Pekala! Ne rüya gördün? Dedi



Yüklə 1,21 Mb.
səhifə5/27
tarix30.10.2017
ölçüsü1,21 Mb.
#22657
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   27

"-Bunlarda hayatın hakikî sırrını buluyorum. Eğer bir kimse tabiat karşısında iyi düşünürse, matbaada basılmış kitapların ölü mürekkep lekelerinin verebileceğinden çok daha fazlasını öğrenebilir. Allah'ın önümüze serdiği tabiat kitabını anlamamız lazımdır. Bu şekilde insan bizzat kendi varlığının da sırrına erebilir. İşte o zaman sanki içinde bir güneş doğmuş gibi olur. Bu güneşin yanında öteki bütün ışıklar sönük kalırlar. "Kendini bilen Rabbini bilir." buyurulmuştur."

Öğle namazı vakti gelince, güzel bir halı kıbleye doğru serildi. Namazı hep birlikte kıldık. Hepsi de benim artık hidayete erdiğimden hemen hemen emin idiler. Bey ve diğer misafirler tebrik ettiler. Ali Efendi heyecanla beni kucakladı. Şüphesiz bu mümkün bir şeydi.

Şeyh Efendi, okunan duaların manasını bilip bilmediğini sordu. Benim için kelimelerin bir önemi olmadığını söyledim. Allah'ı anmak, ona şükretmek çok güzel bir şey, Allah'ın arzında, nerede ve her kim Allah'a ibadet ediyorsa ona memnuniyetle katılırım, dedim.

Artık ayrılık vakti gelmişti. Bu, üstadım Şeyh Efendi ile son görüşmem oldu. Efendi beni kucakladı. Her ne kadar ayrılsak da beraber olacağımızı söyledi.

Ali Efendi de beni kucaklayarak, evinde bir hafta olsun kalmam için ısrar etti. Fakat reddetmek zorundaydım. Çünkü birkaç gün içinde ayrılıyordum.

Tekrar geldiğimde buluşmak üzere sözleşerek ayrıldık.

BİRKAÇ yıl sonra tekrar İstanbul'a geldiğimde Mehmed Ali Efendi'yi aradım. Bütün tekkelerle beraber onların tekkelerinin de kapatılmış olduğunu öğrendim. Yaşlı Şeyh Efendi inzivaya çekilmişti. Kendisin! ziyaret ettim ve eski bir dost gibi kabul gördüm. Ali Efendi ise bir devlet dairesinde çalışıyordu... -

AĞUSTOS
Suda Eriyen Kerpiç

DERE kenarında yüksek bir duvar vardı. Üstünde de susamış dertli biri. Onu suya ulaştırmayan o duvardı. Halbuki o, su için balık gibi çırpınıyordu. Birdenbire suya bir kerpiç parçası attı. Kerpicin düşmesi ile suyun sesi ona bir hitab gibi geldi. Hem de suyun sesi yârin hitabı gibi tatlı ve lezzetliydi. Öyle ki su sesi dertli adamı üzüm suyu gibi mestetti. O mestlik içinde, su sesinin verdiği safâdan dolayı duvardan kerpiç koparıp koparıp atmaya başladı. Su O'na:

-Bana böyle kerpiç atmaktan sana ne fayda var deyince. Susamış adam şöyle cevap verdi.

- Ey su! bu atıştan benim için iki fayda vardır. Onun için bu atıştan vazgeçmem.

Birincisi: Su sesini işitmektir ki, o susamışlara rebâb dinlemek gibi gelir. Suyun sesi İsrafil'in sûr'u gibidir ki ölüye can verir. O ses bahar vaktindeki gök gürültüsüne benzer ki ondan bağlar ve bahçeler hayat bulur. O ses mahbûsa kurtuluş haberinin aşmasına denktir. Ve o ses Yemen'den Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a ulaşan nefes-i rahmâni gibidir ki Peygamber Efendimiz "Ben Yemen tarafından gelen nefes-i Rahmân'ı duyuyorum" buyurmuş bununla Yemen'de bulunan Üveysü -Kareni'ye işaret etmiştir- ve nihâyet o ses şefâat hususunda Ahmed-i Mürsel'in âsîye ulaşan güzel kokusu gibidir.

İkincisi ise: Kopardığım her kerpiç ile duvar alçalıyor, ben de o nisbette sana yani akar suya yaklaşıyorum..

EY şuurlu kimse! Yüksek bir duvardaki kerpiçlerin azalmasından şüphesiz duvar alçalır. Duvarın alçalmasıyla adım adım suya yaklaşılır. Kerpiçlerin kopması vuslatı sağlar. İşte Allah'a secde etmek, o yapışık kerpiçleri koparmaktır ki bununla ancak Hakk'a yakınlık elde edilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "Secde et ve yaklaş" buyurmuştur.

HİKÂYEDEKİ susamış kimse bir Allah aşığıdır.. Susaması kalbindeki ayrılık ateşidir. Duvar ise onun varlığı ve benliğidir ki visâle, Allah'a ulaşmaya mâni olmaktadır. O varlıktan kerpiç koparılması, o engelin yavaş yavaş ortadan kaldırılması demektir. Varlık duvarından bir kerpiç koparmak, secde edip Hakk'a yaklaşmak demektir. Zirâ Hadis-i Şerifte: "Bir kulun Rabbine en yakın bulunması secde hâlindedir" ve "Allah'a çok çok secde et. Çünkü sen secde ettikçe Cenâb-ı Hak o secde ile seni bir derece yükseltir ve yine o secde ile senden bir hatâyı afveder" buyrulmuştur.

BU toprak vücuddan kurtulmayınca hayât-suyuna eğilmek ondan doya doya içmek imkânı yoktur. Duvar üstünde her kim daha ziyâde susamışsa duvarın taşını ve kerpicini o daha çabuk koparır. (1)



Dipnotlar : (1) Mesnevî Cild: 2, Kitap: 2

Bakkalın Helâl Kazancına Karışan Kir

Her günkü gibi besmele çekerek açtı dükkânının kapısını. Elindeki anahtarını cebine götürdü. Bir kağıt dolaştı parmaklarına. Paradır dedi, bıraktı. Ama yapışmış gibiydi eline. Çıkarmak zorunda kaldı o kağıdı. Üzerinde bir beyitlik yazı vardı:

"Aynalı Dede çalarsa bir gün kapını

Âhirette nasıl verirsin her günün hesabını."

Anlayamadı. Neyin nesiydi? Nereden, nasıl, kim atmıştı cebine bunu? Düşüncelere dalmıştı ki, bir çocuğun sesiyle kendine geldi. Bir kaç defa seslenmişti çocuk. Ama duymamıştı onu. İstediğini verip gönderdi. Siftah dedi, besmeleyle attı kasaya.

Gelen giden çok olurdu dükkanına. Alış-verişte ölçüyü aşmazdı. Fiyatları uygun olurdu. Müşterisine iyi davranırdı. Babasından öğrendiği kadar dini bilgisi de vardı. Beş vakit namazını elinden geldiğince geçirmemeye çalışırdı. Dedikodu nedir bilmezdi. Bugün de dükkânı bu sebeplerden dolup taşmıştı. Dilinden bereket sözü düşmemişti.

Öğleye doğru bir ara ortalık sakinledi. "Allah bereket versin. Helâlinden yine yeterince kazandım" diye geçiriyordu içinden. O anda kapıda nur yüzlü, beyaz sakallı, derviş kılıklı, her halinden dinç olduğu anlaşılan bir ihtiyar göründü. Emin adımlarla yürüdü içeriye. Orta yerde durup: "Helâlinden mi dedin oğul? Halbuki sen temiz olan bir nimeti necis hâle getiren birisin. Tertemiz ve helâl olan bir bardak suya bir damla pislik düşse içer misin? İçin çekmez değil mi? Pis olmuştur çünkü."

Bu adam da kimdi? Hiç görmemişti onu. Tanışmadığı halde, güzel öğütler veriyordu. Ama şimdi bu sözlerin ne gereği vardı. Yaptığı iş bir ticaretti. Ticarette ölçüyü de aşmazdı. Müşterisi de bunun için çoktu.

"Şaşırdın mı oğul? Bunun pisliği nerede? Ölçülü ticaretine bakıp, kendi kendini anlayamadın mı? Bak şu bira kasalarına! İşte bunlar, temiz suya karıştırdığın pis şeyler. Bu biralar senin pak kazancını kirletiyor. Haram bulaştırıyorsun. Bunu yapan da, satan da, içen de haram işlemiştir.

Sakince dinleyen bakkal donakalmıştı. Bu bir ticaretti. Haram ya da günah ise neden imaline izin veriyorlardı? Bu ihtiyar onlardan pek mi iyi biliyordu? Zaten kendisi de içmiyordu. Sadece satıyordu.

Beyaz sakallı adam tekrar konuştu:

"Şüphe!... Şüphe! Seninki büsbütün bir şüphe. Şüpheni gerçeği bulmak için kullan. Malını ve kazancını temizle. Neden mi haram? Sözümü iyi dinlemiyorsun. "Bir işe sebep olan, o işi yapan gibidir." Bunun için yapım, satım ve içmesi arasında bir fark yoktur. İşte Aynalı Dede çalldı kapını. Hatırlattı iyiyi. Âhiretteki hesabını kendin düşün" dedi ve bir anda kapıda yok oluverdi.

Bakkal Nurullah, bir süre öylece oturdu. Demek o kâğıdın sahibi Aynalı Dede buydu. Bir çay içelim bile dememişti ona. Arkasından çıktı. Çoktan kaybolmuştu. Nasıl olup da düşünememişti.

Gözleri kapıya çakıldı, kaldı. Düşünüyordu. Bugüne kadar neden hiç düşünmediğini düşünüyordu. Hayatın hay-huyu içinde neler de yapılıyordu. Bira şişelerini kırıp attı. Tevbe etti. Allah'tan, bu tür yanlışlara karşı kendisine basîret vermesini diledi.

Nurettin GÜLMEZ













Ömer B. Abdülaziz'in Ziyafeti

MESLEME bin Abdülmelik, ünlü bir Emevi komutanıydı. Bizans'a karşı seferleriyle şöhret kazanmış, senelerce İstanbul'u muhasara altında tutmuş ve Ayasofya'da ilk namazı kılmıştı. Askerleri tarafından çok seviliyordu. Ömer Bin Abdülaziz halife olduğunda onu Şam'a çağırdı. O da, Halifenin çağrısına uyup geldi. Yanında 30 bin kadar asker vardı. Halife izin vermeden Şam'a girmedi. Halife izin verdiğinde askeriyle birlikte Halifeyi ziyaret etmek istediyse de Halifeden kabul görmedi. Ertesi gün bin kişi ile tekrar Ömer'i ziyaret etmek istedi. Ömer yine kabul etmedi. Üçüncü gün, yanında yalnız bir kişi vardı ve Ömer'den müsaade talep ediyordu. Ömer Mesleme'yi kabul etti. Ünlü komutan içeri girdi ve oturdu. Halife ona şöyle dedi:

"Ey-Mesleme, sen bu dünyayı dolaştın. Kafirlerle cenk edip, bir çok kaleler, sayısız şehirler fethettin. Bunları yaparken eğer, "Mesleme ne büyük adamdır, bunca kaleler, bunca şehirler fethetti" dedirtmek istiyorsan, bil ki riya içindesin. Yazık sana. Fakat gayen Allah'ın ismini yüceltmek, İslâm'ın düşmanlarını kahretmek ise bahtiyarsın, Allah yüzünü ak etsin. Sana ve bize rahmet etsin."

Mesleme Halifenin sözlerinden etkilendi. Evine döndü. Hemen her gün Ömer'i ziyaret ediyordu. Ancak, Emevi yönetiminin umumi serbestliği içinde yetişmişti. Öyle de yaşıyordu.

ÖMER b. Abdülaziz onun, her gün yemeğe bin dirhem masraf yaptığını öğrendi. Üzüldü. Mesleme'ye haber göndererek, onu, ertesi gün sabah kahvaltısı için yemeğe davet etti.

Aşçılarına çok zengin bir sofra hazırlamalarını emretti. Halifenin tek kap yemekten fazla bir şey yemediğini bilen aile efradı çok şaşırmıştı. Ömer bu zengin sofranın yanında, bir mercimekli pilav yapılmasını, yanına da soğan kesilmesini buyurdu. Aşçılarına;

"-Önce mercimekli pilavla soğanı getireceksiniz. Ben emrettiğimde de diğer yemekleri getirmeye başlayacaksınız" dedi.

Mesleme, ertesi gün halifelik makamına geldi. Sabah kahvaltısına davet eden Halife Ömer, Mesleme'yi öğleye kadar oyaladı. Mesleme iyice acıkmıştı. Öğle üzeri olunca Halife Mesleme'ye:

"-Çok da geciktik, dedi. Kusura bakmayasın. Sofra hazırlanmış, hadi buyur yemeğe." Sofraya oturdular. Sini geldi. Üzerinde buğuları çıkan bir tabak mercimek pilavı ile iki baş soğan vardı.

Mesleme, karnını mercimek pilavı ve soğanla tıka basa doyurdu. O sini kaldırıldı. Arkasından üzerleri çeşit çeşit yemek ve tatlılarla dolu birkaç sini daha getirildi. Mesleme'nin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Fakat kendisini çabuk toparladı. Bir yandan da şaşkınlığını gizlemek üzere sürekli yutkunuyordu. Siniler önlerine kondu. Halife:

"- Hadi bakalım Mesleme, dedi. Yemek yeni başlıyor. Niye elini çekiyorsun?"

Mesleme, karnının doyduğunu belirterek;

"-Allah ziyade etsin" dedi.

Halife tevazu ve burukluk içinde ünlü komutanına şöyle konuştu:

"-Sübhanallah! Demek karnın doydu. Seni doyuran bu mercimek pilavı, bize bir dirheme mal oldu ey Mesleme! Duydum ki sen her gün yemeğe dirhem masraf yaparmışsın. Allah'tan kork müsrif olma bir dirheme doyurabildiğin nefsin için tema etme. Yemeğe ayırdığın bunca parayı fakir fu-karaya sadaka olarak dağıt, onların karnını doyur. Allah Teâlâ nezdinde makbul olan da budur." Mesleme:

"-Nasihatını anladım, ey Mü'minlerin Emiri, dedi. Allah senden razı olsun. Ben sana asi olamam. Sana muhalefet edemem."

Halife kalktı, Mesleme'yi kucakladı. Mesleme de adeta Halife ile bütünleştiğini hissetti.

Peygamberimizle Bir Lahza

ÜNLÜ sahabi Muaz b.Cebel anlatıyor:

Efendimiz ile birlikte Tebük gaza'sına çıkmıştık. Sıcak bastı. Güneşin hararetinden herkes bir tarafa dağılmıştı. Onların bu halini seyrederken bir de baktım ki Rasûlullah (s.a.s.) yanıbaşımda. Hemen huzur-i alilerine vardım. Ve (Cenab-ı Hakkın "zor gün" diye tarif ettiği bu meşakkatli sıcak ve susuz günde İslâmın en yüce gayesi olan i'la-i kelimetullah uğrunda cihada çıkmış bulunduğumuz halde) kendilerine:

"Ya Rasulallah! Beni Cennet'e sokacak ve Cehennem'den uzaklaştıracak bir ameli bana haber ver" dedim.

BUYURDULAR Kİ:

"(Ya Muaz) sen çok büyük bir şey sordun. Bununla birlikte Cenab-ı Hakk'ın kolaylaştırdığı kişiye elbette bu iş kolay olacaktır.

Allah'a hiçbir şeyi denk (şirk) tutmamak şartıyla ibadet edersin. Namaz'ı dosdoğru kılar, zekat'ı verir,Ramazan'ı tutar, Beytullah'ı Hac edersin".

Biraz (düşündükten) sonra şöyle buyurdular:

"Sana hayır kapılarını göstereyim mi?"

"Oruç siper ve kalkandır. Sadaka günahı -su ateşi söndürdüğü gibi- söndürür. Gecenin yarısında kişinin kalkıp namaz kılması da böyledir."

PEŞİNDEN hemen şu ayetleri okudular:

"O mü'minler öyle kimselerdir ki; yanları yataklarından (gece namazı kılmak için) uzak durup ibadete kalkarlar. Rab' larına bazen (azabından) korkarak bazen de (rahmetinden) ümit besleyerek dua ederler. Kendilerini rızıklandırığımız şeylerden de (hayra) harcarlar. İşte bunlar için, yapmakta oldukları amellerin mükafatı olarak ne sevinçler sakladığımızı hiçbir kimse bilemez." (Secde: 16 - 17)

Ondan sonra:

(Ya Muaz) sana din'in başı, direği, en yüce tarafı nedir bildireyim mi? buyurdular.

Ben de:

-Evet ya Rasûlallah, bildiriniz dedim.

Buyurdular ki:

"Dinin başı İslamdır. Direği namazdır. En yüce tarafı da cihaddır. Yine bir müddet (düşündükten) sonra bana:

"Bu anlattıklarımın hepsini tutan, onların devamına ve olgunlaşmasına sebep olan şey nedir söyleyeyim mi?" diye sordular.

Evet ya Rasûlallah deyince mübarek dilini (eliyle) tutup,

"İşte şunu tutmaya çalış, "buyurdu. Dedim ki:

Ya nebiyyallah, biz söylediğimiz sözlerle de mi hesaba çekileceğiz? Buyurdular ki:

"Herkesi Cehennem'e yüzükoyun düşüren şeyin, dillerinin biçtiklerinden başkası mı olduğunu zannedersin?"



Tirmizi: İman (41), hürmet-i salat bab (8) Hadis 2616 Hadis hasen sahihdir .Hadisi ayrıca Ahmed b.Hanbel Nesei ve ve İbn-i mace rivayet etmiştir. Rivayet farklılıkları terceme de mevcuttur.

Sad Es-Selimi'nin Hikayesi

BİR gün Rasûlullah (s.a.s) ashab ile birlikte oturuyorlardı. Biri mescidden içeri girdi ve Rasûlullah'a hitaben şöyle sordu:

Ey Allah'ın Rasûlü! Siyahlığım ve yüzümün çirkin olması, cennete girmeme engel olur mu?

BU Benî Selim Kabilesinden Sa'd idi. lâik'ı kabul etmişti. Koyu esmer tenliydi. Bu sebeple, kendini bilmezlerin alayına muhatap oluyordu. Hz. Peygamber Sa'de:

İnsanın yüzünün rengi Cennete girmesine engel olmaz, dedi. Allah'a yemin ederim ki sen Rabbına yeterince iman etmemişsin. Onun Rasûlünün getirdiklerine de inanmamışsın. (İnansaydın böyle soru sormazdın) buyurdu. Sa'd şöyle cevap verdi:

Seni peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, O'ndan başka ilah yoktur. Sen Allah'ın elçisisin. Ben, bu mecliste sekiz ay önce müslüman oldum. Sen o zaman huzurunda olanları ve olmayanları lâik'a davet etmiştin. Etrafımdakiler siyahlığıma ve yüzümün çirkinliğine bakıp beni kovmuşlardı. Halbuki ben, Benî Selim kabilesinden soylu bir kişiyim. Ancak dayımın siyahlığı beni de etkilemiş.

ENES (r.a.)'in anlattığına göre, bu konuşmalardan sonra, Hz. Peygamber etrafındakilere, kısa süre önce müslüman olan Sakîf kabilesinden Amr b. Vehb'i sordu. Ashab, Amr b. Vehb'in aralarında olmadığını bildirdiler. Rasûlullah Sa'd'e, Amr' ın evine gitmesini, kapısını çalıp selam vermesini ve;

Rasûlullah kızınızı bana zevce olarak vermenizi münasip gördü, demesini söyledi.

Sa'd, söylenilenleri aynı şekilde yaptı. Fakat Amr b. Vehb, Sa' d'ı daha kapıdan kovdu. Sa'd, dönüp Hz. Peygamber'in yanına geldi ve olanları anlattı. Ancak babasının Sa'd'a karşı kaba ve haşin davrandığını gören Amr'ın kızı çok üzülmüştü. Babasına şunları söyledi:

Babacığım, Rasûlullah'a gelecek olan vahiy seni rezil ve rüsvay etmeden önce bir kurtuluş yolu ara. Eğer Allah'ın Rasûlü beni ona zevce olarak layık görmüşse, Allah'ın ve Rasûlünün razı olduğuna ben de razıyım. Sen neden razı olmuyorsun?

Bunun üzerine Amr derhal yola çıkarak Hz. Peygamber'in yanına geldi. Özür diledi ve kızını Sa'd'a verdiğini, Allah Rasûlünü darıltmaktan Allah'a sığındığını söyledi. Bunun üzerine 400 dirhem mihirle nikahları kıydı. Mihri Hz.Osman, Hz.Ali ve Hz.Abdurrahman b. Avf karşıladılar.

Sa'd mihr olarak hanımına vereceği parayı aldı ve çarşıya çıktı. Bu arada bir münadinin sesi duyuldu:

Ey Allah'ın kulları sefer var, sefer.

Sa'd bunu duyunca fikrini değiştirdi. Elindeki parayla at, kılıç ve mızrak aldı. Başını tanınmayacak biçimde sardı. Yalnız gözleri görünüyordu. Bu halde muhacirlerin arasına karıştı. Muhacirler kendisini tanımak için teşebbüse geçtiklerinde ise Hz.Ali buna engel oldu.

Savaşa gidildi. Sa'd, bütün varlığı ile savaşıyordu. Yorulunca atından indi ve kollarını sıvadı. Bu sırada Rasûlullah onu gördü ve "Sen Sa'd mısın" diye sordu. Sa'd, "Evet ya Rasûlallah, anam babam sana feda olsun" dedi. Allah Rasûlü de onun için dua etti. Bundan sonra Sa'd adeta şahlandı.

Bir ara Rasûlullah'a Sa'd'ın şehid olduğu haberi geldi. Yanına vardı. Başını göğsüne yasladı. Yüzündeki toprakları, adeta okşarcasına sildi:

Ey Sa'd kokun ne kadar güzel, dedi. Seni Allah ve Rasûlünün sevgisine ısmarlıyorum.

Rasûlullah'ın gözleri yaşardı. Sonra tebessüm etti. Sonra yüzünü diğer tarata çevirdi. Bunların sebebi sorulunca Hz.Peygamber şöyle buyurdu:

Sa'd'ı sevdiğim için ağladım. Onun Allah katındaki derecesine bakıp sevindim, tebessüm ettim. Yüzümü çevirmeme gelince... Sa'd'ın gözde hurilerden zevcelerini gördüm. Kolları acıktı, halhalleri görünüyordu. Onları böyle görünce haya edip, yüzümü çevirdim.

Sa'd'ın atı, kılıcı ve ona ait eşya Amr b. Vehb'in kızına gönderildi.

İşte onlar böyleydi. Onların düşündükleri tek şey Allah'ın rızası, Peygamberinin sevgisiydi. Rasûlullah'ın çağrısına "Anam babam sana feda olsun" diye koşarlardı. Onlar, kadınıyla, erkeğiyle, genci-ihtiyarıyla "Allah yolunda, duvarları kurşunla kaynatılmış binalar" gibiydiler ve Onlar müslümandı.

Hesap Kitap İki Çocuğa Göre Yapılınca

BUNDAN yıllar önce hayır dualarıyla yolcu etmişlerdi Hasan'ı Almanya'ya. Yıllardan beri bu köyde sönmeden tüten baba ocağı artık artan ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyordu. Gidenlerin yüklerini tuttukları, hallerini düzelttikleri haberleri geliyordu hep. Anası önceleri çok diretmiş ama sonunda gönülsüz de olsa razı olmuştu bu gurbet işine. Biricik oğlunu yaban ellere yolcu ettikten beri zayıf, çelimsiz elleri hep onun ardından hayır dualar etmek için kalkıyordu Yüce Dergaha.

O Almanya'dayken babası ömür sermayesini tüketmiş, hakiki aleme göçmüştü. Anası kasabadaki kızının yanında kalıyordu artık. Köyde aralıksız tüten ocak sönmüştü. Okula giden torununa yazdırdığı mektupları "Artık geri dön Hasanım" ifadeleri bitiriyordu.

O gün yine mektup gelmişti. Okunmaya başlamasıyla da Hacer Ananın kırışmış yanaklarından aşağıya doğru gözyaşları akmaya başladı. Nihayet arzuladığı müjdeyi duymuştu. Hasan dönüyordu. Hem de temelli, gitmemecesine dönüyordu. Çocuklar gibi sevindi Hacer Ana. Dua demetlerine sevinç gözyaşları da ekleyerek Rabbine şükürler etti. Biricik oğulcuğunun, gelininin ve hepsinden çok da, büyüğü beş, küçüğü üç yaşına basan torunlarına kavuşmanın sevincini şimdiden içinde duymaya başlamıştı bile.

Seneler ne de çabuk geçiyor diye düşündü. "Evleneceğim" diye yazmıştı. Hasan bir mektubunda, bir sürü nasihatlarla doldurup gönderdiği mektubuna "evlendim" diye cevap gelmişti. Torununun doğum haberi ve sonra ikincisi, torunlarının renkli renkli resimleri geldikçe zamanla gelinini de kabullenmişti. "Alın yazısı böyleymiş oğlumun, elden ne gelir" diye avunuyordu.

* * *

Fiyakalı bir kırmızı minibüsle gelmişti Hasan. Evin önüne yanaşınca yüklendi kornaya var gücüyle. Zaten tetikte bekleyen ev halkı heyecanla bahçeye koşuştular. Hacer Ana senelerin verdiği hasretle bastı oğlunu bağrına. Onca senenin hasretini çıkarırcasına sıkıyordu zayıflamış kollarını. Sarılma, koklaşma, hal hatır sorma faslı evin içinde de uzun süre devam etti.

Oldukça yükünü tutmuş olarak dönmüştü Hasan. Minibüsün içini bagajını boşaltmak için uzun süre evle araba arasında gidip gelmişlerdi. Küçümsenmeyecek bir servet yapmıştı. Ama bunların karşılığında da çok şeylerini vermişti. Hacer Ana günler geçtikçe oğluna itina ile nakşettiği bütün güzel hasletlerin onu terkettiğini buruk bir acıyla görüyor ve için için yanıyordu. .

* * *

TORUNLARIYLA avunarak geçiriyordu günlerini. Onlara İslâmın esaslarından, oturup kalkma, yeme içme adabından bahsediyordu. "Anne onlar daha küçük sonra öğrenirler" demişti Hasan. O gün bahçede oturmuş tesbihini çekiyordu. "Ana seninle biraz konuşalım" diyerek yanına sokuldu oğluyla gelini. Lafı döndürüp dolaştırıp sadede getirdiler:

"Gelinin yine hamile ana" kırışıklarla kaplı yüzünde derinlere kaçmış gibi duran gözleri sevinçle parladı Hacer Ananın. Daha sevinci kelimelere aksetmeden, başından aşağı kaynar suları boşalttı oğlu:

-"Biz çocuk istemiyoruz artık ana. Aldıracağız."

-"Tövbe de lan" dedi Hacer Ana oturduğu yerden diklenerek. "Allah'a asi olma, o nasıl söz öyle"

-"Öylesi böylesi bu işte ana. Kürtaj diyorlar. Hastanede ücretsiz yapıyorlar. Hem ben hesabımı kitabımı iki çocuğa göre yaptım. Gerisi işime yaramaz."

KIZDI, bağırdı, bir sürü laf saydı:

-"Sana analık hakkımı, helal etmem. Bunu böylece koy kalın kafana" diyerek bahçe kapısını çarptı çıktı. Eskiden bu sözü anasından duydu mu Hasan için akan sular dururdu. Ama şimdi hesap kitap devri idi. İşini bilenlerin hüküm sürdüğü devirdi! Dünya nüfusu giderek artmaktaydı! Çok çocuk yaparak onları gelecekte açlık ve kıtlığa mahkum etmeye ne gerek vardı! Yaşlılar hala kendi devirlerindeki gibi sanıyorlardı her şeyi!

İki çocuğu evde bırakarak "Aile Planlama ve Çocuk Sağlığı Merkezi"ne yollandılar. İki saat sonra her şeyi bitirmiş olarak dönüyorlardı. Artık hanımı hiç hamile kalmayacaktı. Nasıl olsa yeni bir çocuğa ihtiyaçları yoktu. Ana rahminde insan olma yoluna giren iki aylık cenin ise küçük parçalar halinde çöp tenekesini boylamıştı.

Minibüsü bahçeye yanaştırdıklarında anası da çocuklar da görünürlerde yoktu. Eve daha önce giren karısının korkunç çığlığıyla Hasan da süratle eve daldı. Manzara ürpertici ve dehşet vericiydi. Küçük oğlu yarı çıplak ve kanlar içinde baygın vaziyette yerde yatmaktaydı. Büyükse korku ve dehşetten irileşmiş gözleriyle kardeşinin kanlarını silmeye çalışıyordu.

* * *

ANNESİYLE babası çocukla uğraşırken açık kapıdan dışarıya süzüldü ve minibüsün altına saklandı. Evde canları sıkılınca kardeşiyle doktorculuk oynamaya karar vermişlerdi. Yakın bir zaman önce komşu çocukları sünnet olmuştu. Yanlarında bulunduğu için her şeyi görmüştü. Tıraş kutusundan bulduğu eski bir jiletle kardeşini yatırıp sünnet etmeye kalkmıştı. Şakadan yapayım derken kardeşinin eline çarpmasıyla olanlar olmuştu. Yiyeceği dayağı düşündükçe tekerleğin altına daha da sindi. Kapıdan süratle çıktı annesiyle babası. Kardeşi annesinin kucağındaydı. Babası aceleyle kapıları açtı. Minibüse yerleşmeleri, çalıştırması ve son hızla hareketleri bir an için olmuştu. Küçük Hakan tekerleğin altından çıkana kadar, tekerlek zayıf karnının üzerinden süratle geçmiş, oracıkta ruhunu teslim etmişti.

Yüklə 1,21 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   27




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin