Osmanlica lügat



Yüklə 11,57 Mb.
səhifə61/181
tarix17.11.2018
ölçüsü11,57 Mb.
#83297
1   ...   57   58   59   60   61   62   63   64   ...   181

HÂMİL-İ VAHY Vahyi Peygamberimize (A.S.M.) getiren Cebrail (A.S.)

HAMİL Kötü tanınmış olan kimse.

HAMÎL Kefil. * Başka yerden getirilen oğlan.

HAMÎLE Sıklığından dolayı birbirine girmiş olan ağaçlar. * Ağaç ve ot bitmiş kumlu yer. * Döşek çarşafı.

HAMİLEN Hâmil olarak. Taşıyarak, götürerek. * Hâmil olduğu halde.

HAMİM Sıcak ve kızgın su. * Yakın hısım, soy sop. * Samimi arkadaş.

HAMÎME (C.: Hamâyim) Her nesnenin iyisi.

HAMİNNE Hanım nine sözünün bozulmuş şekli, büyük anne.

HAMÎR (Hımâr. C.) Eşekler. Hımarlar.

HAMÎR(E) Eyer yapmada kullanılan tüysüz beyaz deri.

HAMÎR Hamur.

HAMÎR-İ MÂYE Mayanın hamuru.

HAMÎRE Hamur içine katılan maya.

HAMÎR-GÂR f. Hamurcu, hamur yoğurucu.

HAMÎS Beşinci. Hamis günü. Perşembe günü.

HÂMİSEN Beşinci olarak, beşinci olmak üzere.

HAMİŞ Mektubun altına sonradan yazılan sözler. Hâşiye.

HAMİT Şiddetli, sağlam. * Üzerinde kıl olmıyan yağ tulumu.

HAMİT (HÂMİT) Yanmış ve pörsümüş süt.

HAMİYE Tırnak kenarı. * Kızmış, kızgın.

HAMİYET Gayret. * Nâmustan gelen gayretle utanma veya kızma. * İstinkâf etmek. * Mukaddesatı ve milletin haklarını, mâmus ve haysiyeti korumak hususlarında gösterilen gayret ve ihtimam hasleti. İman ve İslâmiyeti ve Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyyesini ve din ve mücahede kardeşlerini muhafaza ve müdafaa etmek gayreti.

HAMİYET-İ CÂHİLİYE f. Câhillikten gelen ırkçılık gibi bâtıl inanışları koruma gayreti. * Cenab-ı Hakk'ın ve Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) nehyettiği ve hak dine uymayan eski ve kötü inançları muhafaza gayreti.

HAMİYET-FÜRUŞ f. Kendini beğenip hamiyetli olduğunu iddia eden. Hamiyetli olduğunu göstermeğe çalışan.

HAMİYET-KÂR f. Hamiyetli. Haysiyet ve şeref sahibi.

HAMİYET-MEND (C.: Hamiyyet-mendân) f. Hamiyetli.

HAMİYET-MENDÂNE f. Hamiyetlicesine. Hamiyetli olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette.

HAMİYET-MENDÎ f. Hamiyetlilik, hamiyetli oluş.

HAMKA Ahmak ve budala kadın.

HAMKE (C.: Humuk) Bit.

HAML Yük. * Sırtına yük alıp getirmek. * Kadının karnındaki çocuk. * İsnad. Yüklenme.

HAML Saçak. * Büyük saçaklı halı.

HAMLE Hücum etme. Atılış, saldırış. Savlet.

HAMLEC Bükmek.

HAMLETMEK Yüklemek, zannetmek.

HAMM Çok sıcaklık, şiddetli hararet.

HAMM Kuyuyu temizlemek. * Evi süpürmek. * Etin kokması.

HAM MADDE Bir şeyin meydana getirilmesi için işlenilen ana maddelerden her biri.

HAMMADUN Çok hamdedenler. Çok çok şükür ve duâ edenler.

HAMMAL (Haml. den) Bir ücret karşılığında eliyle veya sırtıyla yük taşıyan adam. * Mc: Kaba, görgüsüz, terbiyesiz.

HAMMALİYYE Hamal ücreti.

HAMMAM Banyo, hamam.

HAMMAMÎ Hamam idare eden adam veya kadın. Hamamcı.

HAMMAMİYYE Edb: Divan Edebiyatında giriş kısmı hamam eğlencesi tasvirine tahsis olunan kaside.

HAMMAR (Hamr. den) Şarap yapan veya satan kimse. Meyhaneci, şarapcı. * Tas: Mc: Mürşid, şeyh, kılavuz.

HAMMAR Eşekçi.

HÂMME (C.: Hevâmm) Haşerât-ı muzırra, zararlı böcekler. * Binek hayvanı.

HÂMME Bir kişinin akrabası, yakınları. (Hâssa mânâsına da gelir, mukabili âmme'dir.)

HAMME (C.: Humm) Kaplıcanın sıcak suyu. * Kuyruk yağının kıkırdağı. * Kızdırmak mânasına mastar da olur.

HAMMURABİ (Bak: Nemrud)

HAMNANE Kene.

HAMR Ekşi. Şarap. İçki olup sarhoşluk veren şey. * Birine bâde içirmek. * Bir hususu söylemeyip setreylemek. Ketmeylemek. (L.R.)

HAMR Yüzmek.

HAMRA (Müennes) Çok kırmızı, kızıl renk. * Şiddet ve meşakkatli geçen yıl. * Şiddetle olan ölüm. * Arap olmayan cinsten. * Yüzü kızarmış kadın.

HAMS(E) Açlık. * Yaradaki şişin inmesi.

HAMSE Beş (sayısı).

HAMSE-İ ÂL-İ ABÂ (Bak: Âl-i Abâ)

HAMSE Mesnevi şekliyle yazılmış beş kitabdan ibaret bir takım demektir ki, böyle eser meydana getirmiş olanlara "Hamsenüvîs", yâhut "Hamseci" denilir. XII. yüzyıla kadar hamse-nüvîslik mutâd değildi. 1195'de vefat etmiş olan Genceli Şeyh Nizamî, manzum olarak beş kitab yazmış ve hepsine birden "penc genç", yâni "beş hazine" "ünvanını vermişti. Ondan sonra o yolda mesnevîler vücuda getirmek İran şâirlerince moda oldu. İran'ın Hüsrev-i Dehlevî, Mevlânâ Câmi gibi şâirleri hamse yazdılar. Çağatay şâiri Ali Şir Nevaî de Çağatay lehçesinde hamse tanzim etmiştir. Bizim lehçede ilk hamse yazan, daha doğrusu Şeyh Nizamî'nin hamsesini terceme eden Behiştî'dir. Bu Behiştî, İkinci Bayezid'in adamlarındandı. Yine bizim lehçemizle yazılmış birçok hamseler vardır. Ak Şemseddin'in oğlu Hamdullah Çelebi (Vefatı: M: 1508) Yusuf ve Züleyha, Leylâ ve Mecnun, Muhammediye, Mevlid-ün Nebi adlı hamseleri yazmıştır. (Edb. L.)

HAMSENÜVIS f. Hamseci, hamse yazan. Mesnevi tarzıyla beş kitabdan ibâret bir takım yazan kimse.

HAMSÎN Elli. * Erbaîn denen kırk günlük kara kıştan sonra gelen elli günlük kış.

HAMSUN Elli sayısı.

HAMŞ Baldırı ince olan.

HAMŞ Kaşımak. * Tırmalamak.

HAMŞEK Mestin üstüne vurulan parça.

HAMŞÜDE f. Bükülmüş, eğrilmiş.

HAMT Misvak ağacı. * Ekşimiş süt. * Koyunun derisini yüzüp kebap yapmak. * Gadap etmek, kızmak. * Kibirlenmek, tekebbürlenmek.

HAMT Şiddetli ve zahmetli olmak. * Çürümek. * Mütegayyer olmak, değişmek.

HAMTA Üzüm çiçeğinin kokusu.

HAMTAR Dolu kırba. * Yay kirişi.

HAMUL (Haml. den) Sabırlı, metanetli, tahammüllü, dayanıklı kimse.

HAMULANE f. Tahammüllü kimseye yakışır şekilde.

HAMULE f. Yük. Yük taşıyan nakil vasıtalarının yükü.

HAMULÎ Tahammüllülük, sabırlılık, dayanıklılık.

HAMUM İç yağı.

HAMUN f. Bozkır. Büyük sahra, düz ova.

HAMUS Sâkin olmak, susmak.

HAMUŞ f. Susmuş. Sessiz. Sâkit.

HAMUŞ Sivrisinek.

HAMUŞAN Mevlevi tâbirlerindendir. Konya'da Mevlâna'nın türbesi haricinde ve kıble cihetindeki büyük kabristana verilen isimdir. * Sessizler, susmuş olanlar, uykuda olanlar.

HAMUŞANE f. Sessizce, ses çıkarmadan. Sessizliği andırır bir şekilde.

HAMUŞÎ f. Susma, sükut etme. Sessizlik, sükunet.

HAMVÎ Sıcaklık.

HAMYAZE f. Esnek, elâstik, esneme. * Kötü hareket, fenâ iş.

HAMYE İçine yağ ve zeytin konulan kap.

HAMZ Keskinlik, katılık, şiddet. Metinlik, sağlamlık.

HAMZ Ekşilik. Kekrelik.

HAMZA (R.A.) Abdulmuttalib'in oğlu olup, Resulüllah'ın (A.S.M.) amcasıdır. Önceleri, İslâm dinine karşı olanlarla beraberdi. Ebucehil'in İslâm düşmanlığını çok ileri götürmesi karşısında, imana girip Ebucehil ve din düşmanlarına karşı çıktı ve İslâm'a büyük hizmetleri oldu. Uhud Gazası'nda 57 yaşında iken şehid edildi.

HAMZA İstemek. Arzu etmek. * Ekşi olan her ota derler.

HAMZE Baklaya benzer bir bitki.

HAN f. Hükümdar. Eski Türklerde Hakan da denen devlet reisi.

HAN f. Yolcuların misafir olduğu bina. Kervansaray. Otel. * Ticaret ehlinin sakin olduğu yer.

HAN f. Yemek sofrası. Üstüne yemek konan tepsi. * Yemek, taam. * Ahçı dükkânı, lokanta.

HAN f. Okuyan, okuyucu, çağıran manasına gelir. Meselâ: Duâ-hân : (Niyaz ve tazarrukârane bir tezellül ile) duâ okuyan.

HANA Yaramaz ve boş sözler konuşmak.

HANACIR (Hancere. C.) Gırtlaklar, hançereler.

HANADIK (Handek. C.) Hendekler. Bir mekânın etrafına kazılan geniş ve derin çukurlar.

HANADIR Görme kabiliyeti kuvvetli olan.

HANADİS (Hındıs. C.) Musibetler. * Karanlık geceler. * Şiddetli hâller.

HANAK (C.: Hınâk) Hiddetlenme, kızma.

HANAN Merhamet, şefkat, acıma.

HANAN (Hân. C.) f. Hânlar, hükümdarlar, pâdişahlar, kağanlar.

HANASÎR Helâk olmak.

HANASİRE Hıyânet ehli, hâinler.

HANAT (Hân. C.) Dükkânlar, meyhaneler.

HANAZÎR (Hınzır. C.) Hınzırlar, domuzlar.

HANBELÎ Dört hak mezhepten birisi. İmam-ı Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin mezhebinden olan. (Bak: Mezheb, İmam-ı Hanbelî)

HANCER Ucu sivri, iki tarafı keskin büyük bıçak. Halk dilinde hançer şeklinde kullanılır. Divan edebiyatında şâirler, güzellerin kaşlarını hancere benzetirlerdi.

HANCER-İ BÜRRAN Keskin hançer.

HÂNÇE f. Küçük tepsi, ufak sini.

HÂNÇE-İ ZER Küçük altın tepsi. * Mc: Güneş.

HANÇERE Gırtlak, boğaz.

HANDA HAND f. Devamlı gülme, sürekli olarak gülme. * Devamlı gülen, sürekli gülen.

HANDAN f. Gülen, gülücü, mesrur.

HANDAN-RU(Y) f. Güler yüzlü, güleç, mütebessim.

HANDE f. Gülme, gülüş.

HANDE-İ ÂFTÂB Güneşin gülmesi. Güneşin doğması.

HANDE-İ GÜL Gülün açması.

HANDEBAHŞA f. Güldürücü, tebessüm ettirici.

HANDEBAR f. Güldüren, güldürücü.

HANDEFERMA f. Güldürücü, güldüren.

HANDEFEŞAN f. Gülümsemeler dağıtan, gülmeler saçan.

HANDEHARİŞ f. Bir kimseye alay tarzında gülme.

HANDEK Kale ve tarla gibi yerlerin etrafına kazılan geniş ve derin çukur. Hendek.

HANDEKÂR f. Gülen, tebessüm eden, gülücü.

HANDEK GAZVESİ Peygamberimizin (A.S.M.) büyük muharebelerinden birisi olup, hicretin beşinci senesinde Şevval ayında vuku bulmuştur. Asıl muharebeyi uyandıranlar Beni Nadir kabilesi olup bunlar Kureyş ve Gatfan kabilelerini de davet etmekle hepsi birden Medine-i Münevvere'ye hücuma geçtikleri vakit, Hz. Resullulah Efendimiz Selman-ı Fârisî'nin (R.A.) reyiyle Medine'nin etrafına hendek kazılmasını emretti. Bu münasebetle Gazve-i Handek denmekle meşhur oldu. Muharebe bir ay kadar devam edip, nihayet Yahudilerle Kureyş arasına nifak düşmüş ve kâfirler şiddetli bir fırtınaya tutulup perişan bir halde dönmüşlerdir.

HANDEKÜNAN f. Gülerek, güle güle.

HANDEMEŞHUN f. Devamlı gülen. Çok gülen.

HANDEMU'TAD f. Devamlı gülmeye alışmış olan, her zaman gülme alışkanlığı olan.

HANDEN f. Okumak.

HANDENÜMA f. Gülen.

HANDERİS Eski şarap.

HANDERİZ f. Gülüp duran, devamlı gülen.

HANDERUY f. Mütebessim, güler yüzlü.

HANDEZEN f. Gülen.

HANDİSTAN f. Şaka, lâtife.

HANE f. Ev, mesken, beyt. * Mat: Basamak, bölüm, göz. * Bazı kelimelerle birleştirilip mürekkep isim yapılan bir "ek" tir. "Hasta-hane, ecza-hane, yazı-hane, kıraat-hane" gibi.

HANE-İ AVARIZ Avarız ve bedel-i nüzul ve buna benzer vergiler ve tekâlifin toplanmasında tutulan ölçü. Buradaki hanenin, lügat mânası olan evle münasebeti yoktur. Kasabalar, köyler nüfuslarına ve emlâk ve arazilerinin miktar ve hâsılatlarına göre hane itibar edilir ve mahallî masraflarla sair vergiler ona göre tanzim edilirdi. Bu usul Tanzimat-ı Hayriyeye kadar devam etmiştir. (O.T.D.S.)

HANE-İ ÂYİNE Her yanı birbirinin aynı olan oda, salon veya köşk.

HANE-İ DEVVAR Dâim dönen, devreden hane. * Mc: Yıldız.

HANE-İ FERDA Ahiret.

HANE-İ HUDA Beytullah, Kâbe.

HANE BER-DUŞ Evi omuzunda. Avare. Serseri.

HANE Meyhane.

HANEBERENDAZ (Hâne ber-endaz) f. Ev yıkıcı.

HANEDAN f. Soyca dindar ve asil âile. * Peygamber (A.S.M.) sülâlesi.

HANEF İstikamet, doğruluk. * Ayak eğriliği. * Eğrilik, udûl.

HANEFÎ Dört hak mezhepten birisi. Veya bu mezhepten olan kimse. (Bak: İmam-ı A'zam)

HANE-FÜRUŞ f. Ev komisyoncusu, ev tellâlı.

HANE-GÎ f. Evcil, evde beslenen. Evde bulunanlardan, evdekilerden.

HANE-GİR f. Bir yeri mekân sayan kimse.

HANE-HARAB f. Câhil, bilgisiz. * Evi yıkılmış, evsiz barksız kalmış. * Hâli perişan olmuş kimse. * Mc: Müflis, züğürt, sefil.

HANE-HUDA f. Ev sahibi, sahib-ül beyt.

HANEK Ağzın tavanı, damak.

HANE-KÜŞ f. Mirasyedi, sefih.

HANEN şevk. * Nefsin cima arzusu.

HÂNENDE f. Okuyan, şarkı söyleyen.

HÂNENDE-GÂN f. (Hânende. C.) Hânendeler, şarkı söyleyenler, şarkıcılar.

HÂNENDE-GÎ f. Şarkıcılık, hânendelik.

HANES Burnun uç tarafının biraz yüksek olup geri kısmının basık olması. * Sığır burnu.

HANE-SUZ f. Ev yakıcı. * Mc: Gözü dışarda olan, kendi âilesini düşünmeyen kimse.

HANEŞ (C.: Ahnâş) Avlanan haşere veya kuş. * Yılan.

HANEV Eğmek. * Davar kösnemesi.

HANEZ Mütegayyer olmak, değişmek. * Kokmak.

HANE-ZAD f. Efendisinin evinde dünyaya gelmiş olan köle veya cariye çocuğu.

HANFEC şişman, etli kişi.

HANFES (C.: Hanâfis) Yellengen böceği. * Pislik yuvarlayan böcek.

HANGAH f. Allah rızası için ve misafirleri minnet altında bırakmamak ihlâsı ile fakir ve dervişlere ve talebe-i uluma yemek verilen ve misafir edilen yer.

HANGAR Fr. Eşyayı muhafaza etmek için yapılan üstü örtülü, yanları açık yer. * Uçakları barındırmaya mahsus garaj.

HANHANA Sözü burun içinden söylemek. Hımhımlık.

HANIK (Hunk. dan) Boğucu, boğan. * Küçük dar yarık ve sokak.

HANIK Boğmak.

HANIM SULTAN Tar: Osmanlı hanedanında "sultan" nâmı verilen İmparatorluk prenseslerinin kızlarına verilen resmi ünvan.

HANİ' Karısını boşamış koca veya kocasından boşanmış kadın.

HANİF İslâmiyetten evvel Allah'ın birliğine inanan ve Hz. İbrahim'in (A.S.) dininden olanların vasfı. * İslâmiyete kuvvetle bağlı olan ve ilmiyle âmil olan kimse. * Eğri. * Eski kötü hallerinden vazgeçip hakka ve doğruluğa yönelen.

HANİF Gururlu, mağrur, kibirli. * Dargın, küskün.

HANİFE Bir kabile ismi.

HANİFEN MÜSLİMEN Müslim ve hanif olarak.

HANİN Fazla istekten dolayı inleyiş, şiddetli ağlayış. Sızlanmak. * Şevk ve arzu.

HANİN-ÜL CİZ' Kuru direğin inleyip ağlayışı. Hurma kütüğünün inlemesi.(Mescid-i Şerifte hurma ağacından olan kuru direk (Resul-ü Ekrem (A.S.M.) hutbe okurken, ona dayanıyordu) sonra minber-i şerif yapıldığı vakit Resul-ü Ekrem (A.S.M.) minbere çıkıp hutbeye başladı. Okurken, direk deve gibi enin edip ağladı; bütün cemaat işitti. Tâ Resul-ü Ekrem (A.S.M.) yanına geldi, elini üstüne koydu, onunla konuştu, teselli verdi, sonra durdu. Şu mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) pek çok tariklerle tevatür derecesinde nakledilmiştir. M.)

HANİN-İ HAZİN Acıklı sızlanma.

HANÎN Burun içinden ağlamak. * Burun içinden gülmek.

HANÎRE (C.: Hanâyir) Parmak başlarındaki boğum. * Kadınların yün ve pamuk attıkları yay. * Kirişi olmayan yay.

HANÎS Yeminini bozan, ahdinde durmayan. Rücu' eden. Te'hir eyleyen.

HANİS Sinen, dönen. (Bak: Hannas)

HANİS Ettiği yemini yerine getirmeyen. Yeminini bozan.

HANİS İki kat olmuş kimse.HANÎS : Zayıflık, gevşeklik.

HANİYE Şarap. * Erkeği öldükten sonra evlenmeyip, çocuğuna bakan kadın.

HANÎS Kebap olmuş nesne.

HANK (Hınk) Boğmak. Boğazını sıkıp öldürmek. Boğazı sıkılıp boğulmak.

HANK Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. * Bir şeyi çiğneyip damağıyla ezmek. * Davarın ağzına gem vurmak veya urgan koymak.

HANKAH (Bak: Hangâh)

HANKAN Boğmak suretiyle, boğarak.

HÂNMÂN f. Ev-bark, ocak.

HÂNMÂN-SÛZ f. Ocak yakıcı, ev-bark yakan.

HANN Yalvarmak. * İnlemek. * Esirgemek.

HANNAK Boğan, boğucu.

HANNAN Rahmetlerin en lâtif cilvesini gösteren, Rahman ve Rahîm olan ve çok merhametli olan Allah (C.C.)

HANNAS (El-Hannâs) (Hunus. dan) Geri çekilerek veya büzülerek, sinerek fırsat bulunca vesvese vermek için dönüp gelen. Sinsi şeytan. Besmeleyi işitince kaçan, gaflete dalınca musallat olan şeytan. (Bak: Hunnes)

HANNASÎ Şeytanla alâkalı.

HANSA Sırtlan.

HAN-SALAR f. Kilerci, sofracıbaşı.

HANSİR (C.: Hanâsir) Yaramaz, boş, faydasız. * Bir yerden taşınan veya göçen kimseler, eşya ve elbiselerini yükletip gittiklerinde yerde kalan kıymetsiz şeyler.

HANŞEFİR Bela, zahmet.

HANŞUŞ Bakiyye, artan.

HANTAL Kaba, büyük ve ağır.

HANTEM (C.: Hanâtim) Kara bulut. * Desti. * İbrik. * Topraktan yapılan kap.

HAN U MAN (Hanmân) Ev. Bark. Ocak. Ehil ve iyal.

HANUN Gümleyerek esen rüzgâr.

HANUT Ölüyü, bozulup kokmaması için ilaçlama.

HANUT (C.: Havânit) Meyhane, içki içilen yer. * Dükkân.

HANVE Güzel kokulu bir ot.

HANYA' Beli bükülmüş kadın.

HANZ Kebap yapmak.

HANZAL(E) Zakkum. Zakkum ağacı. Ebu Cehil karpuzu denilen portakal büyüklüğünde mevyesi çok acı bir nebat. Karga kabağı diye de adlandırılır.

HAPİS (Bak: Habs)

HÂR f. Diken.

HÂR-I FİRKAT Ayrılık acısı.

HAR' Yarmak.

HAR (Her) f. Merkep, himar, eşek. * Çay ve havuz diplerinde olan balçık. * Mc: İdraksiz kimse. * Kargaşa.

HAR-İ DEŞTÎ Yaban eşeği.

HAR Yıkılmış, hedmolmuş.

HAR f. Hor, hakir, âdi. Aşağı. (Dinsiz, imansız ve din düşmanı ahlaksızların ve sefihlerin vasıfları.)

HARA' Süstlük, zayıflık.

HARA Deve kuşu yumurtasının yeri. * Ev ortası.

HARAB Viran. Issız. Yıkık. Perişan.

HARAB-ABAD f. Harabiyetle dolu olan yer. Tam harabe.

HARABAT Harabeler. Viraneler. Meyhâneler.

HARABE Harab yer. Şehir veya ev yıkıntısı. Perişan yerler.

HAR'ABE İnce kemikli, genç ve güzel kadın. * Uzun. * Yeşil üzüm çubuğu.

HARABENİŞİN f. Viranelerde, harabelerde oturan.

HARABEZAR f. Viranelik. Yıkıntı yeri.

HARABİYET (Harabî) Yıkılma. Yıkılış. Parçalanıp dağılış. Zillet ve sefalet içinde

HARAC Vaktiyle müslüman olmayan vatandaşlardan alınan vergiye denirdi. Arazi hasılatından veya çalışanların emeğinden elde edilirdi. Reşit ve vücudu sağlam olan gayr-ı müslim erkek verirdi. Buna harac-ı rüus veya cizye denirdi. Topraktan alınan vergiye de harac-ı araziye denilirdi.

HARAC-I MUKASSEME Arazinin hâsılatından yerin tahammülüne göre alınacak bir vergidir. bu harac, hâsılata taallûk eder. Bir sene içinde hâsılat tekerrür ederse bu harac da tekerrür der. Fakat mahsulât mevcud olmayınca bu vergi de alınmazdı.

HARAC-I MUVAZZAF Tar: Arazi üzerine her dönüm başına senevi maktuan muayyen bir miktar meblağ olarak alınacak bir vergidir. Buna "harac-ı vazife" adı da verilir. Bu vergi, zimmete taalluk eder ve araziden yalnız bilfi'l intifa edilmekle değil, intifaa temekkün ile de tahakkuk eder. Binaenaleyh, böyle bir araziyi sahibi kasden muattal bırakacak olsa, vergisini yine vermek mecburiyetindedir. (O.T. D.S.)

HARAC (Bak: Harec)

HARAC Beyazdan ve siyahtan meydana gelen, iki renk olan.

HARAC-GÜZAR f. Haraç verici.

HARAFE Aklın bozulması. Delilik.

HARAFET Hararetiyle dili yakan tad.

HARAHİR (Harhara. C.) Tıb: Akciğerden gelen hırıltılar. * Uykuda iken horlamalar.

HARAİB (Harîbe. C.) Bir kimsenin geçineceği şeyler.

HARAİD (Harîde. C.) Kızlar, bâkireler. * Delinmemiş inciler.

HARAİF (Harife. C.) Ev için yapılan güz hazırlıkları.

HARAİT Haritalar.

HARAK Ateş, nâr.

HARAK Korkudan veya utanmaktan dolayı dehşet içinde kalmak.

HARAM Helâl olmayan, İslâmiyetçe ve dince nehyedilen şeyler ve ameller. Allah'ın izin vermediği, men'ettiği şeyler. Helâlin zıddı olan şey.

HARAMİ Katı-üt tarik, yol kesen. Haydut.

HARAMİLİK Tar: Akıncı kumandanının iştirak etmediği ufak kuvvetler tarafından düşman memleketlerine yapılan akınlar. Bu akınlara yüz ve daha fazla akıncı iştirak ederdi. Akıncı kuvvetleri yüzden az olduğu takdirde "çete" ismini alırlardı. Büyük akınlarda olduğu gibi haramilik suretiyle yapılan akınlarda da alınan esirlerden "pencik" denilen beştebir vergi alındığı halde, çeteden bu vergi alınmazdı.

HARAM-ZADE Gayr-ı meşru münasebetten doğmuş çocuk. Piç.

HARARET Sıcaklık.

HARARET-İ GARÎZİYE Vücudun normal harareti.

HARARET-İ GARİZİYYENİN İLTİHABI ZAMANI İnsanda şehvanî ve nefsanî hislerin galeyanda olduğu devresi.

HARARET-İ HEVÂ Havanın harareti. Havanın sıcaklığı.

HARARET-BİN f. Termometre. Sıcaklık derecesini gösteren âlet.

HARÂS f. Hayvanla döndürülen değirmen.

HARÂS-I HARÂB Harap olmuş değirmen. * Mc: Dünya.

HARAS f. Dilsizlik, dilsiz olma.

HARASET Çift sürme. * Sürülen yer. Tarla. * Ekincilik, çiftçilik.

HARAŞ f. Hayvan ile döndürülen değirmen.

HARAŞİF (Harşef. C.) Balık pulları. Pul pul olan şeyler. * Yaprakları balık puluna benzeyen bitkiler.

HARAT Davarın memesinde olan bir hastalık. (Sütün parça parça, ufanmış gibi çıkmasına sebep olur)

HARATÎN-İ HASSA Osmanlılar zamanında Topkapı Sarayı'ndaki bir sınıf san'atkârın adı idi. Bunlar demir ve ağaç eşyayı tesviye ederlerdi. Bugünkü tâbirle tornacı demekti. Bileziklerden çarklara ve silâh yivlerine kadar her çeşit şey yaparlardı. (O.T.D.S.)

HARAZ Tasadan veya aşktan dolayı zayıflayan.

HARAZET Hastalığın uzaması, derdin müzminleşmesi.

HARB İki veya daha çok devletin birbirleriyle siyasi alâkaları keserek silahlı kuvvetlerle çarpışmaları, vuruşmaları.

HARB-İ UMUMÎ Genel harp, umumî savaş. 1914 senesinde başlayan Birinci Cihan Harbi.

HARB (C.: Hırbân) Toy kuşunun erkeği. * Yarmak. * "Delmek" mânasına mastar.

HARBA' Kulağı delik koyun.

HARBAK Yarmak. * Kat'etmek, kesmek. * İfsad etmek, bozmak. * Deva, ilâç.

HAR-BAN f. Eşekçi.

HARBAT f. Ahmak, bön, ebleh. * İri yapılı kaz. * Kalıp ve kıyafeti yerinde olduğu halde ahmak olan kimse.

HARBCU Kavga çıkarmaya istekli olan, savaş arzu eden.

HARBE Tar: Kısa mızrak tarzında bir nevi silâhın adıdır. Eskiden "Köylü" adı verilen yangın habercisinin taşıdığı ucu demirli değneğe de harbe denilirdi. Eski tüfekleri doldurmağa mahsus demirden yapılmış âlete de "tüfek harbisi" adı verilirdi. (O.T.D.S.)

HARBELE f. Kuyulardan su çekmeğe mahsus dolap. Bostan dolabı.

HARBEN Savaşarak, harbederek, döğüşerek. Muharebe etmek suretiyle.

HAR-BENDE f. Seyis. Eşek ve katır gibi yük hayvanlarına bakan kimse. * Tar: Saray katırcıları.

HARBES Bir ot cinsi.

HARBESİSA "Şey" mânasına kullanılan bir isimdir.

HARBEŞ Fesâd vermek, ifsad etmek, bozmak.

HARB-GÂH f. Harp meydanı, savaş alanı, muharebe yeri.

HARB-GİR f. Harp yapan. Harpçi.

HARBÎ Dâr-ül harbde bulunan ve müslim olmayan kimse. Arada anlaşma yapılmamış düşman. * Harbe mensub ve müteallik. * Tüfek temizliği için kullanılan demir çubuk.

HARBİYE Harb işlerine ait. Harb okulunun adı. Harbiye mektebi.

HARBİYE NAZIRI Askerlik işleriyle alâkalı dairenin başında bulunan memura verilen ünvandır. Kuva-yı Milliyenin Anadolu'da kurduğu hükümette "Milli Müdafaa Vekili" adını taşıyan bu ünvan, Osmanlı Hükümetine 1908 Temmuz inkılâbı arifesinde kurulan Said Paşa kabinesiyle girmiştir. Ondan evvel "Serasker" adını taşıyordu. Harbiye Nazırı'nın başında bulunduğu daireye "Harbiye Nezareti" denilirdi. (O.T.D.S.)

HARBÜŞ Yırtıcı bir kuş. * Alaca yılan.

HARBÜZ(E) f. Karpuz, kavun.

HARBÜZE-İ RUBAH Ebucehil karpuzu.

HARBÜZE-FÜRUŞ f. Karpuz kavun satan adam.

HARBÜZE-ZAR Karpuz kavun bostanı.

HARC Gider, sarfiyat, bir iş için kullanılan madde. * Vergi. * Çıkmak. * Yeni çıkan bulut. * Yemâme vilayetinde bir yer. * Ecir. * Buğday. (Dinimizde lüzumsuz harcamak, israf haramdır. Zillet ve fakirliğe sebeptir.)

HARC-I ÂLEM Herkese elverişli, her keseye münasib.

HARC-I RAH Yol harcı, yol parası. Yol masrafı, yol için verilen para.

HARCA' Ayakları beline varana kadar beyaz olan koyun.

HARCE (C.: Hurc-Haracât) Deve sürüsü. * Sık bitmiş ağaç.

HARCEF Soğuk rüzgâr.

HARDAL Çok küçük tohumları olan ve yaprakları yenen bir nebat ismi. Döğülerek macun haline getirilir ve sofrada iştah açmak için kullanılır.

HARDALE Hardal tanesi. * Nesneyi ufak edip kesmek.

HARDAN Kızgın, hiddetli, gadaplı. * Kast ve men'edici, engel olan.

HARE f. Kaya, sert taş. * Bir cins dalgalı kumaş.

HARE f. Yiyecek.

HAREC Darlık, zorluk, sıkıntı. * Dar yer, sık ağaçlı yer. * Günâh.

HARED Hışım etmek. * Menetmek, engel olmak.

HAREKÂT (Hareket. C.) Hareketler.

HAREKÂT-I HARBİYE Harp harekâtı.

HAREKÂT-I MÜŞTEREKE Müşterek hareketler, beraber davranışlar.

HAREKE Arapça harflerin u, e, i şeklinde okunacağını gösteren işaretler. (Zamme "ötre" fetha "üstün" kesre "esre" (gibi) * Hareket lafzının Arapça terkibde aldığı şekil.

HAREKET Kımıldanma. Davranış. Yola çıkmak. Bir cismin sabit bir noktaya göre yerinin veya durumunun değişmesi. Sarsıntı.

HAREKET-İ ARZ Zelzele, deprem, yer sarsıntısı.

HAREKET-İ DÂHİL Tar: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Süleymaniye medreselerinin binasından sonra onikiye çıkarılan tarik-i tedris (okutma yolu) silsilesinin dördüncü mertebesindeki müderrislerine verilen bir ünvandır.


Yüklə 11,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   57   58   59   60   61   62   63   64   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin