“excusez moi”
diyorduk, top masanın kenarına çarptığı
zaman. Beni çocuk buluyordu; benimle eğleniyordu. Gece
kulüplerine gündüz gidiyorduk. Orkestra bir kenarda prova
yapıyordu. Şeker kralı orkestraya benim istediğim parçaları
çaldırıyordu. Kız da bana sarılarak dansediyordu; şeker kralı
gülüyordu. Kızın adı Sabahat’tı. Nedense ona Aydan deni-
yordu. Şeker kralının onunla evlenmeyeceği söyleniyordu.
641
Kızı, ağabeyiyle sıcak bir yaz günü yolda görüyorum: hafif
elbiseleriyle uçar gibi yürüyorlardı. Konuşurken, söz arasın-
da, İstanbul’a gidelim diyorlardı. Bu akşam gitsek iyi olur,
diyorlardı. Sonra hemen gitmeye karar veriyorlardı. Hemen
oradan bir taksi tutuyorlardı. Ve gerçekten gidiyorlardı. On-
ları hayranlıkla seyrediyordum. Hayretime gülüyorlardı. Ak-
şamüzeri, tenis kulübünde, yanına gidip durumu anlattığım
zaman, şeker kralı da gülüyordu bana. Üzülme, diyordu, ge-
lirler. Bir votka-limon ısmarlıyordu hemen. O zamanlar vot-
ka-limonu çok seviyordum. Sonra şeker kralıyla pingpong
oynuyorduk. Beni yeniyordu. Herkes yeniyordu beni; daha
yeni öğreniyordum. Birlikte atış poligonuna gidiyorduk. Bi-
ze her yerde çok saygı gösteriyorlardı. Şeker kralı, ilk karı-
sından olan oğlunun haylazlığını anlatıyor ve beni övüyor-
du. Arkadaşlarının çocukları da haylazdı. Hepsi beni övü-
yorlardı ve beni koruyorlardı. Fazla votka içmeme izin veril-
miyordu. Kulübe, şeker kralından önce gidip rahat etmek
istiyordum. Fakat, garsonlar da beni koruyorlardı. Herhalde
onların da haylaz çocukları vardı. Şeker kralına, Aydan’la
evlenip evlenmeyeceğini sormak istiyordum. Aydan, İstan-
bul’dan, tanımadığımız bir adamın arabasıyla ve bir sürü ye-
ni arkadaşlarıyla dönüyordu. Hep birlikte bir gazinoya gidi-
yorduk: yeni gelen İspanyol dansözlerinin bulunduğu gazi-
noya. Bir masaya sığmıyorduk. Birkaç saat sonra da herkes
birbirini kaybediyordu. Konuşmayı çok seviyordum. Ay-
dan’ın İstanbul’dan getirdiği yeni arkadaşlarıyla hemen dost
oluyor ve anlatmaya başlıyordum. Konuşmalar beni büyülü-
yordu. İnsanların söyledikleri sözlerden heyecanlanarak
kendilerini konuşmaya kaptırmaları, benim için bulunmaz
bir nimetti. İnsanları dinlerken onların bir an gelip kendile-
rinin farkında olacakları ve heyecanlarından utanacakları
düşüncesi beni korkutuyordu. Onlara çevrelerini unuttur-
maya çalışıyordum. Bütün dikkatimi üzerlerine çeviriyor ve
642
onları konuşmalarında hiç yalnız bırakmıyordum. Dinle-
yenlerden biri sıkılır da bu duygusunu belli eder endişesiyle
herkesi kolluyor, böyle olduklarını tahmin ettiklerimi soh-
betin dışında tutmaya çalışıyordum. Konuşurken ben de
çevremden uzaklaşıp gidiyordum. Beni dinleyip dinleme-
diklerini zor farkediyordum. Sabaha kadar durmadan konu-
şabilirdim. Gecenin bitmeye başladığını anlayınca mahzun-
laşıyordum. Konuştuğum insanların peşinden gitmek, onla-
rı yatak odalarına kadar, hatta ertesi günü işe gidinceye ka-
dar, hatta işlerinde çalışırken izlemek, durmadan konuşmak
ve dinlemek istiyordum. Ayrılınca insanların birbirlerine he-
men yabancılaştıklarını, eski havayı bir türlü canlandırama-
yacaklarını düşünüyordum. Kesintilere dayanamıyordum.
