Seçme Yazılar
’ı okuyordu o
günlerde. Puşkin’den ve Rus yazarlarından okuduğu ilk ki-
taptı bu. Sarhoşluğun ve zekâsına güvenmenin coşkunluğu
içinde, kendi bilmezliğiyle alay ediyor, sezginin ve anlayış
gücünün övgüsünü yapıyordu. “Biz, hanımefendi,” diyordu
-hanımefendiyi, tatlı bir eğlenme ifadesiyle, Nermin’in bile
alınamayacağı bir yumuşaklıkla söylüyordu- “Yaman bir
milletiz; Rusları ve Rusları sevmeyenleri aynı derinlikte an-
larız; ama, belli etmeyiz. Bizim gösterişe ihtiyacımız yoktur.
Yaptıkları eserleri karşılarına koyup, bununla boş bir gurura
kapılmak Evropalıların işidir. Durmadan, varlıklarını duy-
mak için, olur olmaz yerde, good morning, bon soir derler
birbirlerine. Bizde de birtakım insanlar bunu tutturmuş. Bu-
günlerde de ‘iyi günler’ diye bir söz çıkmış. Herkes birbirine
iyi günler deyip duruyor. ‘Bonjour’un tercümesiymiş.” Ken-
di sözlerine, herkesten önce, kendisi gür bir kahkaha atmış-
tı: nerede başlayıp nerede biteceği hiç belli olmayan sözleri-
ne, Nermin’in ve alay ettiği Avrupalıların hiçbir zaman anla-
yamayacaklarını düşündüğü bir duyguyla gülmüştü. Ner-
min’in sesini duydu birdenbire, solunda, yukarıda: “Yemek
hazır; düşüncelerinle soğutma çorbayı istersen.” Yumuşak
ve tabii bir sesti bu, hiçbir art niyeti olmayan bir ses. Tur-
gut, rahatsız olduğunu hissetti. Bu hayatın dışında sürekli
hiçbir şey yapamayacağını anlar gibi oldu bir an için. Soluk
bir gölge gibi geçti bu rahatsızlık. Kendini toparladı: “Güzel
47
yemeklerine bu haksızlığı yapamam,” dedi ve alışkın ayak-
larını, şaşırmadan masaya sürükledi.
Masayı, yalnız çorbayla ve karısıyla değil, Kayhan’la ve
Güner’le de düşünme hürriyetine sahip olabileceğini, dün-
yada böyle bir imkânın var olduğunu o sıralarda düşünemi-
yordu. Selim’i düşünmek bile ona, evli erkeklerin -suçluluk
hissinden kurtulamadıkları halde- kendilerini günah duy-
gusuna kaptırmaları gibi, gizli ve hiçbir zaman gerçekleş-
meyeceği için hoş görülen bir günah gibi geliyordu. Hayal
gücü, henüz bilemediği bir derinlikteydi. “Canım sıkılıyor”
sözleri, kendisinin de farkına varmadığı bir kolaylıkla, baş-
ka bir insanın söylediği bir cümle gibi duyuldu sofrada.
Mutfaktan, yemek yiyen çocuklarının, hizmetçiye karşı ko-
yan sesleri geliyordu. “Kendini bırakmamalısın,” dedi Ner-
min. Selim’in öldüğünü gazeteden öğrendiği sabah duydu-
ğu sesten biraz farklıydı Nermin’in sesi. O sabah -ağladığını
pek hatırlamazdı- gözleri yaşlı, yatakta karısına sokulduğu
zaman, kendini öksüz bir çocuk gibi hissetmişti. İkisi de
gözlerini boşluğa dikip, susmuşlardı uzun süre. Turgut, her
saniyesini dolduran mahzunluğu Nermin’le paylaştığını
sanmıştı o sırada. Sanki, çocukluğundan beri, Turgut’a acık-
lı ve hüzünlü gelen yaşantıların hepsini bir ana sıcaklığıyla
içine almıştı Nermin. Turgut, yüzünü, karısının boynunda,
saçlarında saklamış ve bütün olanlar ve olacaklardan tatlı
tatlı yakınmıştı sessizce. İkimiz olduktan sonra, bütün bu
hüzünler, sıcak bir yaklaşma için bahanedir, demek istemiş-
ti Nermin’e. Daha düzenli günlerde hissedilmesi zor bir ya-
kınlıktı bu Turgut için. Aslında erkeklerin zayıflıklarını
göstererek, kadınlara vermeleri gereken sürekli güveni sars-
mamaları gerektiğini içgüdüsüyle biliyordu. Fakat, yuvanın
bütünlüğüne zarar vermeyen küçük bir zayıflıktı bu gevşe-
me. Yazık ki erkekler, şımartıldıkları zaman nerede durma-
ları gerektiğini çoğu zaman bilemezler. Kadının, bunu ha-
48
tırlatmasıysa, utanç verici bir uyarmadır onlar için. Ya da
bazıları için öyledir. Belki nesli tükenmeye başlayan garip
yaratıklardır artık bu çeşit erkekler. İşte biri daha öldü gitti.
Turgut’un içinden atamadığı hüzün, belki de bu azalışın
hüznüydü. Kendini bırakmaması söylenince de, bu duygu-
dan kurtulamadığı için, tekrar düzelinceye kadar bunu sak-
laması gerektiğini hissetti utanarak.
Kendini, içinde bulunduğu düzenli yaşantının ayrıntıları-
na bıraktı. “Düşünmüyorum, sıkılıyorum sadece,” dedi.
Daha birşeyler söyleyecekti. Söyleyemedi. Sustu. Bir saygı
duruşu yapıyorum herhalde, diyecekti belki. Bu kadar ma-
sum bir sözü bile söyleyemedi. Söylemek içinden gelmedi.
Kendini elevermekten korktu. Nasıl olsa geçecekti. Yerin-
den kalktı ve seslerinden, yemek yemedikleri anlaşılan ço-
cuklarını azarlamaya gitti mutfağa. İki kızı da suçu birbiri-
ne yükledi hemen. Sonra da hizmetçiyi kötülediler. Yemek
yemeyen çocukların kötü geleceklerinden bahsetti onlara.
Bu çeşit çocuklarla kimse konuşmazdı sonunda. “Bütün iş-
lerinizi yalnız yaparsınız sonra. Kimse yemeğinizi yedirmez
ve uyumanız için masallar anlatmaz. Kocaman kızlar olur-
sunuz: gene yalnız kalırsınız.” Su bardağına uzanmak için
sandalyenin üstüne çıkan küçük kızı: “Hayriye Teyze gibi
kocaman bir evde tek başımıza kalırız sonra, değil mi baba-
cığım?” dedi. Evin kocamanlığını anlatmak için kollarını
bütün gücüyle açtı, hizmetçi tutmasa yere düşecekti. “Sakın
Hayriye Teyzenin yanında söyleme bunu.”
“Önümüzdeki hafta Ankara’ya gideceğim. Artık, bazı iş-
leri yalnız benim yapabileceğimi anlamaya başlıyorlar şir-
kette.” Nermin, hafifçe başını kaldırıp, sevindiğini gizledi-
ğini belirtmek isteyen bir bakışla: “Başka türlü olabilir miy-
di?” dedi. “Bunu biliyorduk. Anlamalarına ihtiyacımız yok-
tu.” Son cümlenin söylenişi Turgut’u tedirgin etti hafifçe;
yerinden kımıldanır gibi oldu. Telaşını örtmek için acele et-
49
ti: “İnsanların hoşuna gidecek biçimde davranmayı oldukça
beceririm biliyorsun. Onun için, bana önem verilmesinde
bu aldatıcı tavırlarımın payı vardır diye endişe ederim.”
“Böyle olmadığını biliyorsun,” diye telaşsız karşılık verdi
Nermin. “Nasıl bir insan olduğunu anlatmamı istiyorsan,
başka.” Turgut elindeki çatalı bıraktı: “Beni şımartırsan,
mutfaktaki çocuklar gibi yemeğimi bitirmem sonra.” Gül-
düler, Turgut, çatalı bırakan eliyle uzandı, karısının kolunu
okşadı, gözlerine baktı; artık, bir şey düşünmedi.
Sonra Nermin sofrayı toplarken, oturduğu koltukta, bir-
den Turgut aynı huzursuzluğun yaklaşmakta olduğunu his-
setti. Kıskanç ve intikamcı bir duyguydu bu: biraz unutul-
maya gelmiyordu. Gizlice büyüyor, eskisinden daha şiddetli
bir biçimde ortaya çıkıyordu hiç beklemediği bir anda. Bir
davranışta bulunmadan, onunla ilgili bir hareket yapmadan
atlatılması imkânsız gibi görünen bir duyguydu. Hüzünlü
bir biçimde ele alınmayınca daha zalim oluyordu sanki.
Kendisine saygı duyulmasını istiyordu. Küçük bir fırsat bu-
lunca da Turgut’un içini ezen bir rahatsızlık olarak ortaya
çıkıyordu. “Midem iyi değil galiba,” dedi. “Bana bir ilaç
versene.” Söylediği sözlerden hemen pişman oldu. Gene
ihanet etmişti içindeki ‘şey’e. Bu ‘şey’ Selim’in ölümünden
öte bir hüzün, ne olduğu belirsiz, fakat sürekli ilgi isteyen
bir duyguydu. Hem örtülmesi gereken, hem de örtüldüğü
ona hissettirilince kuvvetlenen bir duygu. Turgut, çok ağır
ve hesaplı olması gerektiğine inandığı bir hareketle yerin-
den kalkarak kitaplığına yürüdü.
5
Karısı ve çocukları salonda yoktu. Arka taraftan seslerin ke-
sildiğini duyunca iki saattir bir kelimesini bile anlamadan
okumaya çalıştığı kitabı elinden bıraktı. Bu iki saat içinde,
50
hiçbir şey düşünmeden ıstırap çekmişti; o güne kadar ya-
kından tanımadığı bir duygu olduğu için, uzak ve karanlık
bir kelime seçmişti. Divanda oturan karısına belli etmeden
ve bu belli etmemenin kendine neye mal olduğunu bilerek
dayanmıştı. Onu üzmemek için böyle davrandığını bile ak-
lına getiremedi bu sıkıntı içinde. Sonunda bütün sakınma-
sını elden bırakarak, uykusu olmadığını ve salonda kalarak
okumak istediğini söyledi. Neden yatak odasında değil de
salonda? Onu bile söylemedi. Karısının bunu nasıl karşıla-
yacağını görecek durumda da değildi.
Kitabı elinden bırakınca, daha önce ne yapacağını kesin
olarak bilen insanların görünüşüyle, çalışma masasına yürü-
dü. Oysa, bu iki saat içinde, bu hareketi çok kısa bir an ak-
lından geçirmişti ve kitabı bıraktığı anda, kafası boşalmış gi-
biydi. Aceleyle çekmeceleri karıştırdı. Kâğıtları, dosyaları,
kutuları telaşla çekmecelerden çıkarırken yalnız Selim’in
sözlerini duymaya başlamıştı: “Sen günün birinde çok meş-
hur olacaksın. Ben o zamana kadar belki sağ kalamam.” Öy-
le oldu Selim; kalmadın Selim. “Gel, senin bir tercümei hali-
ni yazalım. Kimseye yararlı olmasa da tarihe hizmetimiz do-
kunur.” Dokunur Selim. Dur Selim, bulacağım, bir dakika.
“Bütün bu adamların biyografileri yanlışlarla dolu.” Yanlış,
evet Selim. Tarih oldu Selim. Çekmecelerde olmalıydı; iyi
hatırlıyorum. Elini sıkıştırdı çekmecenin birini kaparken.
Acıyla bir an durdu; parmağına baktı. “Biz seninle yeni bir
çığır açacağız bu konuda Turgut.” Tanımadığım bir telaş
içindeyim Selim. “Bu oyuna heves duyuyor musun?” Duyu-
yorum Selim duyuyorum. Allah belamı versin ki duyuyo-
rum. “Yalnız bir mesele var: hangi üslubu kullanacağız?”
Bilmiyorum Selim; görüyorsun telaş içindeyim. Nermin’in
yanında olmam gerekirdi şu anda. Selim, elini yanağına ko-
yup bir süre düşündü. Sonra ayağa kalktı, kitaplığının önü-
ne gidip kitaplara elini dayayarak bir heykel gibi hareketsiz
51
ve boş bakışlarla onları seyretti. “Doluyorsun,” diye bağırdı
Turgut. Selim, karşılık vermedi. Ellerini göğsünde gezdire-
rek hafifçe kımıldadı. Boynunu, omuzlarını tuttu, çenesini
sıktı ve sonunda hırsla kafasını kaşıdı. “Tamam,” diye hay-
kırdı Turgut. Gözleri yarı kapalı, kendinden geçmiş bir tavır-
la konuştu Selim: “Evet, sonunda doldum,” dedi. “Sonunda
doldum, Turgutçuğum Özben. Ayak tırnaklarımın ucundan
saçlarımın tellerine kadar doluyum artık. Üslubumuz da
belli oldu bu arada. Tarihi Türk, Roma ve Fransız kahra-
manlarıyla büyük matematikçi ve fizikçilerin hayat hikâye-
leri tarzında yazacağız. Heyecanlı sahneler de kovboy filmle-
rini andıracak. Sen, önce bana, o tatsız ve sıkıcı anlatışınla
hayat-ı hakikiyeni nakledersin...” Turgut tamamladı: “Sonra
sen de uykusuz geçen kâbuslu bir gecenin sabahında, on bi-
ninci fincan kahveni yudumlar ve sokak satıcılarının pence-
reden sızan seslerini dinlerken, ‘kahramanlar marşı’nın son
notalarını kâğıda geçirirsin.” Selim, sabırsızlıkla karşılık ver-
di: “Oldu, evet, anlaştık. Dolmakalemimize kan doldurup
yazacağız bu satırları. Ve ben, bir avuç toz olduktan sonra
bile, senin destanın ağızlarda dolaşacak...” Turgut tamamla-
dı: “Ben ve emrimdeki yüz bin şövalye, ihtirasın yakıcı alev-
leriyle kavrulurken, sen köşenden bizleri ibretle seyredecek
ve: ‘Sevişin evlatlarım, diyeceksin. ‘Sevişin ve mutlu olun...’”
Selim atıldı: “Ve zina etmeyin.” Turgut, yapma bir kıskanç-
lıkla elini salladı. “Sonunda okuyacağım bu İncil’i ve senin
okumamış olduğunu ispat edeceğim böylece.” “Kağıtlar ne-
rede?” diye söylendi Turgut. “Kâğıtlar, zabıtlar... onları bura-
larda bir yerlere saklamıştım.” “Eski Mukaddes Roma-Aksa-
ray İmparatorluğunun kurucularından, kadim Osmanlı mü-
verrihlerine göre Turgut Bey, Avrupalı müsteşriklere göre na-
mı diğer Dragut’un hayatını yazacağım bilinen ve bilinme-
yen taraflarıyla.” Sabret biraz Selim, eskisi gibi acelecilik et-
me. Giriş hazırlıklarını tamamla, ben geliyorum.
52
Bir proje dosyasının içinde, birkaç kâğıt buldu sonunda.
Bu kadar değildi; daha olmalı. Sonra tekrar ararım. Elleri
titreyerek, sayfaları masanın üstüne koydu. Canım Selim;
hep oynayabilseydik bu oyunları. Biraz olsun dinlenseydin
arada. Durmak bilmeyen kafanı rahat bırakıp kuvvet topla-
saydın biraz. Kim dayanabilmiş ki sürekli? En basit insanla-
rın bildiği bu gerçeği nasıl göremedin? Bu sayfalarda yaşa-
dığını görüp, öldüğüne nasıl katlanabileceğim? Bu acıya da-
yanmak için bir yol göster bana. Parmaklarının bütün gü-
cüyle bileğini sıktı. Okumalıyım, bilmeliyim, okumalıyım.
İşin içine girmeliyim; kendime acı vermek pahasına. Elleri-
ni yanaklarına bastırdı, okumaya başladı:
“Bundan yirmi beş yıl kadar evveldi. Aksaray’ın Horozuç-
maz Mahallesi Lâlegül Sokağı Hane No. 54, Cilt No. 22, Sa-
hife No. 669’da, iki katlı ahşap bir evde, medeni hali bekâr,
cinsiyeti erkek, dini İslam bir çocuk dünyaya geldi. Babası
tütün rejisi muhasipliğinden, on sekiz yıl dört ay yirmi iki
gün sonra emekliye ayrılacak olan Hüsnü Bey, annesi de ev
kadını Mürüvvet Hanım’dı. Turgut bir ebe marifetiyle, ba-
bası ahşap evin alt katında merak ve endişeyle kıvranır ve
beş dakikada bir merdivenleri tırmanırken dünyaya geldi.
Daha doğrusu, yazık ki, yedinci kere merdivenleri tırman-
dıktan sonra aşağı inerken doğdu. Evin içinde mahallenin
yaşlı kadınları dolaşıp duruyor ve Hüsnü Bey de orada, var-
lığı gereksiz bir insan olduğunu düşünerek, kendini nereye
koyacağını bilemiyordu. Kaynar sularla dolu taslar üst kata
taşınıyor ve sigara üstüne sigara içen Hüsnü Bey, bu taşıma
işine yardım edecek gücü bile kendinde bulamıyordu. Hüs-
nü Bey o zamanlar çok zayıftı. Çocuk iki yaşına geldiği gün
çektirilen fotoğrafta onu tanımakta güçlük çekerdiniz: ince
bıyıklı, soluk benizli, genç bir adam. Başında, o yıllarda
moda olan, siyah şeritli, geniş kenarlı bir şapka var. Bu şap-
ka, onun silik yüzünü daha da önemsiz gösteriyor ve Hüs-
53
nü Bey resimde bir sığıntı gibi duruyordu. Üst kattan çocuk
ağlamasının duyulduğu sırada Hüsnü Bey, ertesi gün girece-
ği Amme Hukuku imtihanını düşünüyordu. Bir taraftan
muhasebeci yardımcılığı bir taraftan Hukuk talebeli-
ği...Hüsnü Bey bunalıyordu. Okumaya fazla düşkün olma-
dığı için, sadece kitaplarda isimlerini görmekle yetindiği fi-
lozoflar, kafasında birbirine karışıyor; Necmettin’in notla-
rından aklında kalan cümleleri hatırlamaya çalışıyordu. Bu
Necmettin’in notları da ne kadar okunaksızdı.
Dostları ilə paylaş: |