260
Ne sokağa çıkarım.
Kışın soba yakarım
Yazın camdan bakarım
Hayattan yok çıkarım.
Öğlen olur yemek yerim
265
Fırçalanmaz hiç dişlerim
Acaba ne yapsam derim
Kovboy filmine giderim
Dönünce kızar pederim.
Akşam olur güneş batar
270
Babam hep anneme çatar
Cici çocuk erken yatar
Hayat sıkıcı ne kadar.
123
ÜÇÜNCÜ ŞARKI
Siz de benim gibi,
Günleri
275
Sevgiyle isteyerek
Değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek
Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin de
Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata’nın izinde
Gitmekten başka bir kavramı olmayan
280
Cumhuriyet çocuğu olarak yayan,
Pis pis gezdinizse (o sıralarda adı Opera Meydanı olan)
Hergele Meydanı’nda, bu sarı ve tozlu alan
İğrendirmediyse sizi,
Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi,
285
Kaybettiniz (benim gibi).
Oysa,
Aynı Hergele Meydanı’nda,
Gölgede on beş, güneşte yedi buçuğa tıraş eden
Berberleri görmeden
290
Yalnız renkli yanını yaşadınızsa hayatın
Ver hergele ve beygir olduğunu duymadınızsa atın,
Sakalı uzamış seyyar satıcılara kese kâğıdı satmadınızsa,
İçinde süt ve salebin olmadığı “dondurma
kaymak”tan tatmadınızsa
(Aynı Hergele Meydanı’nda)
295
Kazandınız. (Kimse yoktu -çirkinlikten başka-
Selim’in yanında)
En bayağı ve en müstehcen
(Fakat fiyatı ehven)
Romanları kiralamak için gecesi beş kuruşa,
Samanpazarı’na çıkan yokuşa
300
Değil de sağa sapın. Etiler’in at oynatmış olduğu
Ankara’da
124
Hamalların gittiği Sümer sinemasıyla aynı sırada,
Pardayan, Pitigrilli ve Fantoma
Ve Hayber Kalesi ve Tahir ile Zühre bir arada
Yığılmış bir tezgâhın üstüne. “Geceleri Okumayınız”
305
Orhan Çakıroğlu’nun maceralarını.
Selim Işık, dünü bugünü yarını
İşte bu ortam içinde öldürdü.
Eksiklik duygusunun acısıyla güldürdü.
Ucuz düşüncelerindeki ucuz düzen, ucuz romanların
ucuz yaşantısı
310
Ucuz huysuzlukların ucuz saplantısı
Ucuz ucuz ucuz ucuzdu.
Dalgın, sinirli, suskun huysuzdu.
Altımızda kalabalık bir aile otururdu.
Masasının üstünde bir kuru kafa dururdu,
315
Ortanca oğulları tıp talebesi Saffet’in
(Sırıtan bir kâbustu benim için.)
Ne olur şu kuru kafayı kaldırınız
Beni korkutmaya yok hakkınız
Herkes doktor olmaz ki,
320
Siz bana iyisi mi
Nâzım’dan şiirler okuyun.
Hani şu “Culûs-u Hûmayun”
Diye sözlerini pek anlamadığım
Fakat mısralarının sesini sevdiğim şiir,
325
Bir de “Ölüme Dair”
Sonra da Liszt’in İkinci Macar Kampanasını
Ve Puccini’nin Tosca Operasını
(Canım, mandolinle çaldığım arya)
Çalarsınız gramofonda.
125
330
Bir yumuşama gelir yüzüne
Kafatası durur gene
(Fakat bir tülbentle örtülü)
Caruso’nun eski plakta hırıltılı sesi duyulur yalnız
Sonra tıp talebesiyle kurşun asker oynarız.
335
Cranium fibula radius
Sacrum patella carpus
Nasıl ezberlenir Allahım
Arapça dua eden insanın Latince kemikleri?
Saffet kulun anatomiden çaktı,
340
Selim kulunla oynamayı bıraktı.
Alt katta bir kiracı daha: Ecmel Karakaş
Ve gayrı meşru karısı (yavaş
Söyle duymasınlar) Bana yüz vermiyor bahçede
güzel kızı
(Oysa, bahçede geçirdim bütün yazı)
345
Dut ağacına çıkıyor benden kaçarak,
“Sen de arkasından çıksana ahmak!”
Daha daha: pısırık, beceriksiz, korkak.
En üst katta, karşımızda, Arif Beyin refikası
Laima Hanım ut çalardı (Sarahaten acaba söylesem
darılmaz mı?)
350
İster taşrada ister İstanbul’da olsun
İster burnunuza mangal dumanı dolsun
İster merdiven sahanlıklarınızda
Kalorifer dairesinden gelen linyit kokusu,
Hepsinden daha kuvvetli ve etkilidir dokusu
355
İçinize işleyen “alaturka”nın. Küçük yaşta içirilir
yavaşça
Derinin altına (çiçek aşısı gibi). Arkadaşça
126
Sokulur okşayarak,
“Sine-i sûzânımı” eder helak.
Pek tesiri duyulmasa da gündüz
360
(Çünkü o saatlerde ya kahvede vakit öldürürüz,
Ya da paydos zilini bekleriz dairede)
Saat beş oldu mu, bin altı yüz kırk sekiz metrede
Ve bilmem kaç kilosikılda başladı mı yayına Türkiye
Postaları,
Yatağında zevkle inletir hastaları
365
Hemen fasıl heyeti,
Duyulur dört bucağında yurdun. Akşam nöbeti
Tutan sınırdaki erden,
İki kere mars oldu üst üste diye, terden
Pantalonu iskemleye yapışan pişpirik İsmail’e kadar
370
Herkesin ciğerine mikroplu havayla birlikte dolar.
Sırtı hafif kamburlaşmış ve dar göğüslü
Tamburlardan yavaşça yayılır havaya, akşamüstü.
Efendiyi ve uşağı birlikte mesteden
Makamdan makama ve besteden
375
Besteye geçerekten
“Tek tek ataraktan, bâde süzerekten”
“Çıkmam Allah etmesin meyhaneden”
Çıkmam kokusuyla alaturkasıyla beni kahreden
İçki Evinden, ölmeden önce.
380
Bence
Alyuvarlar, akyuvarlar, bir de alaturkadan mürekkeptir
kanımız.’
Dinlerken sıkılsa da canımız,
Nasıl bir şeydir (acaba güzel midir?)
Kim bilir.
127
385
Benim kanıma giren başka bir sanat:
Darülbedayi’de tuluat.
(Taşırım bugün de izlerini.)
Annem, ölü doğurduktan sonra ikizlerini,
Bana gebe kaldığının yedinci ayında,
390
Tepebaşı’nda, tiyatronun salaş sarayında
(Darülbedayi’de) Hâzım’ın “Lüküs Hayat” oyununda,
O kadar gülmüş o kadar gülmüş ki, sonunda
Korkmuş, bir şey olacak diye karnındaki Selim.
Oysa Selim, bildiğiniz gibi, elim
395
Olmak isterken gülünç oldu bu sayede.
Büyük bir inhiraf oldu gâyede.
DÖRDÜNCÜ ŞARKI
Baharın son günleri; kömürlükler arasında
Çamaşır ipleriyle kesilen
Üç ağaçlı bahçemizin yanındaki papatyalı arsaya bitişik
400
Sert kaldırımlı ve yokuşu dik
Yolda, ayakkabılarımın burnunu
Çarpmamaya çalışarak sekiyorum. (Becermek
mümkün değil bunu.)
Bir satıcı eşeğinin küfeleriyle sığmadığı dar
Boğazı aşıyorum
405
Ve servi ağaçlarıyla kasvet
Ve daha birtakım ağır duygular veren
Küçük meydana ulaşıyorum.
Burada duvarları yıkık
Bir mezarlık ve içinde bir türbe,
410
(Yıllar sonra gördüğüm Karacaahmet Mezarlık
Bankasının -tövbe de-
Yanında “bir küçük hesap sahibi” sayılırdı.)
128
Türbenin parmaklıklarına düğümlenmiş çaputları.
Sudan çıkarılmış bir ölünün parmaklarına takılı
Yosunlar gibi görürdüm. Ve duvarın önündeki kara çalı,
415
Bana ölümün taştanlığını anlatan bir hocaydı
kara sakallı.
Çarpık mezar taşları arasında,
Ölülerin beslediği çimenlerin ortasında
Türbedeki taş tabutlar kadar
Kayıtsızca uzanmış çocuklar.
420
(Korkuları yaşları kadar)
Oysa,
Saffet Ağabeylerdeki ortanca hizmetçi Gülsüm Abla,
Anlatırken ne biçimde gidilir cehenneme
Ve bakarken namaz kılan anneme
425
Bir eksiklik duyardım ölümün icaplarına dair
İçimde. Şair
Ve mimar Cemil Uluer, buruşuk derisi ve dişsiz ağzıyla
Gülsüm Abla da her akşam vaazıyla
430
Korkuturdu beni. Hayattayken sağ elle burun silmenin
Ve öldükten sonra kıyamette,
(Cehennemde veya cennette)
Her kılında bir mızıka bulunan Deccal’ın eşeğini
bilmenin
Günah olduğunu öğrenmiştim.
435
Zavallı Selim, zavallı Selim:
Kendi kendimi yerdim
Ne yapmalı, ne yapmalı, diye
Oysa küçük hizmetçileri Hediye.
Boş verip bütün bu cezalara,
440
Hazreti Yusuf’un kuyuda çektiği ezalara,
Adem’in buğday ağacından memnu meyveyi
Yemesine -yoksa elma ağacı mıydı?-
129
Kıyamet günü yanlışlıkla çevirince başını
Mızıkalı eşeğin sesine, nasıl yanılacağına, kaşını
445
Fazla almanın da ayrıca günah olduğuna,
Sağ elle temizlenen bütün pisliklerin cehennemde
Boğazına dolduğuna
Yüzünü çok yıkayan kadının
Bu nedenle alnının yazısını okuyan kadının
Başına gelenlere
450
Aldırmazdı. Şu karşıki apartmandaki Helen’lere
Kaçarak dudaklarını boyardı.
Benimse çok daha ciddi niyetlerim vardı.
Türbenin hemen yanında, gene dar bir sokakta,
Kerpiç bir evde, fakir arkadaşım Sabri’yle, sıcakta,
455
Ter ve yıkanmış kilim kokan odasında konuşuyoruz.
Pencereden giren güneş sefaleti keskinleştiriyor.
Temmuz
Ayının bitkinliği ve ölüm korkusu
Kelimeleri ağırlaştırırken, terimi silmiyorum
Dinsel bir korkuyla. Daha, “Eüzü mineşşeytanı
racim”i bilmiyorum
460
Başlamak için duaya. Sabri bir din adamının yavaş
Hareketlerini taklit ediyor. Bende saygılı bir telaş,
Namaz surelerini ezberlemekle geçiriyoruz
Bizi ölüme yaklaştıran zamanı. Yıl bin dokuz yüz
kırk dokuz.
Ankara’nın bütün küçük kubbeli camilerini
465
Ve kararmış kiremitli mescitlerini dolaştık.
“İnna ateyna
Kelkevser, fesalli lirabbike... hüvel ebter.”
Körpe dizlerde derman biter
Yatsı namazında, yanlış mırıldanılan kelimeler sırasında
130
Palabıyıklı, sakallı ve yırtık çoraplı cemaat arasında
470
Dini bütün iki Türk çocuğu kilimler üstünde yatar
kalkar
Sürekli (kendine amansız.) İlahiler, dualar...
Allahın peşinde
Yirmi bin fersah. Temmuz güneşinde, ağustos güneşinde,
Kirli şadırvanların çamurlu taşlarına
475
Uzatırlar ayaklarını yalnız başlarına.
Tozlu ayakları çamurlaştıran sular,
Avuç içinden bileklere, dirseklere kayar.
Hangi elimle yıkayacaktım hangi kulağımı?
Ne tarafa dönecektim? “Selamlasana sağını!”
480
Pabuçları çalarlar mı dersin Sabri?
Duydun mu gazetedeki haberi
Pabuç hırsızlarına dair?
“Haydi Selim, herkesle birlikte çevir
Sola başını.” Neden Sabri bu ilahiyi öğretmedi bana?
485
Hiç olmazsa biraz dudaklarını oynatsana!
Şol cennetin ırmakları, akar Allah deyu deyu.
Öğle namazında güneş, yakar Allah deyu deyu.
Geç katıldı bu kervana, Allahım yakındır sana,
Bir o yana bir bu yana, bakar Allah deyu deyu.
490
Burası Allah yapısı, açılsın cennet kapısı,
Bu imtihansa hepisi çakar Allah deyu deyu.
Bu kervanda herkes yaya, rastlanmaz beye, ağaya,
İnsan aklını duaya, takar Allah deyu deyu.
Dualar bağlı toprağa, düşünce saplı batağa,
495
Gene camiden sokağa, çıkar Allah deyu deyu.
Selim Işık yaz dindarı, yetti ona bu kadarı
Cemaat kışın ne yapar, bilmez artık orasını
Hacı Bayram Camii’nin çevresindeki küçük
evlerden birinde.
131
Yeni bir rüzgâr esti (olumsuzluk rüzgârı). Yokluk
Tanrısının emrinde.
500
Yeni bir savaşa katıldı bütün kavgaların yedek
neferi Selim.
(Ben neyim, ne değilim?)
Herkes mutlu ve sorumsuz
Herkes olumlu, ben olumsuz.
Yaşıtlarım, artık uzun pantalon giymenin
bağımsızlığını yaşarken
505
Okulun paydos ziliyle hemen sokağa taşarken
Yıkıcı fikirleriyle aklımın ince örgüsünü karıştıran
Otuz üç yaşında benimle söz yarıştıran
Nihat Ağabeyin yanında işim neydi?
Gene böyle yıldızlı ve ılık bir geceydi
510
Kardeşim Süleyman; “Hiç, ama hiçbir şey yapmadık,”
derken.
Karşımda, bardak bardak koyu çay ve paket paket
ucuz sigara içerken
Çırpınıyordum: Dumlupınar, Sakarya
İstanbul’un fethi, Kosova
Birden başını kaldırıp gülümseyiverdi
515
Kara bıyıklarının arasında ışıldayan beyaz dişleri
Bütün inançlarımı eritti.
Anlıyorsun, bilinç, inanç bugünün sözcükleri
O, şuur ve tahripten bahsederdi.
Bunca Türk büyüğünün -bir kitaba göre elli kadardı-
520
Kazandığı bütün savaşları kaybettim orada,
(Ahşap evin beyaz perdeli odasında)
Ne Mohaç, ne Mercidabık, ne yeni, ne sabık
Zaferlerimiz dayanmadı. Yalnız kromda ve güreşte
birinciydik artık.
Eski kahramanlıklardan başka
132
525
İleri sürecek neyimiz kalmıştı dokuz yüz kırk dokuzda.
Selim Işık yenilmişti, bitmişti.
Neyse tam o sırada, Marşal Amca yetişti.
BEŞİNCİ ŞARKI
Tutunamayanların destanıdır bu şarkı,
Dostum Süleyman Kargı.
530
Eller boşta kalıyor, tutunamıyorlar toprağa
Anlatamıyorlar anlatılamayanı.
Anlatmak gerek: Düşman sarmış her yanı
Oysa, mesela Selim Işık
Anlatmadan anlaşılmaya âşık.
535
Böyle adama
(Darılma ama)
Yaklaşmaz hiçbir güzellik,
Doğduğu günden beri kalbinde bir delik,
Almak için bütün sızıları içine.
540
Her zaman utanmıştır başkaları yerine.
Elim varmıyor yazmaya, inmeyelim derine.
Taş devri, Sabri devri, Nihat devri, Tunç devri
Âşık oldu -söyleyemez- utanç devri.
Hep utandı hayatı boyunca,
545
(Annesi yıkamak için soyunca)
Sınıfta birinci olduğu gün, eve geç kaldım, diye üzüldü.
Canı sıkıldı güldü, kalbi incindi güldü.
Allah’ı ya da ona engel olan gizli kuvvetleri
Hiçbir zaman kızdırmak istemedi.
550
Küçük pazarlıklar yaptığı,
Camide korkarak taptığı
Zamanlar da sürdürdü bu uzlaşımcı varlığı.
Annesinin yün fanilasına taktığı nazarlığı
133
Çıkaramadı yıllar boyunca. İlk defa domuz eti yerken,
555
Arkadaşlarının ısrarıyla geneleve giderken,
Hep ONUNLA (O kimdi?) bozmamaya çalıştı arayı,
İki gün oruç bile tuttu bir Ramazan ayı.
(Sapı silik ve tutuk bir tabancaydı.)
Bir gün ölürse, ona bu vatan bir mezarlık yer verecek.
560
Oturdu bir destan yazdı; kendini yerecek.
Sazını ve cesaretini aldı eline (bütün cesareti,
Daha kötü şeyler olması korkusundadır.)
Canını dişine takarak,
Yazılmış eski destanlara bakarak,
570
Sözü uzattı durdu.
İşte şöyle buyurdu:
Numanoğlu Selim derler adımız
Gürültüye geldi her feryadımız
Nedense tamamdır itikadımız
575
Dikilen her kumaş bol gelir bize
Çocukken güneşin tadın bilmedik
Büyüdük kadının adın bilmedik
Bizi anlayacak kadın bilmedik
Sevgisiz bir hayat çöl gelir bize
580
Bize öğretilen her söze kandık
“Yasaktır” “Memnudur” dendi, inandık
Hep “Girilmez” levhasına aldandık
Bu tutulan, yanlış yol gelir bize
Benim cefalı yârim kafamdır
585
Divanda düşünmek bütün safamdır
Mülkiyet benimçün büyük evhamdır
Senin olanları nideyim gayrı
134
Dostun vefalısı bütün isteğim
Kız peşinde olan dostu nideyim
590
Her an yaşamalıyım kendi gerçeğim
Kendi içimdeki indeyim gayrı
Dostlar dedi: bu can bizden değildir
Düşman kırdı, oysa buzdan değildir
Gene de herhalde bizden değildir
595
Çare yok dünyadan gideyim gayrı
Bana ilham getirdin
(Hem de yaktın bitirdin)
Ey! Elesius dağlarından esen rüzgâr
Kıssamız burada biter
600
Bu kadar.
SÜLEYMAN KARGI’NIN AÇIKLAMALARI
Ben Süleyman Kargı. Bekâr ve çocuksuz. Kabuğu, “ev sa-
hibi”nin “mülkiyetinde” olan, bir “ev içi”nin sahibi. Şarkı-
ların büyük bir kısmı bu evde yazıldı. İlerde burası müze
olursa, eşyaya dokunmakta bir sakınca yoktur. Yalnız “sol”
yayı bozuk kanepeye otururken dikkat ediniz. “Tuvalet”,
“antre”nin hemen sağındadır. Ev hakkında daha fazla açık-
lamayı gereksiz buluyorum.
Selim Işık yalnızlığa dayanamazdı. İlk bakışta, yalnızlığın
ve çevreyle uyuşmazlığın, yaşantısında önemli bir yer tuttu-
ğu kolayca ileri sürülebilirdi. Selim, bu yargıya da dayana-
mazdı. Bütün dünya, ona dargın olabilirdi; fakat bu, aceley-
le varılmış bir sonuçtu. Kimse onun kadar çevresine yakın-
lık duyamazdı. Bugün için bilinemeyen bazı gerçekler, bazı
üstü örtülü olaylar, küçük ya da büyük bazı topluluklara
135
gösterilen ilgisizlikler, tarihin tozlu raflarında unutulduğu
için hemen önemi sezilmeyen yaşantılar ve yanlış yorumla-
malar nedeniyle sınıflamalarda alt katta kalmış insanlar gü-
neş ışığına çıkarılabilseydi (bu güneş bile bildiğimiz güneşe
benzemeyecekti elbette) Selim’in yalnızlığının sadece bir
görünüşten ibaret olduğu anlaşılacaktı. Tarih, işine gelme-
yen bütün belgeleri, Selim ve Selim gibilerden gizlemişti.
Tutarlı bir tarih felsefesinin zorunlu olduğu endişesi, birçok
gerçeğin, bile bile bir yana bırakılması sonucunu doğur-
muştu. Başka türlü olamazdı. Selim’i, geçmişten ve gelecek-
ten ayırmaya kimsenin hakkı yoktu. Bunun hesabı sorul-
malıydı, sorulacaktı. Dün, bugün ve yarın, onun yaşantısıy-
la birleşmeliydi. Dünü, bugünü, yarını yalnızlığının dışında
yaşamalıydı Selim.
Şarkıların ortak adı böylece çıktı ortaya. Dün, gerçekten
ne olmuştu? Bugün ve yarını hazırlayan dünü, bütün çıp-
laklığıyla ortaya çıkartmak gerekiyordu. O zaman Selim -
mısra 237’de belirtiği gibi- çırıl çıplak dolaşabilirdi ikinci
gelişinde. Kimseden korkmadan, soyununca utanmadan -
mısra 545- doğduğu gibi kalabilirdi. Tarihin aldatıcılığın-
dan kurtulmak istiyordu. İşte o zaman, kendinden ve ken-
disi gibi olanların yerine utanmamak için -mısra 540-(evet
yalnız bunun için)
oturdu bir destan yazdı.... canını dişine takarak
Burada bana da bir görev verildi: bu şarkıları, belgelerle
kanıtlamak. İnsanlarla ilgili birçok bilimle uğraşmış olmam
Selim’i umutlandırdı. Fakat bilinmeyeni bulup çıkarmak,
tarihin akışını değiştirmek ne ağır bir görevdir. Selim gibi -
bu belgelerin var olması gerektiğini içinde kuvvetle duyan-
birine bu güçlüğü anlatmak ne kadar zordur. “Bir yerlerde
bulunmalı bütün gerçekler; bulmalısın Süleyman Kargı,”
136
diye diretti. “Kimlerin hakkı yenmişse, bir bir ortaya çık-
malı.” Sabırsız ve amansızdı (Mısra 7 ve 8.) “Seni boş yere
saplamadık Ankara’ya bir bayrak gibi; dalgalanmalısın.”
Anlamıyordu. “Birşeyler bırakmışlar arkalarından. Büsbü-
tün erimeye razı olmamıştır kimse,” diye çırpınıyordu.
Araştırmalarım sırasında, bana çok yardım etti. Şarkıların
anlaşılmayan yerlerinin açıklanmasına katıldı; çalışırken
tuttuğu notları verdi; bazı belgeleri de o buldu. Sonunda
öyle bir yaratık ortaya çıktı ki, şarkıların hepsine birden tek
bir ad vermek nasıl mümkün olmadıysa bu yaratığa da uy-
gun bir sıfat bulmak çabasından vazgeçildi. “Açıklama” gi-
bi, renksiz ve korkusuz bir başlıkla yetinildi. Selim bile -
sarhoş olduğu bir gece- “Açıklamalarla durum daha da ka-
rıştı,” dedi sonunda. Sonra da -daha sarhoş olduğu bir ge-
ce- “Onlar utansın sonuçtan,” diye kestirip attı. “Hangi on-
lar Selim?” dedim. “Onlar işte,” dedi. “Onlar, canım. Onlar,
onlar, onlar.” “Öyle ya,” dedim. “Onlar. Yani biz değil.”
“Anlamadın,” dedi birden kızarak ve oturdu, onları anlat-
tı bana uzun uzun. Ben de onları, açıklamaların uygun bir
yerine ekledim. (Aslında, her yer uygundu belki onlar
için.)
Şarkıların açıklanmasında, kendi düşüncelerimin değil,
sunduğum belgelerin ve Selim’in tamamlayıcı sözlerinin
“esas” olduğunu belirtmek isterim. Ben, sadece “uzlaştırıcı”
ve “birleştirici” yorumlarla yetinmeye çalıştım. Bununla
birlikte, bazı tutarsızlıklarla gerçeğe aykırı görünen belge
ve yorumların sorumluluğu benimdir.
Şarkıların ortak adı olan “Dün Bugün Yarın”ı ele alarak
işe başlıyorum. Selim, “Dün” kelimesiyle ne demek istiyor?
“Bugün” ve “Yarın”a onu bağlayan nedir? Bana göre, “Tek
ve Türk” (mısra 7) olan Selim, elbette Türklerin tarih için-
de nasıl yer aldığı meselesine değinmek istiyor. “Dün”, yani
Orta Asya’daki Türkler. Dün, yani Orta Asya’daki Türklerin
137
site medeniyetindeki yerlerini almadan önceki durumları.
Bu durum nasıldı? İngilizlerin dediği gibi
Dostları ilə paylaş: |