Kuşkulu ve ürkektim. İnsanlara, ancak benim yanımda ol-
dukları zaman güveniyordum. Benden ayrılınca beni yargı-
lamaya başlayacaklarını ve tekrar bana döndüklerinde, artık
eski sevgilerinin tükenmiş olacağını düşünerek korkuyor-
dum. İnsanlara çok önem veriyordum aslında. Benim için
ne düşünecekler diye içim titriyordu. Yatağa yatınca, o gün
yapmış olduğum aptallıkların utancı içinde kıvranırken, bü-
tün bu kusurlarımı onların da görmüş olduğunu ve onların
da görmüş olduğunu ve onların da yatağa yattıkları zaman,
benim gibi, olayları gözden geçirince benim saçmalamış ol-
duğumu birden göreceklerini ve benden nefret edeceklerini,
daha kötüsü, artık bana aldırmayacaklarını düşünüyordum.
Onlardan hiç ayrılmasam, onları sürekli konuşmalarımla
serseme çevirsem, onların bu ağır yargılarından kurtulabile-
ceğimi ümit ediyordum. Şeker kralı başka masada oturuyor
ve ben, onun da benden artık sıkıldığını sanıyordum. Beni
kötü sonuçların beklediğini kuruyordum kafamda. Daha
doğrusu ben kurmuyordum; kafamda kurulu bir makine
vardı ve bu makine, durmadan, ara vermeden düşünceler,
izlenimler sıralıyordu. Bu makinenin idaresi benim elimde
643
olsaydı, yalnız istediğim şeyleri, istediğim sırada düşünebil-
seydim neler başarmış olacaktım. Kafamda bir sürü süprün-
tü düşünce olmasaydı, bazen benim bile beğendiğim düşün-
celerle dolu olsaydı beynim... Kaybediyordum; düzensizlik
ve duruma hâkim olamamak yüzünden kaybediyordum.
Naci -Aydan’ın ağabeyi- şeker kralının gazinodan ayrıldığını
söylüyordu. Naci’yle peşine düşüyorduk onların. Kimsenin
yanımdan ayrılmasına dayanamıyordum. Param olmadığı
için, tek başıma arkalarından gidemiyordum. O zaman, da-
ha, genç bir adam bile olmadığımı anlıyordum. Naci’nin de
bir işi yoktu. Şeker kralından para aldığı söyleniyordu. De-
dikodular dolaşıyordu. Aydan’ın şeker kralıyla nişanlı olma-
dığı söyleniyordu. Naci de bu duruma göz yumuyor, deni-
yordu. Ben ortada bir çirkinlik göremiyordum. Herkes gü-
zeldi. Kötü bir söz söylenmiyordu. Kayar gibi yaşıyorduk.
Olup bitenler bana bir rüya gibi geliyordu. Kapılmıştım.
Sonra... sonra hiçbir şey olmadı. Şeker kralı Aydan’la ev-
lenmedi. Ortadan kayboldu. Bana allahaısmarladık bile de-
meden gitti. Aydan İstanbul’da yaşamaya başladı. Birkaç ke-
re evlenip ayrıldıktan sonra onu tekrar gördüm. Beni evine
çağırdı. Gitmedim. Neden gitmediğim ayrı hikâye. Şimdi de
güzel yüzü ve parlak siyah saçları geride kalmış. Sabahın
erken saatleriydi. Uyuyamadığım bir gecenin sabahında,
bitkin, dolaşıyordum sokaklarda. Anlattığına göre, bütün
gece içmiş. Eve yeni gidiyormuş. Bu kadar konuştuk. Bana
ilgisiz gözlerle baktı.
2 Nisan
Annem beni çok zor doğurduğunu söyler durur. Bu sabah
ona soruyorum: beni doğurduktan sonra kafatasımı yokla-
dın mı? Bu zor doğum sırasında bir ezilme, bir çökme oldu
644
mu acaba? Anneme diktim gözlerimi: bakışlarımla ona bas-
kı yaparak kendini suçlu hissetmesini istiyorum.
Anneme arada bir çatarım: kalıtım nedeniyle. Mendel ya-
salarıyla hırpalarım onu. Daha akıllı, daha kabiliyetli, daha
becerikli olsaydın, ya da beni doğurmasaydın, diye yükle-
nirim ona. Eksik yönlerini düşünseydin; bunların çocuğu-
na da geçeceğini düşünerek evlenmeseydin. Liseyi bitirdi-
ğine göre, sana da Mendel yasalarından bahsetmişlerdir.
Ayrıca, babamla bu kadar farklı bir temel yapıya sahip ol-
duğun halde, neden onunla evlendin? İkiniz, aşırı çelişik
uçlarda bulunan karakterlerinizin bana nasıl etki edeceği-
ni, benim hücrelerimi nasıl bir çıkmaza sokacağını hiç dü-
şünmediniz mi?
Annem bana hayrandır. İçinden, onunla ilgilendiğim,
onunla konuştuğum için sevinir; dışındaysa, kızar görünür
bana. Hele, ona bir şey öğretmek istediğimi, bilgiyle ilgili
bir sohbet yapacağımızı sezerse, hemen davranır, kalkar ye-
rinden: ocaktaki yemeğin altını söndürür, ya da elindeki ör-
güyü kaldırır, ya da radyoyu kapatır: beni iyi dinleyebilmek
için. Gerçek ilginin bu kadar candan bir belirtisini başka
yerde gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Yemeğin dibinin tut-
masına da aldırmasın, diyeceksiniz. Siz de çok şey istiyor-
sunuz.
Beni dinlerken, içinden, tanıdıklarının çocuklarıyla karşı-
laştırır. Hangisinin oğlu, annesine, Mendel yasalarına daya-
narak çatabilir? Sorarım size. Siz istediğiniz kadar anormal
deyin benim oğluma, her gün tıraş olmuyor, kılıksız dolaşı-
yor, deyin. Ahmet Beyin, şu Tosyalı pirinç tüccarın oğlu şiş-
man Nusret, böyle konuşabilir mi?
Annem, kendini savunmaya çalıştı. Başka anneleri örnek
verdi. Burada kolayca kazanır işte. Kafatasımın çok düzgün
olduğunu, ilkokula giderken kafam tıraş edildiği zaman,
herkesin, kafamın yuvarlaklığına hayran olduğunu söyledi.
645
Albümden resimler çıkararak örnekler verdi. Karpuz gibi
bir kafatasım varmış. Böyle ciddiye alınmak hoşuma gidi-
yor. Biraz daha kültürlü olsaydı, annemle birçok meselemi
konuşabilirdim. Biraz neşelendim. Bu görünüşüm de onu
sevindirdi ayrıca. Cesaretlenerek işe gidip gitmeyeceğimi
sordu. Bana çok uzak bir mesele geldi bu işe gitmek. Bütün
gün suratımı astım.
Gece onu bir gazinoya götürdüm. Aynı yaşta iki insan gi-
bi davrandık birbirimize. Annem çok gururlandı. Sonra,
birden sıkıntının geldiğini hissettim. Sevinç, eğlenme gibi
şeylere düşman bu sıkıntı. Sabaha kadar, Günseli’nin evinin
çevresinde gezindim. Kapıyı çalacak gücüm yoktu.
3 Nisan
Bu deftere kendimi anlatmaktan usandım. Başkalarının dü-
şüncelerini de yazmak istiyorum. Benim “mahrem-i esra-
rım” oldu bu defter. Aklıma gelen her şeyi yazabilirim bu-
raya.
Ben bir eskiciyim, eskiye dönük bir adamım. Ülkemizin
insanları, eskiden, bugünkü gibi bilgili olmadıklarından,
büyük bir içtenlikle, büyük bir saflıkla, büyük bir iyi niyet-
lilikle ve her şeyi yeni öğrenen insanların coşkunluğuyla,
bize özentisiz eserler kazandırmışlardır. Yıllardır, çocuklu-
ğumda beni büyüleyen kitapları, dergilerdeki yazıları yeni-
den gözden geçirmedim: buna cesaret edemedim. Eski bü-
yünün bozulacağından korktum. O günlerde okuduklarım-
dan aklımda kalan kırıntıları, o canım yazarların büyülü
sözlerinden bilincimin akıntısına takılan ve uykuda duyu-
lan seslere benzeyen yarım sözleri yeniden canlandırmak
için uğraşıyorum saatlerdir. Aklımda yarım şiirler, hikâye
646
parçaları, gazete havadisleri, okul kitabı metinleri yüzüyor.
Bilincimin dar boğazlarından yüzerek geçiyorlar belli belir-
siz biçimleriyle. Onları, özlerinin dışında, başka bir anlam
içinde seziyorum. Neden güzel olduklarını bulup çıkaramı-
yorum. Acaba güzel olan anlatılış biçimleri mi? Bilemiyo-
rum. Aklımda kalanları, gelişigüzel yazıyorum. Belki de
hepsi uydurma; aklımda öyle kalmış, ne yapayım?
Şiirler hatırlıyorum, yabancı dillerden çevrilmiş, yabancı
dil kokan şiirler:
Orada her şey büyülü ve usandıran bir haşmetle
görünür
Bütün renkler ve kokular içiçe.
Kader duvarları koyu ve karanlık gölgelerini salarlar
Buradan ebediyete kadar.
Daha eski dilden olanları da var: (Eskidikçe güzelleşi-
yorlar.)
Mutasevver ve mülâyim bütün muâdeletlerin
müphemiyeti.
Bu sakîm heyûlâyı fıtretle kaydediyor.
Deniz cisimlerinin mütemadî in’ikâsı içinde
Zulmet, bana artık zannedildiği kadar müstakim
görünmüyor.
Belki de bunlar, sadece, yabancı şiirlerin etkisiyle yazıl-
mış. Bilmiyorum. Karıştırıyorum.
Ya manzumeler!
Seni hürmete layık yapan kara sapandır
Toprak altında yatan ya deden ya babandır
647
Bir şeye sahip olan işte onu yapandır
Yazık traktörle toprağı işleyene
Armutları olmadan üstünden dişleyene.
Saffet Ağabey bana bir sürü manzume ezberletmişti. Bu
arada, hicivler, taşlamalar da vardı. Hepsi de aynı tezgâhın
imalatı gibi ne güzel birbirine benzerdi. Şimdi anlıyorum:
şiir orduları kurulabilirdi böylece:
Ekmek yirmi beş kuruş, bu ne biçim hükümet
Kalmadı artık bizde hakka hukuka hürmet
En sevdiklerim de tercüme romanlardı:
Lagranj, Lökok’a sert bir nazar atfetti. Aşağı Löretan-
ya’nın bu iki muannit serserisi için mutavaat kabul etmez
bir vaziyet hasıl olmuştu. Her ikisi de müthiş bir hâlet-i ru-
hiyenin esiri olmuşlardı. Lökok, nevmîdane konuştu:
- Hissiyatına mağlup oluyorsun. Mersiyer bu elim vaziyet-
ten bilistifade, Margörit’i avucunun içine, o menfur arzuları-
na ram etmek üzere ve gayri kabili red bir şekilde bu top-
rakların üzerinde bize hayat hakkı tanımayarak alacaktır.
Günün bu saatlerinde, Tosfanya Vadisi derin bir sükûnet
içindedir. Ağaçların yaprakları, bir nebze olsun kımılda-
maz. Vatren’in malikânesine giden tozlu ve kış mevsiminde
nakil vasıtalarının seyrüseferine imkân vermeyen yol, Şolye
Dağının eteklerinden kıvrılarak, bu nefis manzarayı, sey-
yahların gözlerinin önüne, gayrı kabili nisyan bir şekilde
serer. Yolun iki tarafı, mersin, ahududu, pelesenk ve mür-
dümeriği ağaçlarıyla kaplıdır. Bahçelerin hududu olan ha-
rap duvarların üstünü örten bögürtlen, ısırgan, şebboy, hin-
diba ve avret otları birbirine sarılarak yükselirler. Bu havali-
nin hususiyeti addedilen ve mahalli halk arasında pej tabir
648
olunan bir nevi çalılık, terkedilmiş araziyi ve Şolye Dağının
sarp kayalarının arasını bir halı gibi tefriş eder. Muvar Neh-
ri, arazinin bu kısmında, kirli ve bulanık bir manzara arze-
derek akar. Sıcak günlerde, serinlemek isteyen köylüler, bu
müstekreh manzarayı nazarı itibara almayarak, nehrin serin
sularına kendilerini elbiseyle terkederler. Malikânenin şi-
mali şarkisinde metruk bir değirmen vardır. Ahalinin, la-
netli addolunması sebebiyle yaklaşmaktan içtinap ettikleri
bu harap binada çoban Lotriye yaşar. Vatren’in malikânesi-
nin cenubunda Muvar Nehrine karışan Despiyö Çayı, bu
değirmenden geçer. Bina, zeytin ağaçları ve servilerin orta-
sında meş’um bir manzara arzeder. Hikâyemizin iptidala-
rında, Lotriye, bu değirmende, yalnız başına oturuyordu.
Camsız penceresinden bakıldığında bütün vadiyi görmek
kabildi. Etrafta, Lotriye’nin koyunlarının otlamasına müsa-
it, mebzul miktarda, uzun ve yaz mevsiminin ortalarına ka-
dar yeşilliğini kaybetmeyen otlar bulunuyordu. Tosfanya
koyunları havalide meşhurdu. Akşam vakti, malikânenin
yüksek duvarlarının arasındaki küçük patikadan koyunları-
nı geçiren Lotriye, malikânenin kapısı önünden geçerken,
Vatren’in, demir parmaklıklar arasından görünen iki katlı
kâgir villasına nefret ve hayranlık dolu nazarlar atfederdi.
Şimali garbiden cenuba doğru bir le harfi şeklinde uzanan
bu heybetli bina, asırdide çam ağaçları arasında, Vatren’in
haşmet ve itibarının bir timsali gibi dururdu. Demir kapı-
nın gerisinde, iki yanı çiçek tarhlarıyla süslü muntazam bir
yol, hafif inhinalarla yükselerek villanın kapısına kadar de-
vam ederdi. Evet. O kapının da gerisinde Beatris dö Vatren
oturuyordu.
Kitaplarda Lotriye’nin Beatris’e bakışını gösteren çeşitli
gravürler... Tosfanya Vadisi: uzaktan, iki duvarın arasında
koyunlar görünüyor. Şimdi gülüyorlar bu kitaplara; onlar-
649
daki sevimliliği hissetmiyorlar. Yok böyle bir şey, diyorlar.
Böyle kitapları da çevirmiyorlar dilimize artık. Hele bu şe-
kilde hiç çevirmiyorlar. Bunalım kitapları çeviriyorlar. Akıl-
sızlar! Bunalım da neymiş? Güzel Beatris’in yaşadığı mali-
kâne, benim için daha önemli. Geriye dönülemezmiş. Öyle
olsun. Ben
Dostları ilə paylaş: |