zel gelen bir anlayışı da Eugene Sue’nün “Paris Esrarı”nda
buldu. Kitapta, bütün serserilere beklenmedik yumruklar
yağdıran uzun boylu ve zayıf adam, hayallerinin gerçek
kahramanıydı. Zevaco’yla Sue arasındaki farkı, o sıradaki
yakın arkadaşlarına anlatamamanın verdiği sıkıntı,
iyinin
neden iyi olduğunu bilememesi, onu yıllarca rahatsız et-
miştir. Güzeli anlatamamak, rüyada bağırmak isteyip de se-
si çıkmayan insanın dehşetine düşürüyordu onu. Selim,
başkalarına yer yer güzel gelen açıklamalarını, yüzeyde ka-
lan ve kafasındaki güzelliği bozan bir yarım yamalaklık sa-
yardı.
Bu konuda bana bir gün, orta şekerli kahvelerimizi ve Ye-
ni Harman sigaralarımızı içerken demişti ki:
“Benim için anlatmak, açıklamak,
ancak kelimelerin an-
lamını değiştirmekle mümkün olacak galiba. Ben o yıllarda
kelimelerin anlamlarını doğru dürüst bilmiyordum bile. Za-
ten hiçbir zaman kelimelerin anlamını doğru dürüst bile-
medim. Her zaman kelimelerin, cümlelerin, insanın üstüne
bir mızrak gibi saldıran düşüncelerin bunaltıcı baskısını
duydum. En iyisi kendinle konuşacaksın, kendine yorum-
layacaksın okuduklarını. Bu bakımdan hayatımın
en güzel
yılları ‘Pardayan-Pitigrilli-Fantoma’ dönemidir. İstediğim
gibi okudum, istediğim gibi yorumladım. Kimse beni rahat-
sız etmedi, bey kardeşim. Düşünceleri de olayları da istedi-
ğim biçimde düşündüm. Gözlük takmanın nedenini yıllar-
ca, göze toz toprak kaçması, gözün de böylece yorularak iyi
görmemesi sandım. Bugün de öyle sanmak isterdim; bunun
kimseye zararı dokunmazdı. Ben de, yalnız bana ait olan bir
düşüncenin mutluluğuyla yaşardım.
“Birçok kelimenin anlamını bugün de bilmem. ‘Ahmet ne
kadar cahil’ derler. ‘Daha, bilmem ne kelimesini duymamış.’
Başımı sallarım. Birlikte acırız Ahmet’e: Oysa, o kelimenin
anlamını ben de bilmiyorum.”
216
Bana bir gün, samimi bir anında, Fantoma’yı da okuma-
dığını itiraf etmişti. Kafiye zoruyla yazmış. Bütün isteği o
mısraya Arsen Lüpen’i yerleştirebilmekmiş. Bu tek gözlük-
lü, zarif, çapkın ve “Harikulade Maceraları”yla Selim’i bü-
yüleyen kibar hırsızı okurken kendini o kadar kaptırırmış
ki bu arada farkına varmadan zeytin ve balla kenar tarafın-
dan dört dilim ekmek yermiş. “Otuz Tabutlu Ada”yı biraz
içi titreyerek okumuştu. Kitapların
sonuna eklenen küçük
hikâyeler de dehşet vericiydi. Öldükten -yani düelloda öl-
dürüldükten- sonra, karenin dördüncü adamı olarak otur-
tulduğu poker oyununda konuşmaya başlayarak katilin de-
lirmesine sebep olan Yahudi, yaptığı kötülüklerin cezasını,
en sevmediği yaratık olan örümcek
biçimine girmekle çe-
ken ve hikâyeyi anlatan ortağının yazıhanesinin duvarların-
da, artık muhasebe defterine karışamamanın hırsıyla dola-
şan dolandırıcı tüccar, bir gemi kazası sonunda bindikleri
salda, herkes aç kalınca kurayla kolunu bacağını kestirir-
ken, sevdiği kadının kolları ve bacakları yerine kendininki-
leri kestiren ve böylece sonradan bu kadınla evlenerek, kü-
tüphanenin üstünde bir büst gibi yaşayan kaptan...
Selim, bu mısraların değişmesini çok istediği için bazı ça-
lışmalar yapmış. Şarkının bu mısraları, aşağıdaki
biçimler-
den geçmiş:
Dostları ilə paylaş: