“Coup d’état”
yaparak kabile başkanlığına geçtiği hususunda sağlam bel-
geler var elimizde. Anlaşılan Speare, kitabını elinden düşür-
mediği filozof Emeritus’un “Silahları ellerinde bulunduran-
lar, bir gün milletlerin kaderine sahip olacaklardır” ilkesini
bütün kalbiyle benimsemiş.
Kabile başkanlığını ele geçirdikten sonra (elli dokuz ya-
şındaydı; mücadele uzun sürmüştü.) Ahd-i Atik’teki birçok
kral gibi dört kere evlenen Shlomoh Speare, on dört çocuk
sahibi oldu. Mizahla başının hoş olduğuna dair elimizde bir
kayıt bulunmadığı için, kendisinden önce üç tane Solomon
gelmediği halde, birdenbire Solomon IV adını almasının ne-
deni pek anlaşılmıyor. Ayrıca, yalnız kralların numaralan-
140
ması âdet olduğu bilinirken, küçük bir kabile başkanının
karşımıza dördüncü bir Solomon olarak çıkması da inanılır
gibi değil. Yahudiler hakkında oldukça alaylı bir tarih yaz-
mış olan İbni Kelami, bu sayının, Shlomoh’un dördüncü sı-
nıf bir lider olmasından çıktığını söylüyor. Söylentileri bir
yana bırakarak, tarihî belgelerle konuşmak gerekirse, ince-
lememizi, ciddi ve güvenilir Alman tarihçilerinin bilgilerine
dayandırmak yerinde olacaktır. Aynı zamanda Araplar hak-
kında da dikkate değer görüşler ileri sürmüş olan Heinrich
Roetke, Shlomoh Speare’nin (Roetke de Solomon’un soya-
dını böyle yazıyor) Milattan Önce 550 ile 540 yılları arasın-
da Kudüs’te başgösteren karışıklıklardan yararlanarak sekiz
ay kadar krallık ettiğini yazmak suretiyle meseleye biraz ol-
sun ışık tutuyor. Böylece Solomon, karanlık kabilesinin ba-
şından, birdenbire krallığa yükselmiş oluyor. Son yıllarda
yaptığı kazılara dayanarak yazdığı kitabın (
Die Geist der
Mesopotamia,
Berlin, 1958, Bild I) en son bilgileri taşıması
gerektiğine göre bu ihtimal üzerinde de durmalıyız.
Roetke’ye göre, bu iktidarın kısa sürmesinde Shlomoh’un
kişiliğindeki kararsız ve çelişik yönlerin büyük payı var.
Ordunun desteğini sağladığı halde onları tutmasını bilme-
miş. Ordunun ve şartların sayesinde kral olduğunu unut-
muş görünüyor. Devlet parasıyla, kıyıda köşede kalmış bü-
tün kitaplarını yayımlatmış. En kötüsü, Araplara yapılan
gizli bir silah satışına adı karışıyor. Tahtını terketmek zo-
runda kalıyor.
Bu durumda tekrar kabilesinin başına geçmek ağırına git-
miş olmalı ki, ailesini yanına alarak Antioch (Bugünkü An-
takya) dolayına yerleşiyor. Burada kendini matematik ve
felsefeye veriyor. Yalnız, bu arada, yazdığı felsefi bir şiirin
resmî makamları tedirgin etmesi üzerine Adalara kaçmak
zorunda kalıyor. Şiirin tehlikeli bir yönü yok. Bugün kimse
başını çevirip bakmıyor böyle “tehlikelere.” Ayrıca, o za-
141
man da Solomon hakkında kovuşturma yapılmamış. Fakat,
aslında çok kuşkulu bir insan bu Shlomoh. Bir yandan hü-
kümetin hoşuna gitmeyeceğini bile bile böyle şiirler yazma-
ya cesaret ediyor, bir yandan da alabildiğine korkuyor. Başı-
na gelenler de herhalde sinirlerini çok bozmuş olmalı ki,
bugün hiçbir savcıyla insanın başını derde sokmayacak (ve
edebî zevk bakımından oldukça tenkite uğrayacak) masum
bir şiir yüzünden Kıbrıs’a sığınmış. Oysa, Antakya’nın felse-
fe çevrelerinde adı duyulmaya başlamış o sıralarda. Olayın
en acıklı yönü de bu şiiri, toplum meselelerine ilgisini kay-
bedip tek insana yöneldiği bir devresinde yazması. Toplum-
sal yaşantıya bir zamanlar bir katkısı olduğunu unutmamış
demek. Şiirin Türkçe’ye tercümesi aşağı yukarı şöyle:
Mükemmel bir daire çizilemeyeceği gibi,
Aklın ve tecrübenin de insanı idaresi kolay değil.
Tanrı çizmiyor her zaman kaderimizi;
Madde ve ruh arasına çizilen sınırdaki kesinlik yok.
Büyük ihanetler pençesinde tutuyor insanı,
Büyük karışıklıklardan kaçtığı yerlerde bile.
Bence, tatsız tuzsuz bir şiir. Galiba İbranicesi denildiğine
göre biraz daha iyiymiş. Özü bakımından da tutulur yanı
yok. Felsefenin ilkelerini bildiği hakkında şüphem var
Shlomoh’un. Matematiğin, felsefi meselelerdeki payını da
çok büyütmüş ayrıca. Madde ve ruh arasındaki kesin sınırı
çizmesi de henüz insana yönelmeyi bilmediğini açıkça gös-
teriyor. Elbette, resmî makamlar, bu noktalar üzerinde fazla
durmamışlardır. Daha çok, “Tanrı’nın kaderimizi çizmeme-
si” ve “büyük karışıklıklardan kaçılan yerde” (burası An-
takya olacak) “büyük ihanetlerle karşılaşılması” gibi sözlere
takılmış olacaklar. Atalarımdan biri olduğu için, fazla yük-
lenmek istemiyorum adama.
142
Speare’nin bundan sonraki hayatı (herhalde başka bir şey
yapmak imkânı kalmadığından olacak) büyük bir sadelik
içinde geçmiş. Önemli kitaplarının hemen hepsini bu dev-
rede yazmış. Eserlerinin yetmiş cilt kadar tuttuğu söyleni-
yorsa da, elimize geçenler, matematik hakkında bir iki de-
neme ile “Hikmet ve İktidar” adlı bir diyalog. Bazı bakım-
lardan, çağına göre ileri düşünceler taşıyan bu son kitap ol-
dukça ilginç. Bir yerinde, yalnız tek bir kadınla evlenmenin
gereği hakında sözler bile var. Genellikle, iktidardakilere
tavsiyelerle dolu bu kitap. Irk ve toprak bakımından ayrı
özellikleri olan toplulukların bugünkü içişleri ve tarım ba-
kanlıklarını içine alan bir örgütün kurulmasıyla uzlaştırıla-
bileceği ileri sürülüyor.
Shlomoh IV, seksen iki yaşında, bahçesine yeni bir fidan
dikerken ani bir kalp durması sonucu ölmüş. “Kargı”nın ai-
le adı olması da Kıbrıs’ın Türkler tarafından ele geçirildiği
günlere rastlıyor. Gene adı Shlomoh olan aile başkanı, mal
ve mülkünü koruma endişesiyle bu soyadını almış. Sonra-
dan adı Müdebbir Süleyman’a çıkan bir adam hakkında
başka bir söylenti, bizi Mezopotamya’nın kumlarından Al-
taylar’ın sarp tepelerine götürüyor.
Orta Asya Türklerinin yaşayış ve törelerini, bugüne kadar
bilinen biçiminden çok farklı bir açıdan ele alarak açıkla-
yan ve son yıllarda, bu meseleye hayatlarını adamış birçok
Türkologu şaşkına çeviren “Ortu Alga yazıtları” olayını an-
latmak istiyorum. Bu yazıtlarda da (garip bir rastlantı ola-
cak) bir Süleyman Kargı var.
Antropoloji uzmanları dışındakilerin sadece bir gazete
haberinden ibaret sandıkları Ortu Alga Yazıtları meselesi,
büyük yankılar uyandırmış -Avrupa bilim çevrelerinde el-
bette- ve çeşitli yorumlara yol açmıştır. Gazetelerimizdeyse
sadece şu kısa haber çıkmıştı:
“Haber aldığımıza göre, halen Özbekistan Sosyalist Cum-
143
huriyeti sınırları içinde olan Ortu Alga mevkiinde birlikte
kazı yapan Alman ve Rus arkeologları, önce bir tepe sanı-
lan, fakat kazının ilerlemesiyle, büyük taş yazıtların üst üs-
te konmasıyla meydana geldiği anlaşılan, takriben elli met-
re yüksekliğinde bir yığın bulmuşlardır. Gök-Türklere ait
olduğu sanılan yazıtların incelenmesine başlanmıştır.
Haberi veren ajansın, ne tarih ne de arkeolojiden anlayan
bir muhabiri bulunmadığı için kazı yerine kimseyi yollaya-
mamış; incelemelere katılmak isteyen Türk bilim adamları-
na da Dışişleri Bakanlığı gerekli vazifeyi vermemişti. Tabii,
olayın bu kısmı, basından ve dolayısıyla halktan gizli tutul-
muştu. Oysa, bu kazı ve sonuçları hakkında Avrupa gazete-
lerinde ve bilimsel dergilerinde çıkan yazılarda Bakanlığın
bu tutumundan alaycı bir dille bahsediliyordu. Yabancı dil
bilen muhalif milletvekillerinden biri de tüccar bir arkada-
şının işini bakanla konuşmak üzere Sanayi Bakanlığı’nın
bekleme salonunda oturduğu sırada, önündeki masada du-
ran dergileri karıştırmaya başlamış ve olayı böylece öğren-
mişti. İşini bitirdikten sonra derhal meclise koştu ve bir so-
ru önergesi vererek kazılara neden katılmadığımızı hükü-
metten sordu. Önergenin görüşülmesi sırasında da olaydan
Dışişleri Bakanını sorumlu tutarak, kazılara katılmamızın
milletlerarası itibarımızı artıracağını ve kendimizi tanıtmak
bakımından milyonlar sarfıyla elde edemeyeceğimiz bir fır-
satı kaçırdığımızı ileri sürdü. Ne var ki vize verilmemesi,
kanunlara uygundu ve muhalefete de yeni bir kanun teklifi
getirmekten başka yapacak bir iş düşmüyordu. Mesele ka-
pandı.
Meclisteki görüşmelerde, yazıtların mahiyeti hakkında
bir söz edilmiyordu. (Muhalif milletvekili -önerge sahibi-
makalenin yalnız baştarafını okumuştu.) Durum ilgimi çek-
tiği için bu dergileri bularak okumaya başladım.
Kazının başlarında birçok yazılı taş bulunduğu halde, ka-
144
zı ilerledikçe taş yerine toprak çıkmaya başlamış. Kazıyı yö-
netenlerin çalışmaları durdurmak istedikleri bir sırada on-
ları seyreden ihtiyar bir köylü (yüz altı yaşındaymış) neden
işi yarım bıraktıklarını sormuş. Taşların bittiğini anlatmış-
lar ona. “Ne üzülüyorsunuz?” demiş. “Bizim evin duvarla-
rında çok taş var. Onları alın isterseniz.” (Anlaşıldığına gö-
re özel mülkiyet hırsından gerçekten kurtulmuş bir köylüy-
müş bu.) Önce gülmüşler; fakat köylü ısrar ediyormuş. So-
nunda, biraz da dinlenmek amacıyla, köylünün evine git-
mişler ve hayretle bütün bahçe duvarlarının ve evin aynı taş
yazıtlardan yapılmış olduğunu görmüşler.
Köylü, durumu, aşağıdaki basit olayla açıklamış:
1917 ihtilalinde, en hareketli ve kimin iktidarda olduğu-
nun bilinmediği günlerde, belli olmayan bir nedenle (Çar
ordularına yardım için deniyor) Ortu Alga yakınlarında bu-
lunan Orta Anadolulu bir tüccar, yanındaki adamlarıyla bir-
likte bu tepenin yanından geçiyormuş. O sırada adamların-
dan biri son dakikalarını yaşıyormuş. Biraz sonra da ölmüş.
Hastalığının tifüs olması ihtimalinden çekinerek (şehirde
hepsinin karantinaya alınmasından korkuyorlarmış) ölüyü
bu tepeye gömmeye karar vermişler. Fakat daha bir iki kaz-
ma vurur vurmaz, taşlar ortaya çıkmaya başlamış. Tepenin
neresini yoklamışlarsa, durumun aynı olduğunu görmüşler.
Her yerin taş dolu olduğunu anlayan Orta Anadolulu tüc-
car, hemen ölüyü başka bir yere gömdürerek, adamlarını te-
pede bırakmış ve doğru kasabaya koşmuş. Kasabada henüz
Çarın adamları iş başındaymış. İdarecilere biraz da para ve-
rerek tepede bir taşocağı açma ruhsatını kolaylıkla almış ve
hemen kazıya girişmiş. Çevre köylere ve iki hükümet inşa-
atına bir hayli taş satmış. Fakat Kızılordu’nun yaklaşması
üzerine korkuya kapılarak ocağı acele kapattırmış ve inşa-
atların temellerinden çıkan bir kısım toprağı da üstüne
döktürerek tepeyi mümkün olduğu kadar eski durumuna
145
getirmeye çalışmış. Köylüler de, taşları ellerinden gider
korkusuyla durumu yeni hükümete bildirmemişler.
Arkeologlar, hemen çevre köyleri araştırmaya koşmuşlar
ve kısa bir süre sonra da yazıtların hemen hepsini toplama-
yı başarmışlar. Fakat, yazıları okumak kolay olmamış. Bili-
nen Gök-Türk yazılarına benzemiyormuş bunlar. Sanki ya-
zanlar bunların anlamının bilinmesini istemiyormuş. So-
nunda, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne göre, Sov-
yet; Demokratik Alman Cumhuriyeti’ne göre de Alman bil-
ginleri şifreye benzeyen yazıları çözmüşler.
Yazıtın adı: BİLİG-TENÜZ; Bilgi Denizi anlamına geli-
yor. Yazıyı okudukça bunun, bugünkü ansiklopedilere
benzer bir şey olduğunu görmüşler. Taşların toplamı -kay-
bolanlar dışında- bugünkü kitap sayfasıyla on iki bin sayfa
ediyor ve bu hacmiyle dünya ansiklopedileri arasında ye-
dinci sırayı alıyor. Bundan iki bin on dört yıl önceki bilgi-
leri kapsadığı düşünülürse, birinci sırayı alıyor demektir
benzerleri arasında (eğer bir benzeri bulunursa). Bilig-Te-
nüz hakkında okuduğum birçok makaleden ve eserin İngi-
lizce’ye tercümesi üzerinde bizzat yaptığım incelemelerden
bahsetmek istiyorum. (Bu eserin bir an önce Türkçe’ye
çevrilmesinin yararlı olacağı kanısındayım.) İngilizce ter-
cümenin -The Ocean of Wisdom, translated from Gok-
Turkish by Alexander William Barnett, Oxford University
Press- önsözünde belirtilen bir noktaya değinmeden geçe-
meyeceğim.
Yüzyıllardan beri sürüp gelen ve “Neden Batılılaşmıyo-
ruz?” “Neden Her Şeyi Kendimize Benzetiyoruz?” “Neden
Yüzyıllardır Denenmiş Uygulamaları Yapımıza Uyduramı-
yoruz?” gibi makale ve kitapların sorularına kesin bir karşı-
lıktır Bilig-Tenüz. Yazıtı incelemeye başlayanlar, hemen bu-
nun gibi birçok sorunun karşılığını, Bilig-Tenüz’ün deyi-
miyle tümaçtarsız (yani tümüyle açık seçik ve tartışmaya
146
yer vermeyecek biçimde) bulacaklardır. Önce, neden Batı
kültürünü alıp soysuzlaştırdığımızı sanıyoruz? Batı, bizim
kültürümüzü alıp soysuzlaştırmış olmasın? Tanzimatla bir-
likte başlayan “Garplılaşma” hareketleri, bir kültürün kötü
bir biçimde kopya edilmesi mi demekti? Yoksa, biz, aslında
gene atalarımızdan miras kalan bir medeniyete mi dönü-
yorduk? Bilig-Tenüz’ü inceleyenler göreceklerdir ki, biz, ye-
ni uygarlığımızın asıllarını teşkil eden bütün kurumları,
akımları ve düşünceleri yeni bir biçime sokarken bir keş-
mekeş ve bilmezlik içinde değildik; kökü ta iki bin yıl ön-
cesine dayanan ve her noktası akıllara durgunluk verecek
bir biçimde hesaplanmış olan bir bilimselliği sürdürüyor-
duk. Yoksa ayakta kalabilir miydik?
Bilig-Tenüz’ün temellerini attığı tarihi gelişim planımız,
bugün bile bir tek taşını yerinden oynatamayacağımız, mu-
azzam bir abidedir. Bu abidenin gelişiminde rastlantıya yer
yoktur. Ansiklopedinin ‘U’ harfinde “us-akıl” maddesi, şu
kısa şiirle ne kadar büyük bir gerçeği belirtiyor:
Tanrı usıg baştan alır
O tuşinir yerge çünki
Yani Allah aklımızı başımızdan aldı ama, bizim yerimize
düşünmek için yaptı bunu. Bu sözde ne kadar çok gerçeğin
birden gizli olduğunu söylemeye bilmem ihtiyaç var mı?
Bilig-Tenüz’ün birçok bölümünü, devrin bilim ve özbil-
genlik (felsefe) alanında ün yapmış Salman Kargu adlı bir
düşünür yazmış. Kargu’nun yaşamı hakkında fazla bir bilgi
edinemedim. Salman da, Bilig-Tenüz’ün başka yazarları gibi
karanlıkta kalmayı uygun görmüş. Yalnız, giriş kısmında,
Ansiklopedinin bütün ortak yazarları gibi, bir iki mısrayla
kendinden söz ediyor:
147
Salman gerek ününü acuna, Salman
Kargun saplanmalı bilmez bağrına.
Yirmi yüzyıl geçse gene aradan,
Çalman gerek kara bu kez bağrına.
Burada, bilmez, cahil anlamına kullanılmış. Ancak yüze
kadar saymanın bilindiği bir çağda, bu sayının yirmi katını
kullanarak günümüzün tarihine kadar düşünmesi, Sal-
man’ın ileri görüşlülüğünü ne güzel belirtiyor. Bağrına kara
çalmak, o günün bilim adamlarının tanınmasına yardım
eden bir işaret olsa gerek. Ya da ak, bilmezliği, kara, bilgeli-
ği belirttiğine göre, bağrında kara olması, bir insanın içten,
yürekten gelen bir bilim sevgisini gösterebilir.
Salman Kargu, Ansiklopedinin D,K,M,T ve Z bölümlerin-
de yirmi kadar maddenin yazarı olarak görünüyor. Bunların
arasında: Dikenli Bitkiler, Doğruluk, Duvarcılık, Kargı ve
Sivri Uçlu Pusatlar, Kartal, Kıskançlık, Kurum, Kümes Yara-
tıkları (hayvanları), Masal, Moğollar, Tartı, Tefecilik, Tenüz,
Zenginlik, Zorbilim (cebir) gibi konuları sayabiliriz. Anlaşıl-
dığına göre, Salman’ın ilgilendiği alanlar geniş; özellikle ma-
tematik, biyoloji ve teknik bilimler ağır basıyor. Her sayının,
kendinden önce gelen sayıdan bir fazla olduğunu ve birle
bölündüğü zaman mutlak eşdeğerini verdiğini ve sayıların
saymakla tükenmeyeceğini bulmuş. Yanlış tartı araçlarının
anlaşılması için de kılgın bir yöntem öne sürüyor. “Tanrı’nın
kılgın kanıtlanmasının zorbilim yöntemleri ve yer ölçümsel
(geometrik) çizimlerle bulunmasına giriş” adlı denemesi
(Tanrı maddesinde), sonsuz kavramının o çağda bilinmeme-
si nedeniyle, biraz havada kalıyor. Yalnız, bu doğaötel (meta-
fizik) deneme içinde, eliptik konumdaki (Salman “yumurta-
sal” diyor “eliptik” için) biçimlere dıştan teğet çizilmesi için
kılgın bir yöntem kullanmış ve daha önceki matematikçile-
rin eserlerinde rastlanmayan yeni bir çözüm getirmiş.
148
Salman, Bilig-Tenüz’e yaptığı bu büyük katkıdan sonra -
inanılması gereken bazı Pers kaynaklarına göre- İran Şa-
hı’nın daveti üzerine Tebriz’e yerleşmiş. Bununla birlikte,
Ortu Alga, Tebriz ve Isfahan’da bulunan üç mezarına ek
olarak bir de Çorum’da bir türbesine rastlanması, Kar-
gu’nun Orta Asya’dan, doğru Anadolu’ya geldiği ihtimalini
de düşündürüyor. Birden fazla Kargu bulunması da müm-
kün ki, bu teoriden -meseleyi daha fazla karıştırır endişe-
siyle- şimdilik vazgeçiyorum.
Ben, bu Kargılardan (ya da Speare’lerden) hangisinin so-
yundan geldiğimi bilmiyorum.
Mısra 10:
Dostları ilə paylaş: |