Osmanlica lügat



Yüklə 11,57 Mb.
səhifə54/181
tarix17.11.2018
ölçüsü11,57 Mb.
#83297
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   ...   181

GAFİLÂNE f. Körü körüne, ihtiyatsızca, dalgınlıkla. Gafilcesine.

GAFİLEN Habersizce, gafil olarak.

GAFİR Mağfiret eden, kusurları örten, afveden Allah (C.C.)

GAFİR-ÜZ ZENB f. Günahları örtüp afveden, suçları bağışlayan Cenab-ı Hak (C.C.)

GAFÎR Çok fazla, sayısız, kalabalık. * Örten, etrafını çeviren. * Umumi. * Boyun, boğaz ve kafada olan tüyler.

GAFİS Kara ağaç.

GAFK Hücum etmek, vurmak. * Birbiri ardınca cima etmek.

GAFLET Dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık. En mühim vazifeyi düşünmeyip, Cenab-ı Hakk'a itaat gibi işleri bilmeyip, başka kıymetsiz şeylerle uğraşmak. Nefsine ve hevesâtına tâbi olarak Allahı ve emirlerini unutmak.

GAFLETEN Dalgınlıkla, gaflet eseri olarak.

GAFR Örtmek, setr etmek. * Menazil-i kamerden üç küçük yıldız.

GAFUL (GAFLE) Aldanmak. * Terk etmek. * Belirsiz ve idraksiz olmak.

GAFUR (Gaffar ile aynı mânadadır.) Çok mağfiret ve merhamet eden, suçları en çok afveden. Cenab-ı Hak (C.C.)

GAFUR-UR RAHİM Kusurları örten, adâletle en ziyade merhamet eden Cenab-ı Hak (C.C.). Mü'minlerin kusurlarını affederek muhafaza eden.

GAFVE Azıcık uyumak.

GÂH (Geh) f. Yer. (Yer ve zaman bildiren "ek" dir.)

GÂH BÂ-GÂH f. Zaman zaman.

GÂH BÂŞED GÂH NEBÂŞED Bazı olur, bazı da olmaz.

GÂH Ü BÎ-GÂH Sıralı sırasız, vakitli vakitsiz.

GAHEB Gaflet.

GÂHÎ (Gehî) Arasıra, zaman zaman.

GÂH Ü NA-GÂH Vakitli vakitsiz, zamanlı zamansız.

GAHVARE f. Beşik.

GAİB Göz önünde bulunmayan, hazırda olmayan. Kaybolmuş olan. Görünmeyen âlem. * Gr: Üçüncü şahıs, hazırda olmayan kimse.

GAİBÂNE f. Hazırda görünmeksizin, yüzyüze olmadan. Gizliden.

GAİLE Dert, sıkıntı, baş belâsı. Tasa, zor iş. * Düşünce.

GAİLE-İ ZÂİLE Sona eren sıkıntı, ardı kesilen elem.

GAİR Gayret. * İnsan topluluğu.

GAİT Necaset, neces, insan pisliği. * Çukur yer. Düz ve geniş yer.

GAİYYE Bir şeyin sebeb ve neticesini ileri süren felsefe mesleği. * Maksad ve gayeye âit. Son ile alâkalı. Gaye, maksad ve neticeye mensup ve müteallik. (Fr.: Finalizm)

GAİZ Kızgın, öfkeli, gayzlı.

GAİZA Yere batan sular, eksilen su. * Bir malın değerinin eksilmesi, azalması.

GAK Karga sesi.

GAKFEKA Doğan sesi.

GAL (Gâle) f. Uzak, baid, ırak.

GAL (C: Gılâl) Ağaçlı çukur yer. * Muz ağacı. * Selem ağacının bittiği yer. * Bir ot cinsi.

GALA Yüksek kıymet, pahalılık. * Bir şeyin haddini aşması.

GALA (GALEYÂN) Kaynamak.

GALAK (C: Ağlak) Kapı kilidi.

GALAKA Deri dibâgat ağacı.

GALAL (Gılâl) (Galle. C.) Zahireler. Mahsuller. * Akarât kiraları.

GALAN Çok susayan, çok susamış olan.

GALAT Hata. Yanlış. * Kaideye uymaz söz.

GALAT-I BASAR Görme duyusunun yanılması. (Meselâ: Su içine batırılmış olan bir çubuğun, kırılmış gibi görünmesi.)

GALAT-I MEŞHUR Yanlış olduğu hâlde herkes tarafından kullanılan kelime veya terkib.

GALAT-I RÜ'YET Renk körlüğü. Bir rengi, aslından başka renkte görme. *Görme bozukluğu.

GALAT-I TAHAKKÜMÎ Bir kelimenin gerek lâfzı ve gerekse mânası itibariyle herkesin kullandığı gibi kullanılmaması.Bu, başlıca üş şeyden olur:1- Nazımda vezne uydurmak için bir kelimenin telâffuzunu değiştirmek, hecesini uzatmak ve kısaltmak yahut harfini gizlemek.2- Çeşitli mânâları olan bir kelimeyi meşhur olmayan bir mânâda kullanmak.3- Gramere ait kaide hatası yapmak. Meselâ: Zen merde, civân pîre, keman tîrine muhtaçEczâ-yı cihân cümle biri bîrine muhtaçbeytindeki "bîr" kelimesinin hecesi uzatılarak galat-ı tahakkümî yapılmıştır.

GALATAT Galatlar, hatalar, yanlışlar.

GALAT-GÛ f. Yalan yanlış söyleyen.

GALAT-NÜVİS f. Yalan yanlış yazan, yanlış tesbit eden.

GALBA Ağaçları gür ve sık olan koruluk, bahçe. * Pek yüksek ve büyük tepe.

GALC Azgınlık. * Su içtikten sonra dil ile yalanmak. * Atın yelmeyip bir tarzda yürümesi.

GALEB (Galb) Üstünlük. Yeğinlik.

GALEBE Üstün gelmek. Yenmek. Bozmak. Çokluk. * Bastırmak. * Yeğin olmak.

GALEBE ÇALMAK Galib olmak, üstün gelmek.

GALEL (C.: Eğlâl) Koruluktan akan su. * Susuzluk.

GALERİ Fr. San'at eserinin sergilendiği salon veya koridor. * Tiyatroda seyircilere ait balkon. * Üstü örtülü uzun yer. * Yer altında açılmış uzun, dar yol.

GALES Gecenin sonunda olan karanlık.

GALET Hesapta yanılmak.

GALEYAN Kaynayış. Çoşup taşmak. Yerinde duramamak. * Tuğyan ve azgınlık.

GALEYAN-I EFKÂR Fikirlerin galeyanı. Fikirlerin coşması.

GALEYAN-I MÂ' Suyun kaynaması.

GALFAK Geniş, vâsi. * Yumuşak. * Su içinde yetişen yassı yapraklı bir ot. * Kurbağa yosunu.

GALGALE Sür'atle gitmek. * Gecenin gitmesi. * Haber vermek.

GALÎ Pahalı. Kıymetli. Ağır. * Haddini tecâvüz eden, haddini aşan.

GALİB Üstün. Yenen. Mağlub eden. Ekser.

GALİB-İ MUTLAK Tam olarak galip. Kayıtsız şartsız hâkimiyet sahibi.

GALİBA Tahminen. Çok zaman. Her halde. Galiben, ekseriyetle.

GALİBANE f. Muzaffer ve galib olana yakışacak şekil ve surette.

GALİBEN Ekseriya. Çok zaman. Üstün olarak. Tahmin olduğu üzere.

GALİBİYYET Üstünlük. Yenmek. Mağlub etmek.

GALİF Gön ve deri dibâgat etmekte kullanılan bir ot.

GALİL (C: Gılâl) Güneşin harareti. * Susuzluk harareti. * Kin, hased. * Devenin yulafına karıştırıp yedirdikleri hurma çekirdeği.

GALÎS (GALS) Kenger otu.

GALİS Arpa ve buğday karışımından yapılan ekmek.

GALİYE Galeyan eden. * Değerinden çok pahalı. * Misk ve amberden yapılmış meşhur koku. * Hoş kokulu kıymetli madde.

GALİYE-BÂR f. Güzel kokulu şey saçan.

GALİYE-DÂN f. Güzel kokulu şeylerin muhafaza edildiği kap, mahfaza.

GALİYE-GUN f. Güzel siyah renkli.

GALİYUN Çoban mayası.

GALÎZ(E) Çirkin. * Terbiye dışı. * Yoğun. Kaba. * Kokmuş madde.

GALK Kapıyı kapamak, kapıyı kilitlemek.

GALL Girmek, sokmak, akmak. * Boynunu, elini zincir ile bağlamak. * Hâinlik yapmak. Hıyanet etmek. * Ganimet malından hırsızlık etmek.

GALLAT (Galle. C.) Mahsuller, zahireler. * El emekleri, çalışmanın semereleri. * Ev kirası gelirleri.

GALLE Mahsul geliri. Ekin, irat, gelir. * Akarât kirası. * Hammaliye kirası. * Susamak.

GALLE-İ VAKF Vakfın faide ve mahsulü. Bununla vakfın tabiî ve hukukî semereleri anlaşılır. Vakıf paraların ticareti ve vakıf akarların kirası, vakıf bahçelerin sebze ve meyveleri bu kabildendir.

GALLE-DAN f. Tahıl anbarı, zahire deposu.

GALLE-FÜRUŞ f. Zahireci, zahire ve hububat satan.

GALS Karıştırmak. * Lâzım olmak. * Cür'et etmek.

GALSAME Solungaç. Suda yaşıyan hayvanların nefes alma organları. * Gırtlak ağzı, hançere. * Boğaz deliğinin başlangıcı.

GALTAN f. Yuvarlanan, tekerlenen.

GALTÎDE f. Tekerlenmiş, yuvarlanmış.

GALUTA (C: Gulutât) Kişiyi zora düşüren meseleler.

GALVA' Yiğitliğin başlangıcı. * Gençlik sür'ati.

GALVE (C: Galevât) Bir okatımı miktarı yer.

GALYOT Baş ve arka tarafları birbirinin aynı olan eski cins bir gemi.

GAM (Bak: Gamm)

GAM f. Köy, karye. * Hatve, adım. * Ayak, kadem.

GAMA Örtmek, setretmek.

GAMA' (GIMÂ) Ev örtüsü, çatı.

GAMAİM (Gımâme. C.) Hayvanların, yem yemelerini veya ısırmalarını önlemek gayesiyle ağızlarına takılan torba gibi şeyler.

GAMAK Rutubet, ıslaklık. Rutubetli hava.

GAMAM(E) Bulut. Beyaz bulut. * Örtmek.

GAMARE Bönlük, ahmaklık, bilmezlik.

GAMAS Göz pınarından akan irin ve çapak.

GAMAZA (GUMUZA) Çukur, çukurluk. * Sözün anlaşılmasını zorlaştırmak.

GAMC Suyu sora sora içmek. * Deve yavrusunun anasının karnı ve ayaklarının altına gelmesi.

GAMCE (GUMCE) Kabın dibinde kalan su.

GAMD Zarf, mahfaza. Kın.

GAMEM Saçın, alnı ve başı örtmesi.

GAMET Cinsiyet hücresi.

GAMEZ Malın ve davarın kemi ve küçüğü.

GAMGAMA Haykırma. Muharebe edenlerin bağırtısı. * Kalb dinlendiğinde işitilen ses. * Sözü, belirsiz söylemek. * Kalbin bulunduğu yer.

GAM-GÎN Gamlı, kederli.

GAMIZ Anlaşılmaz, anlaşılması güç. * Kapalı ve karışık söz. * Çukur yer. * Zayıf kişi.

GAMIZA Kolay anlaşılmayan ince mes'ele. Derin. * Mâruf ve mütebeyyin olmayan hesab.

GAMİC Huy ve tabiatı doğru ve istikametli olmayan.

GAMİDE Yemen'de bir kabilenin adı.

GAMÎL Tüyü gitmiş yumuşak deri.

GAMÎM Yoğurt yapmak için kaynatılan süt. * Yoğurt.

GAMÎN Yumuşak.

GAMÎN f. Tasalı, hüzünlü, kederli, gamlı.

GAMİR Ekilmemiş, terkedilmiş ıssız yer. * Faydalanılmamış şey. * Mamur olmayan harap yer.

GAMİR Kurumamış yeşil ot.

GAMÎS Üstü kuru, altı yaş olan ot. * Ağaç ve otların arasında olan küçük su arkları.

GAMÎZE Akıl zayıflığı, ahmaklık, geri zekâlılık.

GAML Tüyünü yolmak için deriyi dürüp gömmek.

GAMM Keder, tasa, dert, elem, kaygı.

GAMM-I FİRKAT Uzaklık gamı, ayrılık derdi.

GAMM-GÜSÂR f. Teselli veren, hüzün ve kederi defeden.

GAMM-ABAD f. Keder ve hüznü bol. Gamlı.

GAMM-ALUD f. Kederli, gamlı, hüzünlü, kaygı veren.

GAMMAZ Birisine iftira ederek zarar veren. Münafık, fitneci. * Adamın ayıplarını arayıp gizli şikâyet eden. * Tersane kethüdalarına mahsus altı çifte kayık.

GAMMAZANE f. Fitnecilikle, gammazlıkla, koğuculukla.

GAMMAZİYYET Koğuculuk, fitnecilik, gammazlık.

GAMM-DÎDE Kederli, tasalı, gamlı, hüzünlü.

GAMM-FEZA f. Kederi artıran, hüznü çoğaltan.

GAMM-GÎN f. Kederli, hüzünlü, gamlı.

GAMM-GÜSAR f. Teselli veren, gam ve kederi defeden dert ortağı. Arkadaş.

GAMM-HANE f. Hüzün ve tasa yeri. * Mc: Dünya.

GAMM-HAR f. Kederlenen, hüzünlenen, tasalanan.

GAMM-NAK Gamlı, kederli.

GAMM-NİSAR f. Hüzün veren, kederli eden.

GAMM-PENAH f. Tasalı yer, kederli yer. Kederin, tasanın sığındığı yer.

GAMM-PERVER f. Keder veren, hüzünlendiren, gam artıran.

GAMM-ZEDE f. Kederli, hüzünlü, gamlı, tasalı.

GAMN Yumuşaklık.

GAMR Derinlik, suyun derinliği. Çok su, büyük deniz. * Uzun, geniş libas. * Cehalet, gaflet. * Şiddet.

GAMRE (C.: Gamerât) Tecrübesizlik, görgüsüzlük, anlayışsızlık. * İzdiham, kalabalık. * Fenalığa dalmak. * Şiddet. * Zahmet.

GAMS Suyu şiddetli içmek. * Bir şeyi hakir görmek, birisine iftira etmek. * Nimete şükretmemek. * Göz yummak.

GAMS Yıldız kayması. * Suya dalmak.

GAMT Minnetsiz ve şükürsüz olmak. * Horlamak, hakir görmek.

GAMT Çok yemekten dolayı midenin şişmesi. * Ağırlık olmak.

GAMTAŞ Gözü zayıf gören.

GAMUS f. Manda, kömüş.

GAMUS Şiddetli emir. * Süngü ile vurup, ucunu diğer taraftan çıkarmak. * Karnındaki yavrusu belli olmayan deve.

GAMUZ İtham olunan, töhmet altında bırakılan. * İçinden kan giden dişi deve.

GAMZ (C.: Gamuz) Göz yummak, gizli olmak, yumuşak muamele etmek. * Kolay görerek ihmal etmek. * Çukur yer.

GAMZ Kaş ve gözle işaret, göz kırpmak. * Çene veya yanak çukurluğu.

GAMZE Süzgün bakış.

GAMZE-İ CÂDU Büyüleyen gamze. Süzgün bakış.

GAMZE-İ CELLÂD Cana kıyan yan bakış.

GAMZE-İ DİL-DUZ Gönül delen süzgün bakış.

GAMZE-İ FETTÂN Câzibedar ve süzgün bakış.

GAMZE-İ HUNHAR Kan içen yan bakış.

GAMZE-FİGEN f. Gamze saçan, süzgün süzgün bakan.

GÂN f. Cemi' yapmak için, sonu "e" sesi ile biten kelimenin sonuna gelir bir "ek" tir. Meselâ: Bendegân $ : f. Hizmetçiler, bendeler.

GANA Kifayet, kâfi gelme. * Menfaat, fayda.

GANAİM (Ganimet. C.) Harpte ele geçen mallar. Ganimetler.

GANAİM-İ BAHRİYE Harbte ele geçirilen düşman gemileriyle, bunlara ait her türlü levâzım ve eşyâlar.

GANAİM-İ HARBİYE Harbde düşmandan alınan top, tüfek, gemi, vasıta, yiyecek, içecek vs. gibi ganimetler.

GANBOT Yapısı küçük olmakla beraber, nisbeten ağır toplarla mücehhez harp gemisi.

GÂNE f. Bazı sayıların sonlarına eklenerek "lik" halinde sıfatlar yapılır. (Meselâ: Cihâr-gâne: f. Dörtlük.)

GANEC Koca. * şeyh.

GANEM Koyun.

GANES Su içtikten sonra teneffüs etmek.

GANG ing. Haydut çetesi.

GANÎ Zengin, kimseye muhtaç olmayan, elindekinden fazla istemiyen. Varlıklı, bol.

GANİ-Yİ MUTLAK (Gani-yi ale-l ıtlak) Cenab-ı Hak. Her şeye sahip ve hiç kimseye hiçbir cihetle ihtiyacı olmayan gani.

GANİM Ganimet alan.

GANİMEN Ganimet almış olarak.

GANİMET Harpte düşmandan alınan mal. * Çalışmaksızın ele geçen nimet.

GANİMÎN Harbe bizzat iştirak edip, ganimet almağa hak kazanan muzaffer mücahidler.

GANİYE Çok hoş, çok lâtif. * Kadın şarkıcı. * Zengin kadın veya kız.

GANM Kabile ismi.

GANNAC (Gunc. dan) Çok işveli, çok nâzik.

GANYAN Fr. At yarışında birinci gelen.

GAR (Ger) f. Kelimeye eklemekle nisbet veya fâillik mânası verilir. Yapan, yapıcı mânasınadır. Meselâ:

GARET-GER Yağmacı. Çapulcu.

GAR Mağara. İn. Kehf. * Defne ağacı. * Gayret. * Fesad. * Tren istasyonu. * Tıb: Beden âzalarında olan cep gibi çukur yer.

GARABET Yabancılık. Gariblik. * Tuhaflık. * Âcizlik, beceriksizlik. * Gizli olmak. Hilaf-ı âdet olmak. * Iraklık. * Edb: Ne demek olduğu herkesçe anlaşılmayacak kelime ve tabirlerin söz arasında kullanılması.

GARABET-CU f. Tuhaf şeylere meraklı olan, garip şeyler arayan.

GARABET-NÜMA f. Yabancılık çeken. Garip, tuhaf.

GARABÎB Katı, siyah şey. * Koyu renkli.

GARABİL (Gırbâl. C.) Delikleri iri olan elekler, kalburlar.

GARABİN (Gırbân. C.) Kargalar.

GARAİB (Garib. C.) Acaib şeyler. Hayret edilecek şeyler. Tuhaflıklar.

GARAİBAT (Garâib. C.) Garib ve şaşılacak şeyler. Alışılmadık, tuhaf ve acaib nesneler.

GARAİBPEREST f. Garib, tuhaf şeylere çok düşkün olan ve çok seven.

GARAK Suya batmak.

GARAM Helâk. Mahv. * Aşk. Sevdâ. şiddetli arzu. * Hedef.

GARAMET (C.: Garâmât) Diyet ve borç gibi şeyleri ödeme. Resim, vergi.

GARAMETEN Herkese eşit olarak, taksim ederek, paylaştırarak, hakkına göre.

GARAN Tavşancıl kuşunun erkeği. * Açlık. * Zayıflık.

GARARE (C: Garâyir) Büyük kıl çuval, harar. * Gafil olmak.

GARAT (Gâret. C.) Yağmalar. Çapulculuklar.

GARAYİR (Garâre. C.) Büyük kıl çuvallar, hararlar.

GARAZ (C: Ağraz) Maksat, niyet, gaye, kasıt. Kötü niyet. Kin. * Ok atılan nişan. * Izdırab. Acı. * Zelillik.

GARAZ-I ASLÎ Asıl gaye, esas maksad.

GARAZ-ALUD f. Garezi, hususi bir maksadı olan.

GARAZEN Düşmanlıkla, garez ederek.

GARAZ-KÂR f. Düşmanlıkla, eden, hased eden, kin güden.

GARAZKÂRANE f. Hased ve düşmanlıkla.

GARB (C: Gurub) Güneşin battığı taraf. Batı. * Sığır derisinden yapılan büyük kova. * Sakaların su koydukları büyük tulum. * Atıldıktan sonra bulunmayan ok. * Yürügen at. * Nasır acısı (gözde olur). * Göz yaşı. * Göz yaşının geldiği damar. * Kenar.

GARB-I CENUBÎ Güney batı.

GARB-I ŞİMALÎ Kuzey batı.

GARBEN Batıdan, garb cihetinden, batı tarafından.

GARBÎ (GARBİYYE) Batı ile alâkadar, Avrupa'ya mensub. * Aşağı Mısır'ın batı kısımları.

GARBİYYUN Garplılar, Avrupalılar. Batı memleketleri ahalisi.

GARDE (C: Megârid) Mantar.

GARDİYAN Fr. Kolcu, nöbetçi, muhafız.

GARE (C: Gârât) Bükmek.

GAREB Gümüş kadeh. * Kavak ağacı. * Havuzla kuyu arasına dökülen su. * Bir nevi koyun hastalığı.

GARED Güzel ses.

GARENG f. Çığlık, feryat.

GARER Sonu mâlum olmayan, neticesi bilinmeyen.

GARES Açlık.

GARET (A, uzun okunur) Yağmacılık. Düşmanın malını yağma etmek. * Göbek.

GARETGER (A, uzun okunur) f. Yağmacı. Çapulcu.

GARETGERÂN f. Yağmacılar, çapulcular.

GAREYN (A, uzun okunur) Alt ve üst çene, yâni ağız. * İki gar.

GAREZ Kayıştan yapılan üzengi. * Ağaç üzengi.

GARF (C: Guref-Agrâf) Kurtarmak. * El ile su almak. * Bir şeyi kesmek.

GARGARA Suyu, içilen ilâcı veya başka bir sıvıyı, boğazda oynatıp çalkalama. * Tavuk ve güvercinin ötmesi. * Can boğaza gelip tereddüt etmek. * Çömleğin kaynayıp fıkırdaması. * Çoban koyuna haykırıp çağırması.

GARÎ f. Kararsız, sebatsız.

GARİB (A, uzun okunur) Batan. Gurub eden. * İki omuz arası. * Devenin hörgücüyle boynu arası.

GARİB(E) Hayret verici. Tuhaf. * Kimsesiz. Zavallı. * Gurbette olan.

GARİB-ÜD DİYÂR Memleketin yabancısı.

GARİBANE f. Garip gibi, garip kimselere yakışır şekilde, garipçesine.

GARİB-NÜVAZ f. Kimsesizlere ve gariplere yardım eden. Biçareleri ve zavallıları koruyan.

GARÎF (C: Guruf) Birbirine girmiş sık ve çok ağaç.

GARİK Suda boğulmuş.

GARİKUN Katran köpüğü.

GARÎM Alacaklı. * Hasım. Rakib. Borçlu veya üzerinde borçtan başka hakları olan kimse.

GARÎN Havuz dibinde olan balçıklı su. * Her nesnenin kap dibinde kalan çöküğü, tortusu.

GARÎR Kefil. * Güzel ahlâk. * Durumdan veya işten anlamıyan.

GARÎSE Yeni dikilmiş fidan.

GARİYY Cemil, güzel, hüsün.

GARİZ Taze nesne.

GARÎZE Asıl. Yaratılıştan olan. Sevk-i İlâhi. Huy.

GARÎZİYE Tıb: Yaratılışa âit. Yaşamaya âit. Doğuştan. Normal.

GARK Batmak, suda boğulmak.

GARKA Bir içim miktarı süt. * Suya batmış.

GARK-AB f. Suya batmış olan, boğulmuş.

GARKAD Bir dikenli ağaç. * Medine-i Münevvere'de olan kabristana "Baki-ul Garkad" denir.

GARKAN Batarak, boğularak.

GARM Çekmek.

GARNİZON Fr. Bir şehir veya müstahkem mevkideki birliklerin tamamı. * Askeri birliklerin bulunduğu şehir.

GARR Aldatmak. * Hırsa düşmek. * Alnında dirhemden büyücek beyazlık bulunan at.

GARR Beyhude ve bâtıl şey. * Gafil adam. * Aldatan. * Kuyu kazan.

GARRA Parlak. Beyaz. Güzel. Şa'şaalı. * Kur'an'ın kudsi nurlarının parladığı Medine-i Münevvere'nin bir ismidir.

GARRAN f. Kükreyen, haykıran. Homurdanan.

GARRE Gafil kişi, gaflette bulunan kimse.

GARRENDE f. Kükreyerek vahşileşen arslan ve benzeri yırtıcı hayvan.

GARS Ağaç fidanı dikmek. * Dikilmiş fidan.

GARS-I EŞCAR Ağaç dikimi.

GARS-I YEMİN Sağ el ile dikilen fidan. * Bir kimsenin yanından, fidan gibi ayrılmayan kişi.

GARSAN Karnı aç kimse.

GARUR Dünyada insana gurur veren herhangi bir şey. * Aldatıcı. * Allahı unutturan.

GARV Acip.

GARZ Batırma, sokma. İğne sokma.

GARZ Doldurmak. * Noksan etmek, noksanlaştırmak.

GASA Uzunluk.

GASAGIS Arslan, esed.

GASAK (Gusuk-Gasekan) İlk koyu karanlık. * Küfrün karanlığı. * Gözün dumanlanıp, seçemez olması. * Göz kararması. * Herhangi bir şeyin akması, dökülmesi. * Çok soğuk ve fena kokan içki veya su. * Kuvve-i şeheviyye. * Seyelân.

GASAK-UL LEYL Gecenin ilk karanlığı.

GASAS Dolu olma. * Yediği ve içtiği şeyin boğazda durması.

GASASE (Gasis-Gususe) Davarın zayıf olması. * Sözün boş ve faydasız olması. * Yaradan irinin akması.

GASB Başkasına âit bir şeyi zorla, rızası olmadan almak. Zorla almak. * Zorla alınan şey.

GASB-I EMVAL Malların gasbedilmesi, zorla alınması.

GASB-I NUKUD Paraların cebren alınması.

GASBEN (Gasb. dan) Cebren alarak, zorla gasbederek.

GASBEN ANH Ona rağmen.

GASBEN ANK Sana rağmen.

GASEM Gecenin sonunda olan karanlık.

GASER Rüzgârın çukur yere getirip yığdığı.

GASEYAN Mide bulantısı. Kusmak.

GASGASE Silahsız savaşmak.

GASIB Gasbeden, zorla alan.

GASIB-ÜL GASIB Gasbedilmiş malı gasıbdan gasbeden.

GASIK Gecenin ilk karanlığı. Gece. Karanlık. * Ay doğmak.

GASÎL Yıkanmış.

GASÎME Çekirgeli yemek.

GASÎRE Cemaat, topluluk.

GASL Yıkama. Gusül. Şartlarına uygun şeklide boy abdesti almak. (Bak: Gusül) * Birisini döğüp vücudunu acıtmak.

GASL-İ MEYYİT Ölünün yıkanması.

GASLAK Pişmemiş ve tuzlanmamış olan şey.

GASM Karanlık, zulmet.

GASN Kesmek.

GASR (GASRÂ) Asılsız, alçak kimseler.

GASS İncelik, zavallılık. * Biçare, zavallı. * Tatsız, yavan.

GASS Ü SEMİN Fakir ve zengin. Zayıf ve semiz.

GASSAK Ehl-i cehennemin vücudundan akan irin. * Çok soğuk ve fenâ kokulu içilmez şey.

GASSAL (Gasl. den) Ölü yıkayıcı.

GASSAN Dolu, mümteli.

GASUK Karanlık olmak.

GASUL Su. Bir şey yıkamakta kullanılan su.

GASUL Çöğen denilen şey.

GAŞAM (C: Guşâm) Mübâlağa ile zulmeden.

GAŞAN (Gaşayân) Gönül dönmek. * Akıl gidip, bihoş olmak.

GAŞEMŞEM Şecaatinden kimseye baş eğmeyen. * Başını döndürüp yabana iltifat etmeyen. * Zulmedici. * Methi istediği gibi yapamamak.

GAŞEYAN Kendinden geçmek. Kendini kaybetmek. Bayılmak. Gaşyolmak.

GAŞİYE Perde. Örtü. * Kıyamet. * Dilenci ve cerrar. * Ziyârete gelen dostlar gurubu.

GAŞİYE-DÂR f. At uşağı, seyis.

GAŞİYE SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 88. suredir. Mekkîdir.

GAŞM Zulüm etmek, zulüm yapmak.

GAŞMERE Yönelmek.

GAŞŞ Örtmek, setretmek.

GAŞUM Zâlim, gaddar. * Muannid, inatçı.

GAŞŞ Hâin.

GAŞVE (Gışâve-Guşve) Perde, hicap, örtü. * Göz kararmak.

GAŞY Bayılma, kendinden geçme.

GAŞY-ÂVER f. Baygınlık veren, bayıltan.

GAŞYET Kendinden geçme, bayılma. * Örtmek. * Hayret.

GAŞYET-İ MEVT Koma hali.

GAŞYOLMA Kendinden geçme. Kendini bilemez hale gelmek.

GATA (Gıtâ) (C: Agtıye) Perde, örtü.

GATAMTAM Çok su.

GATARİF(E) (Gıtrîf. C.) Başkanlar, başlar, reisler, önderler. * Soylu ve asaletli kimseler, itibarlı ve seçkin kişiler.

GATAŞ (C: Agtaş) Karanlık. * Devamlı su akan gözdeki zayıflık.

GATATA (C: Gıtât) Bağırtlak cinsinden bir kuş.

GATAYE Kertenkeleden büyük bir hayvan.

GATFAN Ev içinde su dökmek için yapılan yer. * Erkek ismi.

GATGATA Çömleğin kuruyup kaynaması.

GATİT Horlamak.

GATRAFE Büyüklenmek, ululanmak, kibirlenmek.

GATS Batırılma, daldırılma. * Batırma, daldırma.

GATT Birbirine tâbi olmak. * Gizlemek. * Mükedder etmek, üzmek. * Suya dalmak.

GÂV f. Öküz, sığır, bakara.

GÂV-I DEŞTÎ Yaban sığırı.

GAVA Yoldan çıkmış. Yolunu şaşırmış. Azgın.

GAVADÎ Sabah bulutu.

GAVAFİL (Gafile. C.) Gafiller, gaflette bulunanlar.

GAVAİL (Gaile. C.) Musibetler, belâlar. * Dertler, sıkıntılar, kederler, hüzünler. * Felâketler, âfetler.GAVALÎ $ (Galiye. C.) Güzel kokular.

GAVAMIZ (Gamız. C.) Anlaşılması zor hakikatler. İnce ve derin mes'eleler.

GAVANÎ (Ganiye. C) Zenginler. * Kadın şarkıcılar.

GAVAŞ (Gaşiye. C.) Örtücü, örten.

GAVAŞÎ (Gaşiye. C.) Kıyametler. * Örtü. At takımından sayılan bir nevi örtü.

GAVAYA (Gaviyye. C.) Sapmışlar, sapıtmışlar.

GAVAYET Dalâlete düşme, hak yoldan sapma. * Azgınlık.

GAVAYET-İ NEFS Nefsin azgınlığı.

GÂV-BAN f. Sığır çobanı, sığırtmaç.

GAVC Enli ve yassı olmak. * Muzdarip olmak, acı çekmek.

GAVELAN Acı bir ot.

GAVGA f. Döğüşme, kavga, vuruşma. Gürültü. Savaş, muhârebe, harp.

GAVGA Çekirge. * İnsanların rezilleri. Adi, aşağılık olan kimseler.

GAVÎ (A, uzun okunur) Çok azgın. Çok sapkın. Yoldan şaşıp azıtan zâlim.

GAVİYY Azgın. Zâlim. * Tek başına kalan.

GAVL (C: Gavâyil) Helâk etmek. * Kin tutmak. * Çok miktar toprak. * Feyizden uzaklık.

GAVR Bir şeyin dibi. Çukur. * Batmak. * Derinlik, nihayet. Kök, esas, temel. * Tefekkür, teemmül. * Dolanmak. * Hakikat.

GAVR-I AMÎK Derin dip.

GAVR-I İN'İDAM Yokluk çukurunun dibi.

GAVR-I MES'ELE Mes'elenin esası, mevzuun künhü.

GAVS Suya dalmak. Dalgıçlık. * Mc: Bir mes'elenin derinliğine ve hakikatine muttali' olup bilmek. * İyi anlamak. * Maslahata gayret ile girmek.

GAVS Çağırma. Nida. Medet istemek. * Yardım edici. Medet verici. * Kurtuluş. (Bak: Aktâb)

GAVS-ÜL A'ZAM Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin nâmı. En büyük Gavs. Evliyâullahın büyüğü. Gavs-i Ekber de denir. (Bak: Geylanî)(Bir zaman Hazret-i Gavs-ı Azam Şeyh Geylâni'nin (K.S.) terbiyesinde, nazdar ve ihtiyâre bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan za'fiyetiyle vâlidesinin şefkatini celbetmiş... Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekva için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: "Ya Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen tavuk yersin!" Hazret-i Gavs tavuğa demiş: "Kum Biiznillâh" O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını mutemed ve mevsuk çok zatlardan Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı hârikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zatın bir kerâmeti olarak mânevi tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: "Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman, o da tavuk yesin." İşte Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da, ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir... L.)


Yüklə 11,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin