Ekmekçi Kadın
gibi kitaplar istiyorum. Ellerini
bileklerinden geriye doğru kıvıran kadınlarla, onlara eğil-
miş durgun yüzlü genç adamları gösteren gravürler istiyo-
rum.
Demirhane Müdürü
’nü istiyorum. Bu edebiyatın da, es-
ki elbiseler gibi, yeni baştan moda olmasını istiyorum.
Ya önsözler, ya yazarların hayat hikâyeleri, dergilerde çı-
kan eleştiri yazıları... İnsanların yaşadığını, birbirlerine çat-
tığını görmek, satırların arasındaki hareketi duymak...
Muhterem tenkitçinin işaret ettiği hususları büyük bir
hüsnüniyetle karşıladım ve bahsettiği satırları tekrar göz-
den geçirerek, olur ya insanlık hali, bir yanılma olmuştur
diye düşündüm. Mükemmellikten söz edecek ve benden
iyisini yapan yoktur, diyecek kadar mutaassıp olmadığımı
zannediyorum. Fakat, maalesef muhterem refikimizin takıl-
mış olduğu yerlerde ben mugayir bir husus göremedim.
Elimdeki kitapların kâfi olmadığını düşünerek
Grand
Encyclopedie de France
’ı da karıştırdım. Bahsettiği kelime-
nin işaret ettiği şekilde bir manasına tesadüf edemedim. Bi-
lindiği gibi, Sarin civarında kullanılan lisanın bazı hususi-
yetleri vardır. Bir Parisli ‘De ja’ dediği zaman elbette başka
bir mana kasteder. Fakat Provence’lı bir köylünün de aynı
nüansla konuşacağını düşünmek, en hafif tabiriyle safdillik
olur. Ayrıca, dikkat buyurulursa, hemen iki satır sonra kah-
ramanımız: “Olur, elbette düşünürüz,” demekle yukarıdaki
sözün manasını, hiçbir tefsire mahal vermeyecek şekilde
izah etmiş bulunuyor. Sonra, muhterem münekkit, “muh-
650
tasar” kelimesini kullanmama takılmış. Ne yapacaktım ya-
ni? “Özgel” mi diyecektim?
Yaşadığı devirde, en büyük eserinin takdire mazhar olma-
masından elem duyan ve bunun ıstırabını, hayatının son
senelerini geçirdiği küçük çiftlik evinde, yalnızlığın acısıyla
birlikte hisseden muharrir, ömrünün en güzel altı senesini
hasrettiği bu muazzam eserine olan itimadını hiçbir zaman
kaybetmemiştir. Küçük bir taşra kasabasının örf ve âdetleri
içinde hapsolan kahramanı büyük bir muhabbetle sevdiği-
ne şüphe yoktu. Memleketi, bu eserin yazıldığı senelerde
büyük bir iktisadi ve ahlaki tereddi içinde bulunuyordu.
Eserinin gayri ahlaki addedilmesi karşısında da hayretini
saklayamayan muharrir, bilakis yüksek bir ahlaki gaye ta-
kip ettiği kanaatini yakınlarına her zaman izhar etmiş ve
şimdi unutulan birtakım ikinci sınıf ediplerin yanında ih-
male uğramasını hiç affedememiştir.
5 Nisan
İki gündür daireye gidiyorum; daha doğrusu dairede görü-
nüyorum. Üniversitede öğrenci olduğum sıralarda hocalar
bize öğüt verirlerdi: dikkat edin! bizden gördüğünüz hoş-
görüyü hayatta bulamayacaksınız. Bu sözün memurluk için
söylenmediğini sanıyorum. Dairede, ortalıkta dolaşıyorum:
kapıları yavaşça kapatıyorum; kimseye görünmemeye çalı-
şıyorum. Koltuğuma usulca oturuyorum ve çalışmıyorum.
Projeler seriyorlar önüme: anlamıyorum. Parmaklarıyla kâ-
ğıtların üzerinde bazı yerleri işaret edip, birşeyler anlatıyor-
lar. Sadece başımı sallıyorum. Belki yalnız durumu anlatı-
yorlar: o zaman mesele yok. Belki de bazı sorular soruyor-
lar, bunu nasıl çözelim, diyorlar. Kuşkuyla bakıyorum yüz-
651
lerine, böyle bir durum hissettiğim zaman. İşler yürüyor
bununla birlikte.
Öğle tatilinde, yemekten boş kalan zamanda, geçen pazar
ne yaptığımı ya da aile durumumun ne merkezde olduğunu
memurlarla konuşmadığım için benimle çok ilgilenmezler;
pek fazla da sevmezler. Gençler de sevmez beni; yemekten
sonra yemekhanede kalıp masaya vurarak en son çıkan şar-
kıların söylenmesine katılmadığım için. Hastalık ve yor-
gunluktan dert yandığım zaman Erkan yüzüme kötü kötü
bakıyor. Hastalığımda benim yerime evrakı imzalamış. Be-
nim yokluğumu duyurmadığını söylüyor. Durmadan ken-
dine işler icat edip hesaplar yapıyor. Bütün teknik kitapları-
nı taşıdı evden. Başını kaldırmadan çalışıyor. Herkes onun-
la alay ediyor ama belli olmaz: benden sonra baş mühendis
olur. Müdürün gözüne girmeye çalışıyor. Beni, arkamdan
çekiştiriyorlar. Sonumun geldiğini o da anladı galiba. Ölür-
sem, gene konuşurlar mı arkamdan?
Bir hesap getirdiler: benim yapmam gerekiyormuş. Evde
kitapları karıştırdım. Erkan’a inat, masamın üstünü boşalt-
tım. Yalnız hesap cetveli ve boş kâğıtlar duruyor önümde.
Hesap yapmayı sevmiyorum. Projenin resimlerini çizmeyi
tercih ederdim. Oysa, teknik ressamlar var bu iş için: benim
görevim daha önemliymiş. Cansız ve iç kapayıcı sonuçlar
çıkıyor hesaptan: bir sürü demir, kum, çimento, çakıl. Mo-
ment adında bir kavram: ne otobüste çıkar karşınıza ne de
sinemada. Kimse birbirini öldürmez moment yüzünden. Bi-
zim sınıfta biri vardı: momente inanmıyorum diye tuttur-
muştu. Ben nefret ediyorum momentten: günümü zehir
ediyor.
Müdür, belli etmemeye çalışarak, çevremde dolanıyor:
genel müdüre söz vermiş hesabı bir haftada bitiririz diye.
Hemen inşaata geçeceklermiş. Daha beter olun! Bana söyle-
miyorlar işin “ivediliğini”. Alınganlığımla dehşet yarattım
652
dairede. Bir keresinde, imza defterini boş bıraktım diye ça-
ğırtmıştı beni: defter her gün imzalanacakmış. Yarım saat
sonra istifamı gönderdim odacıyla. Sözlerini gereğinden
fazla ciddiye aldığımdan yakınıyor. Ne de olsa müdür; söy-
lenmek istiyor arada. Işık ailesini tanımıyor. Benim gibi bir
oyun bozanla, müdürlüğünün tadını doğru dürüst çıkara-
mayacağını bilemiyor. Aslında iyi bir adam ve beni seviyor.
Bununla birlikte, benden kurtulursa sevinir. Belki de sevin-
mez: hemen unutur gider. Cenazeme gelir mi acaba?
Dostları ilə paylaş: |