvıfların geldikleri çevrelere kültürel bağımlılıklarının icabı
olarak kendiliğinden oluşmuştu. Mesela dedesi bir Zerdüştî olan Bayezid-i
Bistâmî'nin163 fena fillâh nazariyesinin, Budist mistik nazariyesindeki Nirvana ile ilgisi
hâlâ-çök tartışılan bir konudur. Bunun gibi Şihâbeddîn-i Sühreverdi-i Maktül'ün (ö.
1196) işrak nazariyesinin de, eski Zerdüştîlik'teki ve Maniheizm'deki Işık (Nûr)
kavramıyla ilgisi tartışılagelmiştir.164
Sözü edilen mutasavvıfların geliştirdikleri bu doktrinler, bu sebeple, Kur'an-ı Kerim'in
nasslarına sıkı sıkıya bağlı Ortodoks ulema tarafından (yine çok tabii bir eğilimle)
şirk?e. yorulup zendeka olarak kabul ediliyor, danışmanlıklarını yaptıkları siyasi
otoriteler tarafından da, bazen ölüme kadar varan ağır cezai müeyyidelere mesnet
yapılıyordu. Mesela 10. yüzyılın ikinci yarısında, Ebu'l-Hüseyin el-Malati (Ö.987) gibi,
gerçekte prensip olarak tasavvufa pek de karşı olmayan bir Şafiî kadısı dahi, birçok
sûfıyi ve zahidi zendeka ile suçlayabiliyordu.165 Biz burada, aralarında Muhyiddîn
İbnü'l-Arabî (ö. 1241) gibi çok ünlü olanlarının da bulunduğu onlarcası arasından
yalnızca, tasavvuf tarihinin çok iyi bilinen ve zendeka suçundan idam edilen iki
simasını kısaca ele almak istiyoruz.
Bu örneklerden ilki ve belki en trajik olanı, Hallâc-ı Mansûr adıyla hemen bütün İslam
dünyasında en sıradan halk arasında bile tanınan el-Hü-seyn b. Mansûr el-
Hallâc'dır.166 El-Hallâc'ın, yine Fars kökenli ünlü mutasavvıf Cüneyd-i Bağdadî'nin
müridi olduğu ve ondan epeyce etkilendiği bilinmektedir. Aynı şekilde zendeka ile
suçlanan bu ünlü şeyh, öğrencisi kadar zapt edilmez bir coşkuya sahip
bulunmadığından, onun gibi tehlikeli sözler söylememeye dikkat göstermiş, ama
öğrencisini her zaman savunmuştur. Bu ihtiyatkârlığı dolayısıyla, zındıklık töhmeti
altında tutulmasına rağmen, cezaya muhatap olmamıştır.167
İbnü'n-Nedim'in e I-Fi hr isf'mdc, el-Hallâc'ın zendeka ile suçlanmasına ve
öldürülmesine yol açan meselelere dair dikkat çeken bilgiler vardır. Ünlü mutasavvıfa
çok yakın bir dönemde yaşamış, meseleyi iyice araştırmış olduğu anlaşılan ve
rivayetler henüz tazeyken eserini yazan İbnü'n-Nedim, el-Hallâc'ın eski bir İranlı
aileye mensup bulunduğunu yazıyor. El-Hallâc'ı çok iyi tanıyan iki kişinin yazdığı
kitaplardan aktardığı bu bilgilere göre, onun sihirbazlık bildiği, bütün gizli ilimlere,
ayrıca kimyaya ilgi gösterdiği, taraftarlarına kendisini "Allah" olarak tanıttığı,
dolayısıyla Allah'ın insan bedenine geçtiğine inandığı iddia ediliyor.168 Görünüşe
göre tasavvufi fikirleri ve bilhassa ünlü sözü "Ene'1-Hakk"169 yüzünden olduğu
kadar, en azından İbnü'n-Nedim'in anlattığı yukarıdaki hususlar dolayısıyla da dikkati
çekiyordu. Sonunda yakalanıp (L. Massignon'un bütün teferruatıyla anlattığı, pek çok
bakımdan ilginç) ibret verici bir mahkeme sonunda ölüme mahkûm edildi. Ne var ki,
bu sıradan bir ölüm cezası değildi. Bu ceza, diri diri, kolları ve bacakları çaprazlama
olarak kesilmek suretiyle infaz edilmiş, cesedi uzun bir süre teşhir olunduktan sonra
yakılarak külleri Dicle ırmağına dökülmüştü.170
El-Hallâc'ın dramı, yaşadığı devirden günümüze kadar İslam dünyasında canlılığını
sürekli korumuş, hakkında çok farklı fikir ve görüşler ileri sürülmüştür. Bu fikirler onun
bir "şarlatan", yahut bir "Karmatî misyoneri" olduğundan "büyük bir veli" olduğuna
kadar varır.171 Klasik kelâmcı-ların çoğu el-Hallâc'ı kâfirlikle suçlarken, bir kısmı
buna katılmaz. Fakih-lerin bazıları katlinin isabetli olduğunu söylerken, bazıları bir fikir
beyan etmekten kaçınırlar. Ama işin ilginç yanı, bazı sûfiler de onu aşırı bulurlar.172
Aynı durum, aşağıda kendisinden söz edilecek olan Muhyiddîn İbnü'l-Arabi için de
geçerlidir. Bu arada klasik mezhepler tarihi (herezi-ografi) kaynakları, el-Hallâc'ı
"Ene'1-Hakk" sözü yüzünden genellikle
Hulûliye'den (Allah'ın insan bedenine geçtiğine inananlar), dolayısıyla sapkın
inançlılardan (heretik) sayarlar.173
El-Hallâc gibi zendeka suçlamasına muhatap olup hayatına son verilen bir diğer
büyük şahsiyet de, bir başka Fars kökenli mutasavvıf (aynı zamanda feylesof)
Şihâbeddîn-i Sühreverdi-i Maktül'dür. 1234 yılında vefat eden diğer büyük mutasavvıf
Şihâbeddîn es-Sühreverdi'den ayırdedilmek için "Maktul" unvanıyla anılan bu
Sühreverdi, önce fıkıh tahsil etmek ni-yetindeyken, bazı hocaları aracılığıyla felsefeye
ve sûfiliğe merak sararak tam bir gezici derviş gibi ülke ülke dolaşmaya başladı. Bu
arada Anadolu'ya da gelerek Selçuklu sultanı II. Kılıçarslan'ın yanında bir süre kaldı.
Sonunda, o sırada Selâhaddin Eyyûbi'nin oğlu el-Melikü'z-Zâhir'in hâkimiyetinde
bulunan Halep'e geçerek orada yerleşti. 1191'de burada, bizzat melikin emriyle
(muhtemelen Selâhaddin Eyyûbi'nin verdiği talimat üzerine) zındıklık ve mülhidlik ile
suçlanarak ulemadan müteşekkil bir heyet karşısına çıkarıldı. İbn Ebi Useybia'nın (ö.
1270) bildirdiğine göre, sultanın huzurunda cereyan eden münazarada onunla baş
edemeyen ve küçük düşen ulemanın kinine kurban giden Sühreverdi, kimya ile
meşgul olması sebebiyle büyücülükle de suçlanarak otuz yaş gibi hayatının henüz
çok erken bir çağında idam olundu.174 Sühreverdi ile yakından ilgilenen İbn
Teymiyye el-Harrâni (ö. 1328), onun başına gelen bu felakette kendini peygamber
ilan etmesinin rolü bulunduğu kanaatindedir; bu genç sûfi feylesofun ayrıca Yunan ve
İran felsefesiyle uğraştığını, Bâtıni fikirlere sahip bulunduğunu ve sisteminde Nûr
kavramına aşırı yer vermek suretiyle Zerdüştîliğe çok yaklaştığını ileri sürer.175
Gerçekten de Sühreverdi İşrâkîye denilen teozofık sisteminde, geniş ölçüde
Hellenistik felsefeden ve içinden geldiği kültür çevresi dolayısıyla da Zerdüştî ve
Maniheist inançlardan etkilenmişti.176 Massignon onun,hocaları vasıtasıyla değil,
sıkı temasta bulunduğu Hallâcîye zümresi mensupları aracılığıyla el-Hallâc'dan da
çok etkiler aldığı görüşündedir.177
Mutasavvıflar içinde el-Hallâc'dan sonra en ağır zındıklık ve mülhidlik suçlamalarına
hedef teşkil eden şahsiyet, hiç şüphesiz bütün devirlerin en büyük mutasavvıfı
Muhyiddîn İbnü'l-Arabî'dir (ö. 1241). İbnü'1-Ara-bi'ye yöneltilen zendeka ve ilhad
ithamları yalnız yaşadığı dönemle sınırlı kalmadı; ondan çok sonraları da çeşitli
vesilelerle zaman zaman gündeme getirildi.178 Mutasavvıflar ve sûfıliğe yakın
çevrelerde eş-Şeyhü^-Ekber (en büyük şeyh) unvanıyla anılan bu büyük
mutasavvıfın, tasavvufa hasım çevrelerde, katı ulema ve fukaha arasında ef-Şeyhü'l-
Ekfer (en kâfir şeyh) diye anıldığı çok iyi bilinir. Böyle şiddetli tepki çekmesinin
sebebi, hiç şüphe yok ki, müthiş bilgi birikimi, zekâsı ve sentezci dehası sayesinde
(aslında İslam'ın tevhid ruhuyla çelişir gibi duran) Vahdet-i Vücûd tasavvurunu son
derece sistemli bir teozofik veya metafizik doktrin haline getirerek tasavvuf tarihinde
yaptığı büyük devrim olmuştur.179 İbnü'l-Arabi'nin, anlayabilmek için yüksek
seviyede tasavvuf kültürüne ihtiyaç gösterecek bir karmaşıklığa sahip olan bu
doktrininin muhtelif çevrelerde iyi anlaşılamayarak kaba bir panteizmle yorumlanması
ve bunun sonucu toplumda doğan kargaşalar yüzünden bu ağır ithamlara maruz
kaldığına şüp-50 he yoktur. Ama Suriye'ye hâkim bulunan Eyyûbi siyasi otoriteleri,
Şihâ-beddîn-i Sühreverdi'den esirgedikleri himayelerini ona bol bol vermişler ve bu
büyük mutasavvıfın hayatını olağan bir şekilde tamamlamasına imkân
tanımışlardır.180
IV. Zendeka ve İlhad Hareketleri Karşısında Siyasal Otorite
Emeviler'in son dönemiyle Abbasiler'in özellikle ilk iki yüzyılında çok dikkat çekici bir
biçimde ortaya çıkan, değişik çevrelerde değişik çehrelerle, değişik niteliklerle
görünen zendeka ve ilhad hareketlerine topluca bakıldığında, ortak bir nokta göze
çarpar: Bilhassa Abbasi döneminde hangi çevrede, hangi kategoriden olursa olsun
bütün bu hareketlere devlet tarafından en küçük bir müsamaha gösterilmeyip derhal
müdahale olunmuş, bazı insanlar yargı önüne çıkarılıp ölüme mahkûm edilmişlerdir.
Bunun anlamı herhalde şu olmalıdır: Zendeka, en azından Abbasiler devrinde, üstelik
daha ilk yüzyıldan itibaren, devlet tarafından yalnızca bu isnada muhatap olanları
ilgilendiren, onların şahsıyla sınırlı kalan sade bir inanç ve düşünce farklılığı olarak
algılanmamakta, eninde sonunda devletin otoritesine ve bütünlüğüne bir saldırı
olarak değerlendirilmektedir. Bu itibarla Abbasiler'in ilk zamanı, hilafet merkezinin
zendeka hareketlerine karşı sistemli mücadele yürüttüğü bir dönemi temsil ediyor.
Yukarıda anlatılanlara bakılırsa, bu mücadelenin, Halife el-Mansur zamanında
başlayıp özellikle el-Mehdi zamanında (775-785) kuvvetlendiği, el-Hâdi (785-786) ve
Harun er-Reşid (786-809) ile devam ettiği anlaşılıyor. Fakat kaynaklarda
görebildiğimiz kadarıyla, 755'lerden itibaren ortaya çıkan toplumsal ihtilalci hareketler
hariç tutulursa, entelektüel zendeka hareketlerine karşı devletin en şiddetli mücadele
döneminin 770-790 yılları arasına tesadüf ettiğini söyleyebiliriz. Bunun bir rastlantı
olmadığı, Abbasiler'in iktidarının ilk çeyrek yüzyılı gibi, eski dönemin kalıntılarını ve
arızalarını silme konusunda gösterilen katı politikaların yarattığı toplumsal
sarsıntıların ve siyasi bunalımların yoğun olduğu bir zaman dilimiyle çakıştığı, biraz
dikkat edilirse görülebilir.
Hatırlanacağı üzere, Emeviler'in son dönemlerinde görülen Zâd Hürmüz hareketi,
merkezi yönetimin dikkatini zendeka üzerine çekmiş, ilk defa o zaman, devlet
zendeka hareketlerinin kendisi için ne kadar tehlikeli olduğunu fark etmişti. Çok
geçmeden, zendeka devlete karşı işlenen en büyük suç olarak değerlendirildi. Verilen
cezaların ağırlığı kanaatimizce buradan kaynaklanıyor. Burada gözden kaçırılmaması
gereken asıl nokta şudur: Yaygın inanç sistemi (Sünni İslam) dışında, birtakım eski
inançlara referans veren İslami yorumlar olarak görünen zendeka, giderek çok tabii
bir şekilde, mevcut düzenin inanç ve toplumsal bütünlüğünü bozabilecek, bu yolla da
merkezi iktidarın gücünü ve otoritesini sarsabilecek siyasal bir tavra, bir siyasal
muhalefet biçimine dönüşmekteydi. Bunun böyle algılandığını gösteren çok tipik bir
belge, Emeviler devrinde yaşamış Kû-fe'li bir muhaddisin ağzından İbn Batta
vasıtasıyla kaydedilmiştir. İbn Batta'nın nakline göre Mansur b. el-Mu'temir (ö. 750)
adındaki bu mu-haddis şöyle diyordu:
Allah Âdem'i şeriatla gönderdi. Zendeka çıkıncaya kadar insanlar onun şeriatına
uydular. O zaman Adem'in şeriatı kayboldu. Sonra Allah Nuh'un şeriatım yolladı.
İnsanlar yeni bir zendeka onu ortadan kaldırıncaya kadar onunla amel ettiler. Sonra
Allah İbrahim'in şeriatını yolladı [Böylece Hz. İsa'ya kadar sayılır]. Sonra yeni bir
zendeka çıktı. Bunun üzerine Allah nihayet yeni bir şeriatla Muhammed'i yolladı.
Bunun da zendeka ile kaybolmasından korkuyoruz.181
L. Massignon zendekanın siyasal iktidara yönelik bir tehlike olarak algılanışını, Kutsal
Ruh'un hululü ile açıklıyor. Ona göre Kutsal Ruh, her hareketin liderine hulul etmekte,
bu ise siyasal iktidarın başına, yani halifeye karşı bir çeşit peygamber hüviyetinde,
gizli bir rakip anlamına gelmekteydi.182 Ancak burada L. Massignon'un, muhtemelen
el-Hallâc örneğinin tahlilinden yola çıkarak geliştirdiği bu hipotezin, büyük çapta
kitlesel zendeka hareketleri ve yöneticileri için geçerli olduğunu unutmamalıdır;
nitekim Ebû Müslim'in katlinden sonra Mâverâünnehir ve Horasan'da çıkarılan
ihtilaller ve bunların yöneticilerinin durumları L. Massig-non'u teyit ediyor. Yukarıda
da görüldüğü üzere, bu yöneticilerin hemen hepsi bu tür ilahi nitelikli karizmatik
şahsiyetlerdi.
İster bireysel, ister kitlesel olsun, siyasal iktidarın zendekayı kendi varlığına kasteden
bir tehlike olarak algılaması, onda bir korkunun doğmasına yol açmaktaydı. Bu,
gerçekten çok büyük bir korkumdu. Yukarıda zendeka ve ilhad teriminin
tarihçesinden bahsedilen kısımda isimlerini andığımız, zendeka akımlarına karşı
yazılan seri halindeki reddiyeler, bir bakıma İslam inancının bozulmadan
korunmasına yönelikse, bir bakıma da bu korkunun, dolayısıyla İslam devletinin
yıkılması endişesinin birer ürünü sayılabilir. Çünkü bu yıkımın engellenmesi inancın
bütünlüğünü sağlamaktan geçiyordu. Burada çarpıcı olan, bu bütünlük mücadelesinin
öteki iki kitaplı dine, Musevilik ve Hıristiyanlığa karşı değil, düalist İran dinlerine dayalı
İslam yorumlarına karşı verilmiş olmasıdır. İşte Emevi ve Abbasi döneminde devletin
zendeka ile mücadelesini ve bu mücadelenin şiddet derecesini bu çerçevede
anlamak ve değerlendirmek gerekir.
El-Mansur'un hilafeti sırasında İbnü'l-Mukaffa'ın idamıyla başlayan mücadele
döneminde el-Mehdi zamanının ayrı bir yeri vardır. Klasik ve-kayinamelere
bakıldığında, el-Mehdi'nin bu mücadeleyi hem polisiye, hem de fikri alanda paralel bir
şekilde yürüttüğü anlaşılıyor. Süyûti, ilk defa el-Mehdi'nin emriyle, zendeka ve ilhad
hareketlerine karşı yoğun bir telif faaliyetinin başladığını kaydeder.183 Yukarıda
işaret olunan reddiye edebiyatının en azından bir kısmı, bu tür emirlerin ürünü
olmalıdır.
El-Mehdi döneminin asıl dikkate değer yönü, zendeka hareketlerine karşı amansız bir
polisiye mücadelenin yürütülmüş olması ve bunun ku-rumlaştırılmasıdır. Klasik Arap
kaynaklarında, el-Mehdi'nin bizzat yürüttüğü bu mücadelenin tafsilatına dair çok ilginç
kayıtlar vardır. Mesela et-Taberi, el-İsfahâni ve İbn Kesir'in verdiği bilgilerden, el-
Mehdi'nin bazı şehirlerde sırf bu zendeka suçlularını takip etmek ve cezalandırmakla
yükümlü birer daire kurdurduğu, bunların başına sahibü'z-zenâdıka denilen birer
görevli tayin ettirip her türlü yetki ile donattığı görülüyor.184 Et-Ta-beri'ye göre el-
Mehdi, 163 (785-786) yılında muhtesib (yahut sahibü'z-ze-nâdıka) Abdü'l-Cebbar'ı
Halep yöresindeki zındıklara (zenâdıka) karşı geniş bir harekât yürütmekle
görevlendirmiş, yakalanan epeyce kalabalık bir grubu toptan öldürterek ele geçen
kitaplarını bıçaklarla parçalatmak suretiyle imha ettirmiştir.185 H. 167'de (783-784)
yine geniş çaplı bir harekâtla, bu defa sahibü'z-zenâdıka Ömer el-Kelevâzi, pek çok
zındık yakalayıp öldürtmüştür. Mesela bu arada eski Halife el-Mansur'un daha önce
bahsi geçen kâtiplerinden Yezid b. el-Feyz'i de yakalayıp hapse atmışlarsa da o
kaçıp kurtulmayı becermiştir.186 Basra'daki sahibü'z-zenâdıka Ham-deveyh'in ise
çok geniş bir harekâtı gerçekleştirdiği anlaşılıyor. Hatırlanacağı üzere, ünlü şair
Beşşar b. Burd'u kamçılatarak öldürten de odur.187 El-Mehdi'nin zındıklara karşı bu
amansız tavrı o kadar vazgeçilmez bir tutkuydu ki, kaynakların ifadesine göre, oğlu
Musa'ya (el-Hâdi) da onlarla mücadeleden vazgeçmemesini hararetle vasiyet etmişti.
Gerçekten de el-Hâdi sözüne sadık kalmış ve babasının politikasını aynı şiddette
sürdürmüştür.188 El-Hâdi mesela H. 169'da (785-786) da geniş çaplı bir zendeka
harekâtını yürütmüş, pek çok zındıkı tutuklayıp idam ettirmiştir.189
Zenâdıkaya karşı mücadele, el-Mehdi dönemindeki kadar şiddetli olmasa da, Harun
er-Reşid zamanında da sürdü. Hatta yeni halife daha tahta çıktığı ilk gün bu
mücadeleyi başlattı. Tahta çıkışı dolayısıyla ilan ettiği genel aftan özellikle hapisteki
zındıkları yararlandırmadı.190 Kendisine uzun yıllar hizmet eden Bermekîler'i ise
zendeka isnadıyla nasıl ortadan kaldırdığına daha önce temas olunmuştu.191
El-Me'mun (813-833) zendeka ile mücadelede kurumlaşmayı daha ileri götürdü.
Onun, felsefi eğilimleri sebebiyle Mutezile mezhebini devlet mezhebi olarak ilan
ettikten sonra, buna muhalefet edenleri sindirmek ve cezalandırmak için (Batılı
tarihçilerin bir çeşit engizisyon olarak değerlendirdikleri) meşhur Mihne'yi kurduğu çok
iyi bilinir.192 Hatta Ahmed b. HanbePin de burada, sırf Mûtezîle'ye karşı Sünniliği
savunduğu için maruz bırakıldığı işkenceler de malumdur. İşte el-Me'mun bu Mihne
kurumunu aynı zamanda zendeka hareketlerine karşı da çalıştırmıştı. Nitekim P. K.
Hitti bunu zendekaya karşı ilk teşkilatlı, sistematik tahkikat ve ceza kurumu olarak
değerlendirir.193 Yakalanan zındıklar kalabalık gruplar halinde Mihne'yc sevk
ediliyor, burada sorgulanıp yargılandıktan sonra itham vaki görülmezse salıveriliyor,
aksi halde derecesine göre hapis veya idam cezasına çarptırılıyorlardı.194
El-Me'mun'dan sonra el-Mu'tasım (833-842), el-Mu'tazıd (892-902) ve el-Mustazhır
(1094-1118) devirlerinde de, eskisi kadar şiddetli olmamakla beraber, zendeka ve
Dostları ilə paylaş: |