Osmanlica lügat



Yüklə 11,57 Mb.
səhifə131/181
tarix17.11.2018
ölçüsü11,57 Mb.
#83297
1   ...   127   128   129   130   131   132   133   134   ...   181

NÜFUŞ (NEFÂŞ) Yabana yayılmak. * Davarların geceleyin yayılıp çobansız otlamaları.

NÜFUZ Sözü geçer olmak, sözü dinlenmek. * Vücudundan işleyip geçmek. İçine alan.

NÜFZ Arka ve kürek eti.

NÜFZA Bir yere saçılmış veya dökülmüş olan kan.

NÜGAK (NAGİK) Çobanın koyuna çağırıp haykırması.

NÜH f. Dokuz.

NÜHA Yüksek olmak. * Miktar. * Bir kimse hakkında olan yasak ve men.

NÜHAB Deve öksürüğü.

NÜHAK Eşek anırtısı.

NÜHALE Kepek.

NÜHAM Bir kuş cinsi.

NÜHAME Tükrük.

NÜHAS Bakır. * Duman. (Bak: Nuhâs)

NÜHAT Mağrur ve kibirli kimse. Kendini beğenmiş insan.

NÜHATE Yonga. Talaş.

NÜHAZ Yokuş. * Güç yer.

NÜHAZ Deve öksürüğü. * Devenin göğsünde olan bir hastalık.

NÜHBE Gadapla ve kahirle cebren alınan mal.

NÜHBE (C.: Nuheb) Her nesnenin iyisi.

NÜHBUR (C.: Nehâbir) Kum yığını.

NÜHS Kuş ismi.

NÜHS Dağ.

NÜHU' Kusmak.

NÜHUD (Nühuz) Kalkmak, kıyam etmek, yerinden yükselmek. * Şiddetle muharebe etmek.

NÜHUD Atın iri gövdeli olması.

NÜHUL Arık, zayıf olmak. * Arılar. Bal arıları. (Bak: Nuhul)

NÜHUR (Nahr. C.) Kurbanlar.

NÜHUR Akarsular, nehirler, ırmaklar.

NÜHUR f. Göz, basar, ayn.

NÜHUR Ayların evvelleri.

NÜHUSET Yaramazlık, uğursuzluk. (Mübârek'in zıddı)

NÜHUST f. İlk gelen, evvel doğan, evvelki olan.

NÜHUZ Hareket etme, deprenip kalkma.

NÜHÜFT f. Saklı, gizli.

NÜHÜFTE f. Saklı, gizli.

NÜHÜFTEGÎ f. Gizlilik, saklılık.

NÜHÜM f. Dokuzuncu.

NÜHÜVE (Et) çiğ olmak.

NÜHYE (C.: Nühâ) Akıl. * Gayet. Son.

NÜHZA Devenin göğsünde olan bir hastalık.

NÜHZE Fırsat.

NÜKAF Deveyi öldüren bir verem.

NÜKAH Tatlı soğuk su.

NÜKAS Devenin dudağında olan bir hastalık.

NÜKAT (Bak: Nikât- Nüket)

NÜKET (Nükte. C.) Nükteler. Herkesin anlayamıyacağı ince mânâlı ve zarif sözler.

NÜKHET Râyiha. Ağız kokusu. * Günahlı sözler. Hoş olmayan günah olan söz, kelime.

NÜKKE Zayıflıktan dolayı sesi çıkmayan deve.

NÜKR Anlayışı, fikri, ferâseti iyi olmak. * Zorluk. * İnkâr.

NÜKRE Bilinmezlik. * Zorluk, güçlük. * Kabile ismi.

NÜKS Hastalığın geri dönmesi, depreşmesi.

NÜKTE İnce mânalı söz, idraki ve anlaşılması nezâket ve zarifliğe dayanan nazik husus. İbarenin asıl mânasından başka olan nazik ve lâtif mânâ, dikkatle anlaşılabilen ince mânâ. * Yere ağaçla vurup eser bırakmak.

NÜKTE-ÂMİZ f. Nükte karıştıran.

NÜKTEBÎN f. İnceliği gören, nükteyi anlıyabilen. Kavrayışlı, anlayışlı, zeki.

NÜKTEDÂN f. Nükte bilen. İnce ve zarif kimse.

NÜKTEDÂNÎ Nüktecilik, nüktedanlık.

NÜKTEDÂR f. Nükteli söz söyleyen. Nükteli konuşan.

NÜKTEGU f. Nükteli konuşan, nükteli söz söyleyen.

NÜKTEGUYÎ f. Nükteli konuşma. Nükteli söz söyleme.

NÜKTEPERDAZ (C.: Nükteperdâzân) f. Nükteli söz söyleyen, nükteli konuşan.

NÜKTEPİRA f. Nükteye süs veren.

NÜKTESENC (C.: Nüktesencân) f. Nükteyi değerlendiren. Nükteden anlayan. Nükteyi yerinde kullanan.

NÜKTEVER f. Nükteyi anlamakta mâhir olan, nükte bilen.

NÜKU' Kısa boylu kadın.

NÜKUB Rücu' etmek, geri dönmek. * Udul etmek, ayrılmak. * (Nekbet. C.) Tâlihsizlikler, şanssızlıklar. Felâketler, musibetler, düşkünlükler.

NÜKUL Vazgeçme, geri dönme, cayma.

NÜKUS Ardına dönmek.

NÜLK Alıç adı verilen dağ yemişi.

NÜMA f. Gösteren veya gözüken mânasında olup, birleşik kelimeler yapılır.

NÜMAYAN f. Görünen, aşikâr olan, gözükücü olan. Parlayan.

NÜMAYANTER f. Fazla görünen, en çok görünen.

NÜMAYENDE f. Gösterici.

NÜMAYİŞ .f Görünüş, gösteriş, dış görünüş. Gösteri.

NÜMAYİŞGÂH f. Gösteri yeri.

NÜMAYİŞKÂR f. Gösterişli.

NÜMRUK (NÜMRUKA) (C.: Nemârık-Nemârıka) Yüz yastığı.

NÜMUD f. Gösteren, görünen, benzeyen.

NÜMUDAR f. Görünen. * Nümune, örnek.

NÜMUDE f. Görünmüş, gösterilmiş, gözükmüş.

NÜMUN f. Gösteren, benzer, müşabih olan.

NÜMUNE f. Örnek, misâl, misal olarak gösterilen. Düstur ve misâl olacak şey.

NÜMUNE-İ İMTİSAL Örnek tutulacak şey.

NÜMUNEHANE f. Nümunelik şeylerin konulduğu yer. * Müze.

NÜMUR (Nimr. C.) Kaplanlar.

NÜMUZEC Enmuzec. Örnek, nümune, misal.

NÜMÜVV Bereketlenip artmak. * (Canlılarda) büyümek, yetişmek, gelişmek.

NÜMÜVV-Ü TABİÎ Normal şartlar altında büyüyüp gelişme.

NÜMY Pul.

NÜSAFE Buğdaydan ayrılan saman.

NÜSAH Nüshalar, sahifeler, yazılı şeyler.

NÜSAL Hayvandan dökülen tüyler.

NÜSARE Saçılan şey. * Yemek döküntüsü.

NÜSHA (C.: Nüsah) Yazılı şey. Yazılı bir şeyden çıkarılan suret. * Muska, duâlı kâğıt. * Gazete ve dergilerde (sayı).

NÜSHA-İ KÜBRA Büyük sahife. Kâinat, dünya, çok manayı ifade eden âlem.

NÜSHA-İ SUĞRA Küçük sahife, küçük nüsha. Küçük mâna ifade eden, küçük mahluk, âlemin küçük bir nüshası mânasında insan.

NÜSHATEYN İki nüsha.

NÜSU' Diş etlerinin sıyrılarak dişlerin meydana çıkması.

NÜSUL Tüy dökme.

NÜSUR (Nesr. C.) Nesirler, manzum olmayan yazılar. Dağıtmalar. * Çok çocuk doğuran kadın.

NÜSUR (Nesr. C.) Kartallar. Akbabalar (kuş).

NÜSÜK (Nüsk) Allah için ibadet etmek.

NÜSÜSE Kurumak.

NÜŞAB (Nüşabe. C.) Oklar. Temrenli oklar.

NÜŞABE (C.: Nüşab) Ok. Temrenli ok.

NÜŞAFE Sütü sağdıklarında üzerine gelen köpük.

NÜŞARE Kesilen ağaçtan dökülen talaş, yonga.

NÜŞBE Sırnaşık. Ciddi olmayan adam.

NÜŞHAR f. Geviş.

NÜŞK Buruna birşey koymak. * Koklamak.

NÜŞKA Davarın boynuna takılan ip.

NÜŞRE Sihir, efsun.

NÜŞU' İlâç içirmek.

NÜŞUB Dühul etmek, girmek, dâhil olmak. * İlgilendirmek, alâkalandırmak, taalluk etmek.

NÜŞUH Az miktar su.

NÜŞUK Buruna çekilen ilâç, toz, enfiye vs. * Buruna çekme.

NÜŞUR Neşirler. * Yaymalar, dağıtmalar. * Öldükten sonraki dirilmeler.(Nüşur, neşir gibi bâzan müteaddi, bâzan lâzım olur. Müteaddi olursa bir şeyi açıp yaymak mânasına gelir ki, lisanımızda neşr ve neşriyat ve menşur bu mânadandır. Bunun lâzımına intişar denilir, lâzım oldukları zaman ise ölmüş bir şeyin dirilip kalkması mânasınadır ki, Kur'anda nüşur, ekseriyetle bu mânayadır. (E.T.)

NÜŞUS (NEŞS) Yüksek olmak, yücelmek. * Nefret etmek.

NÜŞUT Tohumun baş vermesi, uç göstermesi.

NÜŞUTA Devenin ayağındaki ilmikli düğüm. (İcabına göre çekip uzatılarak çözülür.)

NÜŞUZ Yüksek olmak, yücelmek. * Kadının, erkeğinden kaçıp nefret etmesi.

NÜŞUZE Kadının, kocasından nefret edip kaçması. * Fık: Kocasına karşı üstünlük iddia eden kadın.

NÜTAC Doğurmak. * Gebe devenin karnındaki yükü.

NÜTU Yumru, çıkıntı. * Yumruluk.

NÜTUC Doğurucu hayvan. * Doğurması yakın olan.

NÜUB Seri seyir.

NÜUME Yumuşaklık.

NÜUT (Bak: Nuut)

NÜÜTÎ (C.: Nevat) Gemi reisi, kaptan.

NÜV' Açlık.

NÜVAH Ölü için sesle ağlama.

NÜVAHT f. Çalgı çalma.

NÜVAT (Nüve. C.) Nüveler, çekirdekler.

NÜVATÎ (C.: Nüvâta) Gemici, mellah.

NÜVAZ f. "Okşayıcı, taltif edici, iyi edici" mânâsına kelimenin sonuna gelebilir.

NÜVB Bir siyahi kabile adı. * Bal arısı sürüsü.

NÜVBE Yetişmek. * Siyahi bir kabile.

NÜVE Çekirdek, asıl, menba. (Sayısız hatemlerden canlı mahlukata vaz' edilen hayat hâtemine bakınız. Evet canlı bir mahluk, câmiiyeti itibariyle kâinata küçük bir misaldir. Şecere-i âleme güzel ve tatlı bir meyvedir. Kevn ve vücuda bir nüvedir ki; Cenab-ı Hak o nüvede pek çok âlemlerin örneklerini dercetmiştir. Sanki o zihayat, gayet hakîmane muayyen nizamlar ile bütün vücutlardan sağılmış bir katre veya bir noktadır. Bu itibarla bir zihayatı halketmek, bütün kâinatı yed-i tasarrufuna alan Cenab-ı Hak'tan maada hiçbir şeye isnad edilemez. M.N.)

NÜVEYT Çekirdekçik.

NÜVİD f. Müjde, beşaret. Hayırlı haberlerle tebşir.

NÜVİD-İ VASL (Nevid-i vasl) Kavuşma müjdesi.

NÜVİS f. Yazan, yazıcı.

NÜVİSENDE f. Yazıcı, kâtib.

NÜVİŞT f. Yazılı, yazılmış. * Mektub.

NÜVNE Çene çukuru.

NÜVRE Alçı taşı. * Kireçten yapılan.

NÜVVAR (C.: Nevâre) Ağaç çiçeği.

NÜY'E Ham ve çiğ olmak.

NÜYUB (Nâb. C.) Azı dişleri.

NÜZ' Erkek ister kösnek davar.

NÜZA Koyunda olan öldürücü bir hastalık.

NÜZERA (Nezir. C.) Doğru yola getirmek için korkutmalar.

NÜZFE (C.: Nüzüf) Az miktar, cüz'î.

NÜZHET f. İç açıklığı, safa, eğlenme, gönül ferahlığı. * Temizlik, paklık. * Karışık, bulaşık ve kalabalık yerlerden uzak olmak. Buud.

NÜZHET-EFZÂ f. Eğlenceli ve gönül açacak yer.

NÜZHET-FEZÂ (Bak: Nüzhet-efza)

NÜZHET-GÂH Seyir yeri, gezinti, eğlence yeri.

NÜZHET-PEZİR f. Safa ve neşe bulmuş olan.

NÜZL (C.: Enzâl) Konak yeri. * Misafir için hazırlanan yemek.

NÜZU' Çekilmiş. * Su çeken deve.

NÜZUL İniş, inmek, aşağı inmek, konaklamak. * Nüzül, felç hastalığı. * Hacıların Mina'ya gelip konaklamaları.

NÜZUL-İ SEFİNE Geminin denize inişi.

NÜZUR (Nezir.C.) Nezirler, adaklar. (Bak: Nezr)

NÜZUR Korkutmak.

NÜZÜ' (NEZ') İfsad etmek, bozmak, aldatmak, yaramaz nesneye kandırmak.

NÜZZAR (Nâzır. C.) Bakanlar. Nâzırlar.

OBA Ev biçimi, birkaç direkli, uzun bölüntülü keçeden yapılmış göçebe çadırı. * Çadırlardan müteşekkil küçük topluluk. * Göçebe ailesi. Çadır halkı.

OBJEKTİF Fr. Hakikatı olduğu gibi aksettiren. * Fotoğraf makinası ve dürbün gibi cihazlardaki mercekler. * Gaye. * Fls: Varlıkla alâkalı.

OBÜS Ask: Dikey veya dalıcı atış yapabilen, oldukça kısa namlulu top. Obüsler Milâdi 16. asırda icad olunmuştur. Bir mânianın arkasında bulunan ve bu sebeple doğruca görülemeyen düşman mevzilerinin yüksek münhanilerle aşırılmak suretiyle endaht yapmak maksadıyla icad edilmiştir.

OCAK İMAMI Tar: Yeniçeri Ocağı'nın imamı. Cami-i Miyane adını alan ve ilkin mescid halinde bulunan Orta camii, Hicri 1000 senesinde büyütülerek cami haline getirilmiştir. Camiin imamı, hatibi, müezzini, muarrifi ve kayyumu vardı. İmam, Yeniçeriler arasında okuyup yazan ve tahsil görenlerden seçilirdi.

OD t. Ateş, nar.

OFİS Fr. Yazıhane, daire, büro.

OĞLAK Keçi yavrusu.

OK Yay veya keman denilen kavis şeklinde bükülmüş bir ağaç çubuğa gerili kirişe takılarak uzağa atılan ucu sivri demirli ince ve kısa değneğe verilen addır. Ok, silâhın icadından evvel insanlar tarafından kullanılmış ise de, en büyük mahareti Türkler, Araplar göstermişlerdir. (O.T.D.S.)

OKİYYE (Veya hemzenin hazfı ile "Vekiyye") Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Yerlere ve muhitlere göre değişir. Dörtyüz dirhem ağırlık. Yedi miskal veya kırk dirhem ağırlık. Şer'an kırk dirhem kabul edilmiş. En tanınmışı dörtyüz dirhemdir. (Bak: Direm)

OKKA t. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Dörtyüz direm ağırlık. Okiyye. (Bak: Direm)

OKYANUS Büyük deniz. Bahr-ı muhit. * Arapça büyük lügat kitabı.

OLİGARŞİ Yun. Siyasi iktidarın, bir zümreden olan kişilerin elinde bulunması.

OPERASYON Fr. Bir cerrahın canlı bir vücut üzerinde yaptığı cerrahi müdahale. Ameliyat.

ORAN Ölçü, mikyas. * Biçim, tenasüb, endam. * Tahmin, keşif.

ORDU t. Bir devletin dinini, namusunu, vatan ve istiklâlini her çeşit yabancı taarruz ve tecavüzüne karşı koruyan askerî en büyük üç kuvvetten biri. Hava Ordusu, Deniz Ordusu, Kara Ordusu gibi. * En büyük askerî birlik. * Aynı iman ve düşünce sahiplerinin faaliyette olanlarının hepsi. (Maarif Ordusu, İlim Ordusu gibi mecazî olarak da söylenir.)

ORDU-YU MÜBLÂ Perişan edilmiş, dağıtılmış ordu.

ORDU (URDU) DİLİ Pakistan'da Müslümanların konuştukları Arapça, Türkçe, Farsça ve Hintçeden müteşekkil olan dil.

ORDUGÂH f. Ordunun konakladığı yer. Açıkta konaklayan ordunun konaklama yeri.

ORGAN t. Uzuv. Canlılarda belli bir vazifeyi yapmak için bir arada yaratılmış nesiclerin teşkil ettiği vücud parçası. (El, ayak, baş, göz.. gibi) * Bir fikre, bir gayeye hizmet için çalışan. * Âlet.

ORGANİZASYON Fr. Düzenleme, hazırlama, tanzim. * Teşkilât.

ORHAN GAZİ (Mi: 1288 - 1359) Osmanlı Devletinin kurucusu olan Babası Osman Gazi vefat edince (1326) Onun yerine tahta geçti. Onu yetiştiren, Hocası Şeyh Edebâli idi. Genç yaşta gazi akıncılar arasına karıştı, çok cesur ve atılgandı. Akıncı Gaziler onun oğlu Süleyman Paşa kumandasında Rumeli'ye geçtiler. Türbesi Bursa'dadır. (R. Aleyh)

ORİJİNAL Fr. Bir şeyin aslı. Tuhaf, garib hâli olan. * Değişik. * Nev'i şahsına mahsus, kendine mahsus. * Vasıf ve keyfiyetleri cihetinden benzerlerinden ayrı ve üstün. * Bir nümuneye göre olan.

ORSA Yelkenleri mümkün olduğu kadar rüzgârın estiği cihete yaklaştırarak seyretmek hâli. * Geminin sol tarafı, iskele.

ORTODOKS Yun. İtalya'daki Papalığa bağlı olmayıp, İstanbul'daki Fener Patrikhanesine bağlı Hristiyan. Doğu kilisesine ve an'anelerine sıkı sıkıya bağlı Hristiyanların mezhebi.

ORUÇ (Bak: Savm - Ramazan)(Oruç en gafillere ve mütemerridlere za'fını ve aczini, fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtası ile midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkata muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin fir'avunluğunu bırakıp kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise... M.)

OSMAN (R.A.) Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en yakın sahabelerinden, Aşere-i Mübeşşere'den ve İslâmiyet için en çok fedakârlık gösterenlerdendir. Hz. Talha ve Zübeyr'den evvel imana geldi, iman edenlerin beşincisi oldu. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın üçüncü halifesi ve damadıdır. Hazret-i Osman (R.A.) çok zengindi. Bütün malını Peygamberimiz ve İslâmiyet için feda etti. Çok hayâ ve hilm sahibi idi. Peygamberimizin (A.S.M.) iki kızı ile evlenmek nasib olduğu için kendisine "Zinnureyn" nâmı da verilmiştir. Hz. Ebu Bekir'in (R.A.) toplayıp cem'ettiği Kur'ân-ı Kerim nüshalarını teksir ederek mühim merkez ve vilâyetlere gönderdi. Sekseniki yaşında şehid edildi. (R.A.)

OSMANÎ (Osmaniye) Osman'a ait, mensup. * Osmanlı devletine mensup. Osmanlılarla alâkalı. Osman oğullarına ait.

OSMANİYÂN (Osmanî. C.) Osmanlılar.

OSMANLI Osmanlı Devleti teb'asından olan. * Anadolu Selçuklu Devleti'nin Bizans sınırındaki Beyliğin reisi olan Ertuğrul Bey'in vefatından sonra, Mi: 1288'de yerine geçen Osman Beyin kurduğu devlete mensup olan.

OSMANLICA Osmanlıların konuştuğu dil olup, Türkçe, Arapça ve Farsçadan müteşekkildir.

OST (Bak: Heme ost)

OTAĞ Padişahlarla vezirlere mahsus çadırlar. Bunlardan padişahlarınkine "Otağ-ı Hümayun", sadrazamınkine ise "Otağ-ı Asafî" denilirdi.

OTOMATİK Fr. Kurularak veya vakti gelince harekete geçen, işleyen.

OTORİTE Fr. Kumanda etme hakkı, itaat ettirme iktidarı. * İdari veya siyasi iktidar. * Muhakemeleri veya doktrini umumiyetle doğru olarak kabul edilen ve bir sahada derinleşmiş olan şahıs veya eser.

OZAN t. Edb: Eski Türk şâiri ve âlimi.



ÖMER (R.A.) Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.) ikinci halifesi, Aşere-i Mübeşşere'den ve sahabenin en büyüklerindendir. Çok âdil, âbid, zâhid ve merhametli idi. Fakirce yaşadı. Adaleti, şecaat ve cesareti, İlâ-yı Kelimetullah için fedakârlığı meşhurdur. Çok Hadis-i Şeriflerle medhedildi. Zamanında çok fütühat ve ilerleme kaydedildi. Hilâfeti esnasında bütün Âlem-i İslâm, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın devrindeki gibi huzur ve rahat içinde yaşadı. Onbuçuk sene yedi gün, dünyada hiç kimseye nasib olmayan bir adâlet içinde halifelik yaptı, 63 yaşında iken şehid edildi. (R.A.)Hak ile bâtılı ayırmada çok mâhir olduğundan Resül-ü Ekrem (A.S.M.) kendisine Ömer-ül Fâruk ismini vermiştir.Bir zaman Hz. Ömer Radıyallâhü Anhu demiştir ki: Üç şey olmasa Hazret-i Kibriya'ya göçmek isterdim:1- Allah yolunda yürümek.2- Alnını toprağa sererek secde etmek.3- En güzel semereleri toplar gibi, sözün güzelini veren insanlarla sohbet etmek.

ÖMER BİN FARID (M. 1180-1234) Kahire'de doğdu ve orada vefat etti. Mütefekkir ve mutasavvıf olup büyük şâirlerdendir. Divanı vardır.

ÖMER HAYYAM Çadırcı Ömer mânâsında olan bu kelime, İran'ın meşhur hayâlperest ve içkiden çok bahseden bir şâirinin adıdır.

ÖMER İBN-İ ABDÜLAZİZ (Hi: 60-101) Emevî Devleti halifelerinden olup Hz. Ömer'in ahfadındandır. Siyaset âleminde bir dâhi ve adâlette bir ikinci Hz. Ömer'di. Malatya'yı Rumlardan yüzbin esir mukabilinde satın aldı. Zehirlenerek şehid edildi. (R. Aleyh)

ÖMR Yaşama, hayat, yaşayış.

ÖMR-Ü CAHİM Cehennem hayatı.

ÖMR-Ü CÂVİD Ebedî hayat.

ÖMR-Ü GÜZEŞTE Geçmiş ömür. Geçmiş hayat.

ÖMR-Ü HAZİN Hazin ömür. Hüzünlü hayat.

ÖMR-Ü SÂNİ İkinci hayat, âhiret hayatı.

ÖMR-Ü TAVİL Uzun ömür.

ÖMR-Ü ZÂİL Geçici ömür, fani hayat.

ÖMRE (Bak: Umre)

ÖRF İnsanlar arasında güzel görülmüş, red ve inkâr edilmeyip mükerreren yapılagelmiş olan şeydir. Bu kelime; ihsan, ma'ruf, cud, sehâ, bezl ve atâ olunan, atiyye, tanımak, bilmek, biliş, ikrar eylemek, arka arkaya tetebbu ve tevâli etmek, Allah (C.C.) tarafından ulülemre ve Sultana tevdi' olunan hüküm, müstahsen, yani Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) iyi gördüğü şeyler, gibi mânalara gelir. * Fık: Şer'an ve şeriata bağlı. Akl-ı selim sahiplerince müstahsen olup münker olmayan şey demektir. Örf, şeriata eğer muhalif olursa, gayr-i meşru olur, onunla amel edilmez ve onun izâlesi lâzım gelir.

ÖRF-İ NÂS f. İnsanların âdet edindikleri, beğendikleri alışkanlık hâlleri, an'aneleri ve telâkkileri.

ÖRFEN Örf bakımından, âdetlere göre.

ÖRFÎ Âdete âit ve onunla alâkalı.

ÖRFÎ İDARE (İdare-i örfî) Askerî kuvvete ihtiyacı gerektiren ve cemiyet hayatında zuhur eden müşkil hallerde vaktin icablarına göre ve vaziyet düzelinceye kadar sivil idare yerine askeri idare konması. Sıkı yönetim.

ÖRFİYAT Örf, âdet ve geleneğe bağlı olan şeyler.

ÖŞÜR Ondalık, onda bir. Mahsullerden, Kur'an-ı Kerim hükümlerince onda bir olarak alınan zekât.

ÖŞR-Ü MİŞAR Onda birin onda biri, yâni yüzde bir.

ÖŞR-Ü MİŞAR-I AŞİR Binde bir.

ÖZÜR Bir kusurun afvı için gösterilen sebep. * Bahane, sebep. * Mâni, engel. Kusur, nakise, sakatlık. * Fevz. Zafer. * Bir adamın kusur ve kabahatinin çok olması. * Fık: Abdesti bozucu ve devamlı olan şey.

ÖZÜRHÂH f. Özür dileyen. Özür dileyerek affını isteyen.

ÖMER (R.A.) Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.) ikinci halifesi, Aşere-i Mübeşşere'den ve sahabenin en büyüklerindendir. Çok âdil, âbid, zâhid ve merhametli idi. Fakirce yaşadı. Adaleti, şecaat ve cesareti, İlâ-yı Kelimetullah için fedakârlığı meşhurdur. Çok Hadis-i Şeriflerle medhedildi. Zamanında çok fütühat ve ilerleme kaydedildi. Hilâfeti esnasında bütün Âlem-i İslâm, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın devrindeki gibi huzur ve rahat içinde yaşadı. Onbuçuk sene yedi gün, dünyada hiç kimseye nasib olmayan bir adâlet içinde halifelik yaptı, 63 yaşında iken şehid edildi. (R.A.)Hak ile bâtılı ayırmada çok mâhir olduğundan Resül-ü Ekrem (A.S.M.) kendisine Ömer-ül Fâruk ismini vermiştir.Bir zaman Hz. Ömer Radıyallâhü Anhu demiştir ki: Üç şey olmasa Hazret-i Kibriya'ya göçmek isterdim:1- Allah yolunda yürümek.2- Alnını toprağa sererek secde etmek.3- En güzel semereleri toplar gibi, sözün güzelini veren insanlarla sohbet etmek.

ÖMER BİN FARID (M. 1180-1234) Kahire'de doğdu ve orada vefat etti. Mütefekkir ve mutasavvıf olup büyük şâirlerdendir. Divanı vardır.

ÖMER HAYYAM Çadırcı Ömer mânâsında olan bu kelime, İran'ın meşhur hayâlperest ve içkiden çok bahseden bir şâirinin adıdır.

ÖMER İBN-İ ABDÜLAZİZ (Hi: 60-101) Emevî Devleti halifelerinden olup Hz. Ömer'in ahfadındandır. Siyaset âleminde bir dâhi ve adâlette bir ikinci Hz. Ömer'di. Malatya'yı Rumlardan yüzbin esir mukabilinde satın aldı. Zehirlenerek şehid edildi. (R. Aleyh)

ÖMR Yaşama, hayat, yaşayış.

ÖMR-Ü CAHİM Cehennem hayatı.

ÖMR-Ü CÂVİD Ebedî hayat.

ÖMR-Ü GÜZEŞTE Geçmiş ömür. Geçmiş hayat.

ÖMR-Ü HAZİN Hazin ömür. Hüzünlü hayat.

ÖMR-Ü SÂNİ İkinci hayat, âhiret hayatı.

ÖMR-Ü TAVİL Uzun ömür.

ÖMR-Ü ZÂİL Geçici ömür, fani hayat.

ÖMRE (Bak: Umre)

ÖRF İnsanlar arasında güzel görülmüş, red ve inkâr edilmeyip mükerreren yapılagelmiş olan şeydir. Bu kelime; ihsan, ma'ruf, cud, sehâ, bezl ve atâ olunan, atiyye, tanımak, bilmek, biliş, ikrar eylemek, arka arkaya tetebbu ve tevâli etmek, Allah (C.C.) tarafından ulülemre ve Sultana tevdi' olunan hüküm, müstahsen, yani Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) iyi gördüğü şeyler, gibi mânalara gelir. * Fık: Şer'an ve şeriata bağlı. Akl-ı selim sahiplerince müstahsen olup münker olmayan şey demektir. Örf, şeriata eğer muhalif olursa, gayr-i meşru olur, onunla amel edilmez ve onun izâlesi lâzım gelir.

ÖRF-İ NÂS f. İnsanların âdet edindikleri, beğendikleri alışkanlık hâlleri, an'aneleri ve telâkkileri.

ÖRFEN Örf bakımından, âdetlere göre.

ÖRFÎ Âdete âit ve onunla alâkalı.

ÖRFÎ İDARE (İdare-i örfî) Askerî kuvvete ihtiyacı gerektiren ve cemiyet hayatında zuhur eden müşkil hallerde vaktin icablarına göre ve vaziyet düzelinceye kadar sivil idare yerine askeri idare konması. Sıkı yönetim.

ÖRFİYAT Örf, âdet ve geleneğe bağlı olan şeyler.

ÖŞÜR Ondalık, onda bir. Mahsullerden, Kur'an-ı Kerim hükümlerince onda bir olarak alınan zekât.

ÖŞR-Ü MİŞAR Onda birin onda biri, yâni yüzde bir.

ÖŞR-Ü MİŞAR-I AŞİR Binde bir.

ÖZÜR Bir kusurun afvı için gösterilen sebep. * Bahane, sebep. * Mâni, engel. Kusur, nakise, sakatlık. * Fevz. Zafer. * Bir adamın kusur ve kabahatinin çok olması. * Fık: Abdesti bozucu ve devamlı olan şey.

ÖZÜRHÂH f. Özür dileyen. Özür dileyerek affını isteyen.

ÖMER (R.A.) Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.) ikinci halifesi, Aşere-i Mübeşşere'den ve sahabenin en büyüklerindendir. Çok âdil, âbid, zâhid ve merhametli idi. Fakirce yaşadı. Adaleti, şecaat ve cesareti, İlâ-yı Kelimetullah için fedakârlığı meşhurdur. Çok Hadis-i Şeriflerle medhedildi. Zamanında çok fütühat ve ilerleme kaydedildi. Hilâfeti esnasında bütün Âlem-i İslâm, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın devrindeki gibi huzur ve rahat içinde yaşadı. Onbuçuk sene yedi gün, dünyada hiç kimseye nasib olmayan bir adâlet içinde halifelik yaptı, 63 yaşında iken şehid edildi. (R.A.)Hak ile bâtılı ayırmada çok mâhir olduğundan Resül-ü Ekrem (A.S.M.) kendisine Ömer-ül Fâruk ismini vermiştir.Bir zaman Hz. Ömer Radıyallâhü Anhu demiştir ki: Üç şey olmasa Hazret-i Kibriya'ya göçmek isterdim:1- Allah yolunda yürümek.2- Alnını toprağa sererek secde etmek.3- En güzel semereleri toplar gibi, sözün güzelini veren insanlarla sohbet etmek.

ÖMER BİN FARID (M. 1180-1234) Kahire'de doğdu ve orada vefat etti. Mütefekkir ve mutasavvıf olup büyük şâirlerdendir. Divanı vardır.

ÖMER HAYYAM Çadırcı Ömer mânâsında olan bu kelime, İran'ın meşhur hayâlperest ve içkiden çok bahseden bir şâirinin adıdır.

ÖMER İBN-İ ABDÜLAZİZ (Hi: 60-101) Emevî Devleti halifelerinden olup Hz. Ömer'in ahfadındandır. Siyaset âleminde bir dâhi ve adâlette bir ikinci Hz. Ömer'di. Malatya'yı Rumlardan yüzbin esir mukabilinde satın aldı. Zehirlenerek şehid edildi. (R. Aleyh)

ÖMR Yaşama, hayat, yaşayış.

ÖMR-Ü CAHİM Cehennem hayatı.

ÖMR-Ü CÂVİD Ebedî hayat.

ÖMR-Ü GÜZEŞTE Geçmiş ömür. Geçmiş hayat.

ÖMR-Ü HAZİN Hazin ömür. Hüzünlü hayat.

ÖMR-Ü SÂNİ İkinci hayat, âhiret hayatı.

ÖMR-Ü TAVİL Uzun ömür.

ÖMR-Ü ZÂİL Geçici ömür, fani hayat.

ÖMRE (Bak: Umre)

ÖRF İnsanlar arasında güzel görülmüş, red ve inkâr edilmeyip mükerreren yapılagelmiş olan şeydir. Bu kelime; ihsan, ma'ruf, cud, sehâ, bezl ve atâ olunan, atiyye, tanımak, bilmek, biliş, ikrar eylemek, arka arkaya tetebbu ve tevâli etmek, Allah (C.C.) tarafından ulülemre ve Sultana tevdi' olunan hüküm, müstahsen, yani Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) iyi gördüğü şeyler, gibi mânalara gelir. * Fık: Şer'an ve şeriata bağlı. Akl-ı selim sahiplerince müstahsen olup münker olmayan şey demektir. Örf, şeriata eğer muhalif olursa, gayr-i meşru olur, onunla amel edilmez ve onun izâlesi lâzım gelir.


Yüklə 11,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   127   128   129   130   131   132   133   134   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin