Pekala! Ne rüya gördün? Dedi



Yüklə 1,21 Mb.
səhifə26/27
tarix30.10.2017
ölçüsü1,21 Mb.
#22657
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   27

O karışık günlerde İstanbul casus kaynıyordu. Çok temkinli hareket etmelerine rağmen Enver ve Eşref Beylerin İstanbul'da bulunduklarını öğrenen Alman Büyükelçisi Kaiser'e verdiği raporda şunu belirtiyordu. "Enver ve Eşref Beylerin İstanbul'da oldukları tesbit edilmiştir. Bunlar cinnet derecesinde vatan sever subaylardır. Ne yapacakları belli olmaz. Her an Muradlı Tepeleri'ne hucum edebilirler Bulgarları uyarılmasında büyük fayda mulahaza ediyorum."

Devam edecek

II. Balkan Savaşı'nda Zenci Musa

Londra Andlaşması'yla Enez-Midye hattı sınır kabul edilmişti. Hükümet Muradlı Tepeleri'nden İstanbul'u tehdit eden Bulgar toplarından bir an önce kurtulmak istiyordu. Hükümet, Başkumandan vekili Ahmed İzzet Paşa'ya Londra Andlaşması'nda kabul edilen sınıra ordunun yürümesini bildirdi ise de Ahmed İzzet Paşa bu isteğe uymakta endişe etti. Ancak hükümetin arzusunu Bulgar Kumandanlığı'na ileterek hududun tesbitine yetkili memurların gönderilmesinin ricasında bulundu. Bulgaristan böyle bir arzuyu dahi savaş sebebi sayacağını büyük devletlere bildirince, Ahmed İzzet Paşa hareketsiz kaldı. Bunun üzerine, Onuncu Kolordu'da müstakil bir tümen olarak yerini alacak gönüllülerin hareketi tek çare idi. Bir yenilgi veya hatıra gelmeyen herhangi bir iç açıcı olmayan olayla karşılaşılırsa, "Bunlar nizamî kuvvetlerimiz değil; kendilerini gönüllü diye adlandıran çapulcu sürüsü" suçlamasıyla cezalandıracak, işin içinden sıyrılacaklardı.

Gönüllüler Taksim, Metris kışlalarında talimlerini bitirince, cepheye sevkedilirlerken, aralarına bir miktar da asker katmışlardı. Bu askerler de diğerleri gibi fakir köylüleri andıran sivil kıyafetler giymişlerdi. Elbiseleri, hatta silahları farklı, çoğunluğu piyade, pek azı süvari olan gönüllülerin disiplinli yürüyüşlerini gören halk Bakırköy'de sokaklara fırladı. Kadınlar, ihtiyarlar gözyaşlarını tutamıyorlar, çevrelerinde koşan çocuklar zafer çığlıkları atıyorlardı. Tahtakılıç ailesinin önderlik ettiği Uşak günüllülerinde yerini alan doksan yaşındaki Mehmed Baba'nın yürüyüşü, bir kere zafer kazanmak arzusuyla çırpınan yürekleri çileden çıkardı. Belinden ve boynunun iki yanından dolanan armaları, mavzeri, çizmeleri, başındaki kalpağı ak sakallı Mehmed Baba'yı tam bir savaşçı haline getirmişti. Bulgarlar'a, bilhassa onları kışkırtan Ruslar'a derin bir kin duyuyordu. Çünkü nice savaşlarda, nice gençlerin gök ekinler gibi biçildiklerini görmüştü. Eşref Bey'in açtığı gönüllüler bayrağının altına mavzerini kapıp gelmişti. Devamlı "Ya ilahel alemin, Edirne kalesine şanlı bayrağımızı çekmeyi bana nasip eyle, orada da emanetini al!" yakarışında bulunuyordu.

Sarığı, arma ve mavzeri, belindeki kamasıyla göze çarpan Said Nursi katı bir disiplinle adım atan Van gönüllülerinin yanından yürüyordu. Pencerelerde mendille gözyaşlarını silen kadınların, çevrelerinde koşan kalabalıkların, belki de pek çoğu şehitlerin yetimi olan çocukların sevinçlerinin hüsrana dönüşmemesi için devamlı sessizce dua ediyordu. Bakırköy'ü çıkarlarken evler seyrekleşmişti. İki katlı bir evin üst katındaki pencerelerden biri açıldı. İhtiyar bir kadın tülbentli başını uzattı. "Yavrularım, Allah sizleri korusun. Her an korku içindeyiz. Kaçacak yerimiz yok. Şehitler, evliyalar yardımcınız olsun." Said Nursi yanlarında yürüdüğü, hemen hemen hepsi öğrencisi olan Van gönüllülerine seslendi "Mazlumun duası makbuldür. Amin deyin" Topuk vuruşlarının arasında toplu bir ses göğe yükseldi: "Amin!"

Yeşilköy'e geldiklerinde iki vapur onları bekliyordu. Bu vapurlar gönüllülerin hepsini almazdı. Bir kısmı bindiler, arta kalanlarıda Kumburgaz'a yürüdüler. Kumburgaz kıyılarına çıkanlara, karadan gelen birlikler iltihak edince Eşref Bey istirahat verdi. Güneş guruba yaklaştığı sırada Said Nursi, Molla Kâzım'a öğrencilerinin arasındaki manga komutanlarını çağırttı. Çevresine toplanan öğrencilerinde bakışlarını gezdirirken Said Nursi'nin sukûnetli bir görünüşü vardı, ağır ağır konuşmaya başladı; ses tonu da etkileyiciydi: "Evlâtlarım, Bedir ilk iman savaşıdır. İman Cephesinde baba, küfür cephesinde evlât, kardeşlerden biri bir cephede, diğeri karşı cephede bulunuyordu. O savaşta yere düşmeyen iman bayrağını, Allah'ın lûtfuyla yüzyıllardan beri biz taşıyoruz. Tekrar ölüm kalım savaşına giriyoruz. Resûlullah'ın bayrağını yere düşürmemek için hiçbir şeyimizi sakınmıyacağız. Burada mağlûp olursak, İslâmı çok karanlık günler beklemektedir. Fakat madem ki Cenab-ı Allah dininin kıyamete kadar baki olduğunu buyuruyor, Allahu alem, biz burada muzaffer olacağız. Elbette bazılarımız şehit düşeceklerdir. Önce gidenlerimizden geride kalanlarımızı Fahr-ı Kainat Efendimiz sorarsa, ona şöyle söylesinler: "Ya Resûlallah, son kişiye kadar bayrağınızı yere düşürmemek için yemin etmiştik. Burada bulunmayanlarımız bayrağınızın altında vuruşuyorlardır." Dinim, milletim, vatanım adına hepinize güveniyorum. Mevlam hepimizin yardımcısı olsun."



Bu anda Eşref Bey birlikleri teftiş ediyor, üç adım gerisinde iki metre boyu, bütün heybetiyle Zenci Musa onu takip ediyordu. Zenci Musa'nın vakur tavrı, duruşu, bakışı askerlerin dikkatini çekiyor, aynı zamanda onlar için moral kaynağı oluyordu.

Akşam karanlığı ile gönüllüler Çöplüce köyünü aşarak Bulgarların tuttuğu Kumburgaz – Yaloz – Şatoz hattına yaklaştılar. Libya'da da Zenci Musa ile Mamaka Mustafa beraberdiler; buradada yine beraber görev yapan bu iki yiğidin dış görünüşleri farklı idi. Zenci Musa devasa yapılıydı; Mamaka Mustafa ufak tefekti; biri zenci, diğeri kumraldı; fakat ikisini taşıdıkları iman, göğüslerindeki çelik yürek birleştiriyordu.

Muradlı tepelerindeki Bulgar birliklerini karargâhlarına bağlayan telgraf tellerini kesmek için Mamaka Mustafa ile emrindeki beş gönüllü kayığa binip açıldılar. Seçme gönüllülerle Eşref Bey'in kardeşi Selim Sami vadilerden tepelerin eteklerine geldiler. Karanlık bu çukurlara siyah örtülerini çekmişti. Eteklerden tepelere doğru sürünmeye başladılar, fakat biraz yaklaşıp durdular. Arkalarında Said Nursi Van gönüllüleriyle yer almıştı. Sağ cenahta Dadaş ve Karadeniz gönüllüleriyle Binbaşı İhsan Bey, sol cenahta emrindeki Kafkasyalılarla Cinangiroğlu İbrahim, merkezde de Uşak ve diğer gönüllülerle Eşref Bey bulunuyordu. Zenci Musa ise Eşref Bey'in bir adım gerisinde idi. Gizlemeye çalışmalarına rağmen bütün komutanlar heyecanlıydı. Bilhassa yaşlı paşalar ve hükümet o tepelerden Bulgarların sökülemeyeceğine inandıklarından hücuma taraftar değillerdi. Bunun anlamı, İstanbul'u devamlı tehlikede tutmak, Kumburgaz – Yaloz – Şatoz hattından öteki taraflara veda etmekti, ama başarısız taarruzun getireceği felaketi düşünmek de güçtü. Saatler ilerliyordu. Denizlerden esen rüzgar gönüllülere hüzün taşıyordu. Zenci Musa Eşref Bey'e bakıyordu. Eşref Bey ise bakışlarını çevrede gezdiriyor, ortalığı dinliyordu. Geç saatlerde Selim Sami'den öncülere "İleri" işareti geldi. Onlar tepelere sürünerek tırmanırken, arkadan Eşref Bey, Zenci Musa ve diğer gönüllüler geliyorlardı.

Tepelerin ardından bir bomba gürültüsü geldi; bu Mamaka Mustafa'nın telleri kestiğini bildirmesiydi. Selim Sami yerinden fırladı: "İleri!" Önceden verdiği emre göre "İleri" Komutuyla bir kısmı ileriye atılacak, bir kısmı da oldukları yerde düşman nöbetçi ve mevzilerine ateş edeceklerdi. Amansız bir ateş başlamıştı.



Ayakta görünen bütün nöbetçiler yere serildiler. Mitralyozun başına Selim Sami geçti. Diğer tepelere de hücum edilmiş, ancak ikisi ele geçirilebilmişti. Ele geçirilen tepelerden, ele geçirilmeyen tepelere şiddetli ateş başladı. Püskürtülen gönüllüler tekrar toparlanıp, hücuma geçtiler. Çok geçmeden tepelerde kanlı boğazlaşmalar başladı. Selim Sami ve diğer tepeleri ele geçirenler takviye güçlerin gelmesini engellemek için düşman tarafını yoğun bir ateş altına almışlardı. Dağ taşta yankılanan "Allah! Allah!" sesleriyle gönüllüler hücumlarını devamlı tazelerlerken Cihangiroğlu İbrahim soldan, İhsan Bey sağdan, merkezden de Eşref Bey hücuma katıldı. Yaralı ve şehide kimse bakmıyor, herkes görevini yapmaya çalışıyordu. Zenci Musa Bulgarların arasına pars gibi dalmıştı; çığlıklar arasında süngüsü yanıp sönüyordu.

Gün zaferin ilk ışıklarıyla ağarıyordu. Yerlerinden oynayan Bulgar birliklerinin bozguna dönüşmemesi için subayları büyük gayret sarfediyorlardı. Yanan namluların, parıldayıp sönen süngülerin at kişnemelerinin, naraların, çığlıkların karıştığı yerleri kızgın güneş cehenneme döndürmüştü. Bulgarların yeni bir savunma hattı oluşturmamaları için gönüllüler her türlü fedakarlığı göze alıp ileriye atıldıklarından cephenin her noktasında, gün boyunca kanlı savaş sürüyordu. Toparlanmaya çalışan Bulgarların gayretleri gönüllülerin ölüm saçan namluları, süngüleriyle kırılıyordu. Zafere giden bu boğuşmada Zenci Musa'yı her yerde görmek mümkündü; çünkü boğuşmanın yoğunlaştığı yerlerde bulunmak için sık sık yer değiştiriyordu.

Devam Edecek...

Bavulundan Kefeni Çıktı

Seyitlerin önündeki kader savaşını kazanan gönüllülere Edirne’nin yolu açıldı. Akşama doğru Edirne’ye yakın mesafedeki İstanbul Boğazı’na suvariler geldiklerinde ulu Selimiye’nin minarelerini görenlerin bazıları atlarından atlayıp, toprağı öptüler. Kafkas ve Kıyık tabyalarındaki uzun menzilli topların onları tehdit edişine aldırmıyorlardı. Piyadelerin arasında yer alan, kirpiklerinin ucuna kadar toza bulanmış Uşaklı Mehmed Baba’nın sesini Eşref Bey de işitiyordu “Ya İlâhel Âlemin! Şu mübarek şehrimize bayrağımızı çekmeyi bana nasip eyle; sonra da emanetini al.” Onun bu yakarışı gönüllüleri galeyana getirdi. Van gönüllülerinin arasından yer yer tekbir sesleri yükselmeye başladı. Kumandanlar gönüllüleri zorlukla siper almaya ve arkadan gelen nizami birlikleri beklemeye razı edebildiler.

Eşref Beyin kanaatine göre Bulgar kuvvetleriyle gönüllülerin arasında silah dengesizliği bulunduğu için savaşa girmeleri doğru olmazdı. Tabyaları baskınla düşürmenin yollarını aramalıydılar. Eşref Bey aralarında Zenci Musa ve Mamaka Mustafa’nın da bulunduğu tecrübeli, en sıkışık anlarda karşısındakinin ne yapacağını tahmin eden kırk kişilik birlik oluşturdu. Mehmet Baba da onlara katıldı.

Zifiri karanlıklara gömülü vadileri kovalayarak, hiç kimse ile karşılaşmadan Bosna köyüne indiler. Köy tahmin ettikleri gibi bomboştu. Edirne’ye alt mahallelerden sokulmak amacıyla sağa doğru yürümeğe başladılar. Şafak sökerken alabildiğine boy atmış süpürgeliklerin içinde kendilerini buldular. Ayşe Kadın mahallesinin yakınındaydılar; başlarının üzerinde tabyalar heybetle yükseliyor, ağır topların namluları sanki hedeflerini arıyorlardı. Önlerindeki yol şehirden iniyordu.  Bu yoldan çıkıp, Ayşe Kadın Topçu Kışlası’nı ele geçirebilirlerse Kıyık ve Kafkas tabyalarına darbe indirebilirlerdi. Eşref Bey, Çakır Efe’ye döndü; “Burada kalanların kumandası sana ait. Bir kısım arkadaşla süpürgelikte ilerliyeceğiz. Şu gördüğün sarı evin yanından yukarıya çıkacağız. Biz sarı evin yanındayken silahlarınızı arkanıza alarak bu yoldan yukarıya doğru yürüyün. Mümkün olduğu kadar silahsız davranın. Çıktığımız yolla bu yolun birleştiği yerden kışlanın nizamiyesine en fazla yirmi metre var. Sonra nizamiye nöbetçilerinin üzerine birden çullanacağız. Zaten görürsünüz; o zaman hızlanırsınız. Eliyle de işaret etti:

Şimdi şöyle benimle gelin.



İşaret ettiklerinin dışında kalan Uşaklı Mehmet Baba “Ben de seninle geliyorum” dedi. Eşref Bey “Tamam” anlamında başını salladı ve süpürgeliklerin arasında yürümeye başladı. Böyle tehlikeli anlarda görevini gayet iyi bilen Zenci Musa Eşref Bey’i birkaç adım arkadan takip ediyordu.

Mümkün olduğu kadar süpürgelikleri sallamadan yol alıyorlardı. Gösterdiği sarı evin yanından tırmanırlarken Çakır Efe de hareket emrini verdi. Eşref Bey, Zenci Musa, Mamaka Mustafa bayırın başındaki evin kenarında geride kalanları beklediler. Toplanır toplanmaz evin köşesinden birden fırlayıp, hemen önlerindeki Ayşe Kadın Topçu Kışlası’nın nizamiyesine hücum ettiler. Onları aniden karşısında bulan nöbetçi şaşırdı ve içeriye kaçmaya yeltenince, Mamaka Mustafa sırtlan gibi tepesine bindi. Eşref Bey, Zenci Musa’ya Emir verdi: “Kulübeye gir, herhangi bir şey görürsen, ateş et!”

Diğerleri de bindirdi. Nöbetçileri bir bir avladıkları için, kışla kumandanını odasında baskınla yakaladılar. Bütün askerleri bodruma tıkıp, kapısına nöbetçi diktiler. Eşref Bey şimşek gibi hareket ediyordu. Kuvvetinin yarısını orada bırakıp, diğer yarısıyla hükümet konağına hücum ederken Çakır Efe’ye bağırdı: “Hemen bir at



bul, çatlatırcasına sür! Geldiğimiz yerlerden birliğe ulaş, hemen topyekün hücum başlasın!”

Hükümet konağını ele geçirirlerse, halkın desteğini kolayca sağlayacaklarına inanan Eşref Bey süratle hükümet konağının çevresine geldi. Kendisini takip edenlere; “Hükümet konağını çembere alacak tarzda yayılın” emrini verdi. Hükümet meydanının değişik noktalarını siper edinenlere hücuma hazır olmalarını işaretle bildirdi. Kırcaalili Münir’e, “Tercüme et” dedi. “Ayşe Kadın Topçu Kışlası teslim oldu. Şehir tamamen kuşatıldı. Teslim olun. Aksi takdirde hükümet konağını havaya uçuracağız!”

Hükümet konağında zaten bir manga asker vardı. Şehirde bir şeyler cereyan ettiğini anlayan Başçavuş, Ayşe Kadın, Kıyık, Kafkas tabyalarına telefon etmeye çalışmış, ama irtibat kuramamıştı; çünkü hükümet konağına hücum ederlerken Mamaka Mustafa postahaneyi teslim almıştı. Karşıki tepelerdeki kuşatmalar da onlara kurtuluş olmadığını söylüyordu. Teslim oldular. Eşref Bey yanındakilere işaret ederek yürüdü; Zenci Musa onu bir gölge gibi takip ediyordu. İçeriye girip, bir anda konağın her yerini aradılar; kimse yoktu. Dışarıya çıktıklarında Uşaklı Mehmed Baba koynunda sakladığı ay yıldızlı bayrağı göndere çekiyordu. Eşref Bey sakalını sıvazlıyarak sordu. “Muradına erdin mi baba?” Gözyaşları sökün eden Mehmed Baba cevap verdi: “Allahıma binlerce şükür kumandan evladım.”

Bugün Edirne, Kırklareli, Tekirdağ illerimiz bayrağımızın altında huzurlu ise, bunu evvelâ Allah’a sonra Zenci Musa, Mamaka Mustafa ve toprakları kanıyla suyalan Deli Fuad Paşa’nın oğlu Reşid gibi gönüllülere borçluyuz.

_* * *

Zenci Musa, Mamaka Mustafa ve diğer gönüllüler, yangın vatanımızın neresinden başlarsa, oraya koştular. Bir İslam devleti olan Osmanlı’nın çökmemesi için canlarını dişlerine kattılar. Kanal harekatında görev aldılar. Eşref Beyle beraber, Kanalı karşıya geçtiler, ne yazık ki dördüncü ordumuz onları takip edemedi, bir daha yüzerek geri dönmek zorunda kaldılar.

İngilizler Şerif Hüseyin’e büyük arap krallığı vaad ederek onu saflarına çektiler. Dolayısıyla Şerif Hüseyin’in kuvvetleri, Osmanlı’nın Arap topraklarını ikiye böldü. Osmanlı’nın Yemen ile, güneydeki diğer Arap topraklarıyla bağlarını kopardılar. Yemen’deki zeydilerin imamı, İmam Yahya Eşref Bey’in dostuydu. Ayrıca Yemen’deki yedinci Kolordumuz da aylardan beri açtı. İmam Yahya’nın bağlılarından bir ordu meydana getirmek, hem de Yedinci Kolordu’nun ihtiyaçlarını görmek için üç yüz bin altını Eşref Bey, kırk iki gönüllüsüyle beraber İstanbul’da teslim aldı. Cembele denilen bir yerde İngiliz ve Fransız subaylarının emrindeki yirmi beş bin kişilik Şerif Hüseyin’in kuvvetleriyle bir gün-bir gece aslanlar gibi dövüştüler. Bu hengamede üç yüz bin altını kaçıran Zenci Musa, bir tane eksiksiz olarak, altınları götürüp, Yedinci Kolordu’ya teslim etti.



* * *

Anadolu’da başlatılan harekata destek vermek için İstanbul’a geldi. İstanbul’dan Anadolu’ya silah sevk etmek için gayret ediyordu. Fakat üç yüz bin altını kaçırdığı işgal kuvvetlerince biliniyor, yakından takip ediliyordu. Bunun farkında olan Zenci Musa, yine de sabaha karşı silah sevk etmenin yollarını arıyordu. Bir gün ikindi namazına Bayezid camiine gitmişti. Orada Ali Said Paşa ile karşılaştı. Dev gibi Zenci Musa’nın bitkinliğinden duygulanan paşa şöyle söyledi. “Musa emeklilik için sen bir dilekçe ver, ben de tasdik edeyim. Sana emekli maaşı bağlasınlar.” Ona nemli gözlerle bakan Musa şu cevabı verdi: “Paşam bu teklifi bana nasıl yapıyorsunuz? Bu fakir milletten emekli maşı almam mümkün mü?”

Ali Said Paşa, Musa’nın haberi yokken yakın dostu olan İstanbul’daki hamallar kâhyası Ferit Bey’i ziyaret etti ve ona şöyle söyledi; “Musa adında bir kahramanımız var. Size geldiğimden onun haberi yok. Bir kahve içmek için onu buraya getireyim. Sen de ona bir gümrük kahyalığı teklif et.”

Bir hafta kadar sonra Ali Said Paşa, Zenci  Musa’yla Ferit Bey’i ziyaret etti. Ferit Bey ezik büzük, “Şimdi Galata gümrüğünün kahyalığı boş. Onu lütfen kabul edin. İlerde daha münasip bir yer açılır, sizi oraya veririz.”

Musa şu cevabı verdi. “Ben kahyalık yapmam; onu yaşlı bir müslümana verin. Orada hamallık varsa, yaparım.”

Galata gümrüğünde hamallık yapan Musa, gündüz yük taşıyor, gece Anadolu’ya silah kaçırıyordu. Bu aşırı efor sarf etme onu zayıf düşürdü. Zaten İslam âleminin üzüntüsü de onu kasıp kavuruyordu. Vereme yakalandı. O dönemde veremin tedavisi yoktu. Ali Said Paşa’nın ısrarlarına rağmen bir senatoryuma yatıp, milletimize yük olmak istemedi. O sırada Üsküdar’daki Özbekler tekkesinin şeyhi Eşref Beyin dostu Ataullah Efendiydi. Musa bavulunu alıp, onun yanına gitti. Ataullah Efendi de tekkenin en arkasındaki odayı ona tahsis etti. Bir gece sabaha karşı Hakk’ın rahmetine kavuştu. Bavulunu açtılar; içinden Osmanlı Devleti’nin haritası, Eşref Bey’in resmi, bir de kefeni çıktı.

Kaht-ı Rical

Devlet adamı veya yönetici yokluğunu ifade eden "Kaht-ı Riceb" deyimi çok eskidir. Sonradan ünlü olan bu Osmanlı deyimi önceleri Naima'nın "Ben bu makama lâyık değilim nihayet kaht-i rical olmağla beni nasbettiler" cümlesinden de anlaşılacağı üzere tevazuun bir ifadesi idi. Yakın dönemlerde bugün anladığımız manayı ifade eden bu terim Ali Paşa'nın ölümüyle (1871) yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır.

Devlet hayatında devlet adamının önemi çok eski çağlarda idrak edildiğinden, eski Yunan'da "Politika adamı gelecek seçimi, devlet adamı gelecek nesli düşünür" sözü çok sık tekrar edilirdi. Bir devlet, gücünden büyük işlerin peşine düşerse, o devleti yönetenler, mumdan bir gemiyle güneşi zapt etmeye çıkmışa benzerler. Onlar için felaket kesindir. Ama bir devlet gücünden küçük gayelerin peşinde koşar veya idealsizliği ideal edinirse, halkının aktivitesini pasifize eder, uzun vadede de olsa onlar için felaket yine kaçınılmazdır. Güç ile gaye arasındaki orantıyı devlet adamları kurarlar, bu denge ne kadar realiteyi aksettirirse, o devlet o kadar sağlam bir tarzda gelişir.

İran'ı hiçbir zaman ciddiye almadık; hele son yıllarda molla rejimi diye burun kıvırıyoruz. Farsların şöyle bir sözü vardır: "Türkiye milyonluk ordular beslesin; biz yüzyılda iki devlet adamı yetiştirelim" İran'ın demokrafik yapısını, coğrafyasını gözönüne getirince, bu sözün ne derecede gerçeği ifade ettiğini anlıyoruz. İran, Babil Kulesini andıran bir yapıya sahiptir. Almanak'ın rakamları doğruysa, İran'ın yarısı Azeri'dir. Farslar azınlıktadır; Belücistler, Kürtler, Türmenler gibi pek çok müslüman millet bulunduğu gibi Ermeniler'den, Ruslar'dan, Yahudiler'den oluşan küçümsenmez bir gayrı müslim nüfusa da sahiptir. Bu kadar değişik etnik ve dini grupları bir arada tutmak maharettir. Bugün İran bizim iki katımızdan daha büyük bir ülkedir. İslam aleminde azınlık durumunda bulunan bir mezhebin devleti olmasına rağmen, gerek İslâm aleminde, gerek dünyada ciddi bir ağırlığı vardır. Yakın dönem tarihine bakınca da ordularının ciddi bir zaferini görmediğimize göre, mevcut İran'ın devet adamlarının bir ürünü olduğunu kabule mecbur kalıyoruz.

Bazı önemli Avrupa'lı tarihçiler Bizans'ın kıyıcığında günışığına çıkan Osmanlı Beyliği'nin, diğer beylikleri gölgede bırakmasını ve kısa sürede dünya çapında devlet olmasını baştan on padişahın mutlu bir rastantıyla peş peşe dahi olmalarıyla izah etmektedirler. Bu dâhi padişahlar devlet hayatındaki insanın önemini kavradıklarından kabiliyetli kişilerin önlerini açmak için devşirme usulünü getirdiler ve Enderun'u kurdular.

Abdulhamid Han'ın Tahttan indirilişinden sonra devlet hayatımızda liyakatın yerine "Bizden mi" dusturu hakim olmuş" bu telâkki büyük bir kabiliyet kıyımına sebebiyet vermiş, devlet adamı yokluğunu daha da ağırlaştırmıştır. Trablusgarb savaşı'yla, yani 1911 de başlayan savaşlarımız hemen hemen aralıksız olarak 1922 yılına kadar devam etti. Dârulfunun'da, medreselerde öğretim ve eğitim görmüş yüksek vasıflı idealist gençlerin değişik cephelerde biçilmeleri devlet hayatımızın şevksiz, heyecansız tiplerin eline geçmesine sebep oldu.

Demokratik sistemler aslında devlet adamı yetiştirmeye çok müsaittirler. Ama sistemin temel taşları kabul edilen partiler üyelerin tercihleriyle yönetilirlerse bir anlam ifade ederler, o zaman kalabalıklar genel olarak yeteneklerin etrafında toplanırlar. Fakat bizim demokrasimizde partilerin genel başkanları yok; genel başkanların partileri var. Partiler de üst mevkilere gelmek, parti üyelerinin oylarıyla değil de, parti genel başkanlarının kararıyla olmaktadır. Bu defa yarış üyelerin nezdinde yapılmaktan çıkıyor, genel başkana yaranmak yarışına dönüyor. Bu yarışı da genellikle şahsiyetsizler, "Evet efendimciler" kazanıyorlar. Eskaza şahsiyetli ve kabiliyetli bir insan parti kademelerinde boy gösterirse, genel başkanın emriyle ihraç gıyotini işletiliyor. Cumhuriyet dönemimize bakınca, sivil iki devlet adamının yönetime geldiğini görürüz; birisi Menderes, diğeri, Özal'dır. İkisi de parti kademelerinden gelmemiştir. Menderes dört kurucudan biridir; Özal ise tek başına kurucudur.

İhtiyar tarihin sayfalarını karıştırırsak, birinci sınıf işleri, birinci sınıf devlet adamlarının yaptıklarını okuruz. Bunun için devlet adamı yetiştirip, ecdat yadigarı devletimizin kilit noktalarına getirmeliyiz. Milletimize mal olmuş herhangi bir parti, gerçekten parti olsa, orası devlet adamı yetiştirme okuluna dönüşür. Milletimizin kaderi çok kısa zamanda değişir. Aksi takdirde, bugün olduğu gibi, debelenip dururuz.

Dört Şehit Annesi; Şair Hanım Sahabi Hazret-i Hansa -radıyallahu anha-

Radıyallahu Anhâ–Hazret-i Hansâ radıyallahu anhâ mersiyeleriyle tanınmış meşhur hanım şâirlerden... Cesaret ve kahramanlığıyla ün salmış bir hanım sahâbî... Dört oğlunun şehadet haberini müjde gibi karşılayan iman dolu bir anne... Çocuklarının şehidlik sevincini hamdederek, duâ ve niyaz ile açığa vuran, kadere teslim olmuş bir iman eri...



O bir çok şâir yetiştirmiş Beni Süleym kabilesine mensuptur. Hansâ (çekik burunlu) lâkabıyla tanınmıştır. Asıl adı Tümâdır binti Amr'dır. Babası, Amr ibni Şerîd'dir.

O, Arap edebiyatında kadın şâirlerin en önde geleni kabul edilir. Şiirlerinin çoğunu Câhiliye devrinde söylemiştir. Savaşlardaki, yiğitlik, kahramanlık sahnelerini kadın duygusallığı içinde sâde bir dille anlatmıştır. Özellikle mersiye türünde meşhur olmuştur.

Hansa'nın biri Muaviye adında ana bir diğeri Sahr isminde baba bir iki kardeşi vardı. Muâviye yakışıklı bir yiğit, Sahr da halim-selim cömertti. Kabileler arasındaki savaşlarda ikisi de öldürülmüştür. Hansa bu iki kardeşinin mertlik ve cömertliğine dair söylediği mersiyelerle meşhur olmuştur.

Yüklə 1,21 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   27




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin