Zikr-i daim, beşer için en büyük ve ideal seviyedir. "Anınız beni, anayım sizi" ayetinin delaletiyle anılmak için anmak gerekmektedir. Hz. Peygamber bize burada da en güzel örnektir. Zira "kişi sevdiği ile beraberdir".
Hz. Aişe validemizin, Efendimiz ile ilgili verdiği bilgiler burada zikrettiklerimizden ibaret değildir. Böyle bir-kaç yazıya konu teşkil edecek sayıdaki rivayetleri kitaplarımızda yer almaktadır. Biz şimdilik bu kadarıyla yetiniyor, cümlemizi sevgili peygamberimizin örnek hayatını izleyerek şefaat-ı uzmasına nail olmaya muvaffak kılmasını yüce rabbımızdan niyaz ediyoruz.
Not: Bu yazı , Suyûtî'nin el-Cami'u's-sagîr adlı hadis kitabinin "Kane..." diye başlayan şemail hadisleri bölümü taranıp Münavî'nin Feyzu'l-kadir'indeki açıklamaları dikkate alınarak hazırlanmıştır.
Abdullah Bin Mübarek
ABDULLAH b. Mübarek b. Vadih, Künyesi Ebu Abdurrahman, Nisbesi el-Merrezi el-Hanzeli, Babası Türk, Annesi Harezm'den. Hadis ve fıkıh ilminde üstad. Şeyhul-İslam ve Kıdre-tülzahidin sıfatlarıyla maruf.
Emevi halifesi Hişam b. Abdülmelik devrinde 118/1736 yılında doğdu. Tahsili için Merv'dan Bağdat'a geldi. Oradan Mekke'ye vardı ve bir müddet orada mücaim olarak kaldı. Tabiinden pek çok kimselerle görüştü. İbrahim Edhem, Davud Tai, Süfyan Sevri, Fudayl b. Iyaz, imamı Azam, İmam Malik, ve Evzai ile çağdaşı Süfyan Sevri'nin talebesidir. Fakat ilimde onu geçtiği rivayet edilir.
Tahsil-i ilimden sonra tekrar memleketi Merv'e döndü. Halkın sevgi ve yakınlığına mazhar oldu. Pek çok talebe yetiştirdi. Ticaret ve hac maksadıyla pek çok seyahatlarda bulundu. Ticaretten elde ettiği kazancın ekserisini fukaraya ve ehl-i ilme infak ederdi.
TABAKAT kitaplarında kaydedildiğine göre tevbesi ve zühd hayatına yönelmesi şöyle olmuştu:
Bir cariyeye aşık oldu. Aşk ateşiyle yerinde duramıyordu. Bir kış gecesi maşukasının evinin duvar dibine sokuldu. Sevgilisi de dama çıktı. Sabaha kadar birbirlerini seyredip durdular. Zaman o kadar çabuk geçmişti ki, ezan okunmaya başladı. İbn Mübarek önce yatsı ezanı okunuyor, sandı. Halbuki okunan yatsı ezanı değil, sabah ezanıydı. Sabah aydınlığı her tarafı kaplayınca gaflet uykusundan uyandı. Kendi kendine "Yazıklar olsun sana, bütün bir gece heva ve hevesine uyarak bıkmadan, usanmadan bu soğukta ayakta durdun. Eğer imam namazda uzun bir süre okuyacak olsa deliye dönerdin. Nerde kaldı senin müslümanlığın?" Böylece tevbe ede-rek ilim, irfan ve ibadet yoluna koyuldu. İbadet ve ihlasıyla gönül erleri kervanına katıldı.
Hadis ehlindendi. Bu yüzden sohbetlerinde sahabe ve tabiinin yolunu izlerdi. Sordular:
- Niçin insanlardan kaçıyorsun? Cevap verdi:
-Allah'ın Rasûlü ve ashabı ile beraber olmak için. Onların eserlerini ve ilmini okuyor ve anlamaya çalışıyorum. İnsanların arasına karışıp da ne yapayım? Onlar birbirlerini çekiştirmekten başka ne yapıyorlar? Ben ise hadis okuyarak ve okutarak Rasûlullah ve ashabı ile beraber oluyorum.
ONUN telakkisine göre "alimin gönlünde asla dünya sevgisine yer olmamalı idi" şöyle derdi: "Hayret! Kalbinde korkusu en az olan, zühd ve takvası hiç olmayan nasıl alimlik taslayabilir" Yine onun anlayışına göre "En sefil insan, dinini dünyalığa alet edendir." Tevazu ehliydi. "Nefsini sokakta gördüğü köpekten daha adi görmeyen "Nefsini bilen Rabbını da bilir" hadisinin sırrına eremez" derdi. Şöhretten hoşlanmazdı. Hiç bir fikrin kendisine mal edilmesini istemezdi. "Ben kim oluyorum ki sözüm kitaplarda geçsin" derdi. Söyle buyururdu: "Sessiz ve şöhretsiz yaşa, şöhreti sevme. Şöhreti sevmediğini de nefsine duyurma, zira onu bu vesile ile yüceltmiş olursun."
Ona göre zühd, "Fakirliği severek Allah'a güvenmekti." Fakat "Kulun insanlardan bir şey istemek zorunda kalmaması için elinde az bir dünyalık bulundurması zühde mani değildi."
"Zühd ile sultan olmak, dünya sultanı olmaktan daha mühimdir? Dünya sultanlığında halkı bir araya toplamak disiplin ve sopa ile mümkündür. Gönül sultanı ise halktan kaçar. Fakat halk kendi isteğiyle onun peşini bırakmaz, çevresini sarar."
Sehavet sahibiydi, misafirperverdi, canı birşey istese misafir olmadan oturup yetmezdi, sebebini sordular, şöyle cevap verdi:
- Duyduğuma göre misafirle yemeden sual olunmayacak. Bu yüzden misafirle yemeye gayret ediyorum.
Bu yüzden evinde çok misafir olurdu. Onlara sofralar kurar, etler hazırlatır, ikram ederdi. Onun bu ikramlarını çok gören adamlarından biri:
-Mal azaldı, şu misafir işini biraz kıssanız. Şu cevabı verdi:
- Mal azaldıysa ömür de bitiyor.
ŞÜPHELİ şeylerden kaçınırdı. Bir defasında atını salıvererek öğle namazına durmuştu. At bir köyün devlete ait merasında otlamaya başladı. Selam verince durumu farketti ve atını hemen oracıkta farketti, bir daha binmedi. Şüpheli şeyler hakkında şöyle buyururdu:
"Bana göre içine şüphe karışan dirhemi reddetmem, altı milyonu sadaka olarak dağıtmamdan daha sevimlidir."
Edep ehliydi. "Biz çok ilimden ziyade az da olsa önce edebe muhtacız" derdi. Arkadaşından emaneten aldığı fakat iade edemediği kalemi vermek için Merv'dan Şam'a kadar yürümüştü.
Gıybetten son derece kaçınır, şöyle derdi. "Gıybet etmem gerekirse önce anne-babamı gıybet ederim," çünkü sevaplarımı almaya onlar daha layıktır."
Sözlerinden:
"Marifet, hiç bir şeye taaccub etmemendir."
Bir kimseye bir miktar muhabbet verilir de ona denk haşyet yani korku verilmezse o kimse aldanmıştır."
"Şu dört cümle, dört bin hadisten seçilmiştir.
1) Kadına güvenme,
2) Mala aldanma,
3) Mideni fazlaca doldurma,
4) İlim olarak sana yarayandan başkasını alma,
Vefatı bir gaza dönüşü Bağdat yakınlarında Fırat üzerinde Hit denilen yerde vaki olmuştur (181/797) Kabri de oradadır.
MEHMET Akif'in ömrü boyunca tavizsiz savunduğu tezini anlıyabilmek için, önce onun hayatına ve yaşadığı devrin şartlarına gözatmak gerekir. Çünkü, onun savunduğu, hayatını vakfettiği, "Leyla"sı bildiği tez, doğumuyla bütün benliğine sinmeye başlamıştır.
Bilindiği üzre 1873 yılında doğduğu semt, müslüman İstanbul'un en halis yerlerinden biri, belkide birincisi olan Fatih'tir.'Her ikisininde dini sohbetleri vardı" dediği bir ana-babanın evladıdır. Daha 5 yaşında mahalle mektebine giderken omuzunda mushaf asılıdır. İlk yayınladığı şiir O'na hayat boyu ilim ve ilham kaynağı olan bu kitap içindir. "Kur'an'a Hitab" imanlı bir yüreğin ilahi Kelam'a teslim oluş belgesidir. "Ey nüsha-i canı ehl-i îmanın" der.
Şuurlu bir din terbiyesi ve ibadet vecdi içinde yetişen genç şair'in başka türlü düşünmesi imkansızdır.
AYNI yıllarda İngiliz müstemlekeler nazın Gladistor'un Avam kamarasında şu sözleri duyulur:
"Kur'an, müslümanların elinde bulundukça, biz onlara hakim olamayız. Ne yapıp yapmalı, ya Kur'an'ı ortadan kaldırmalı ya da müslümanları ondan soğutmalıyız."
Aslında, bu İngiliz nazırının teklif ettiği faaliyet çoktan tatbikata geçirilmişti. Bin yıldır Kur'an'ın bayraktarlığını yapan Osmanlı, su alan bir gemi gibiydi. Zira artık, devleti meydana getiren unsurları bir arada tutamıyordu. Görünür görünmez dış taarruzlar ve açlar tarafından da körüklenen iç zaaflarla devlet çatırdıyordu. Tebaayı Osmanlılık şuuruyla birarada tutmak günden güne zorlaşıyor, dünün Sadık kavimleri birer birer istiklal sevdasına düşüyordu.
İşte böyle bir dönemde devlete kurtuluş reçetesi yazan aydınlar, başlıca üç grupta toplanıyordu:
1. Batıcılar; Mevcut batı medeniyeti ve kültürünü bütünüyle taklit etmeyi savunuyorlardı.
2. Türkçülük; Türk ırkının ve varlığının şuuruna varmayı esas kurtuluş düsturu sayıyorlardı.
3. İslâmcılar ise, devletin ve milletin kurtuluşunu İslâm'a tam manasıyla sarılmakta buluyorlardı,
YAHYA KEMAL'İNDE çok daha sonraları, -mütareke yıllarında farkettiği gibi devleti ayakta tutan ezan ve Kur'an'dı. Bu bakımdan İslâmcılar, Devleti ayakta tutmayı ve millete yeni bir hamle aşısı yapmayı ancak dinî şuurla mümkün görüyorlardı.
İSLÂMCILIK, toplumun temel ve kadim görüşüydü. Ancak, yeni bir şekilde sunuluyor, sistemleştiriliyordu. Bu bakımdan batıcılar onu "eski ve geri" diyerek itham ediyordu. Halbuki İslâmcıların meselesi "yeni bir medeniyet aramak değil, cemiyetin malı olan medeniyeti, yeni şartlar içine yerleştirebilmekti, daha doğrusu, ona, yeni şartların sorusunu sormak ve cevabını almaktı."
İSLAM toplumu, Kur'an'ın ilim tarafına bakmayı unutmuş, İlahi kelamı, sadece bir dua, ya da fal kitabı olarak görmeye başlamıştı.
İnmemiştir hele Kur'an, bunu hakkıyle bilin, Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.
"Akif, ondört asır önce Mekke'de dikilen ağaca taze kan vermek isteyenlerin bayrağını omuzlamıştı. O'na göre Kur'an'la ilim vefalı dosttu. Din ilmin eline yapışmalı, kafanın dışı değil, içi efrence (Avrupalı'ya) benzemeliydi. Zira frenk bilginlerinin buldukları ensın gerçekler, Kur'an'daki ayetlerin mealini tekrardan ibaret kalmıştı."
AHLAKTA yapılacak inkılabın esasları ise, zaten Kur'an'ı Kerim'de vardı. İnsana hamle gücü verecek, azim ve şevk coşkunluğu aşılayacak kahramanlık da Kur'an'daydı:
Görürsün, hissedersin, varsa vicdanında imanın; Ne müthiş bir hamaset çarpıyor göğsünde Kur'an'ın!
Oysa ki, bu kahramanlığın yerini tembellik almış. Kur'an'ın zamanla gençleşen hakikatleri müslümanlara yansımaz olmuştu. Kur'an'daki ruhun üzerindeki izler kaybolmaya yüz tutmuşken, kendimizi ve hayatımızı İslâm'la nasıl bağdaştırabiliriz diye soruyordu:
Hani Kur'an'daki ruhun şu heyulada izi? Nasıl İslâm île telif ederiz kendimizi?
"Zaman, zaman'ı ulum" diyerek artık ilimsiz hiçbir başarı kazanılamıyacağını, hatta Allah'tan utanmanın bile ilimsiz olamıyacağını hatırlatıyordu. Ancak, asrın ilimlerini bütünüyle gençlere öğretirken de, mukaddesleri unutmamak gerektiğini söylüyordu.
Evet, ulümunu asrın şebaba öğretelim, Mukaddesata fakat çokça ihtiram edelim.
"Kendi mahiyet-i mahiyeniz" kılavuz olsun, başka milletlerden sadece teknik alalım, ahlak ve adetlerini bırakalım diyordu. Avrupa medeniyetini, her örf ve adetleriyle taklit etmenin, kendi özümüzü bozacağını, bu hususta Japonların örnek alınması gerektiğini ifade ediyordu.
AKİF, çağdaşı olan Ziya Gökalp gibi türkçüleri, İslâm'ın yasakladığı Irkçılık içinde görüyordu. Irkçılığın şevkiyle devletten ayrılan Müslüman milletlere üzülüyordu. "İslâm Birliği İdeali"ni aşk haline getirmiş olan Akif, her ayrılığın asısını yüreğinde bir kor gibi duyuyordu.
Ne Araplık, ne de Türklük kalacak aç gözünü
Dinle Peygamber-i zişanın ilahi sözünü
Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam,
Bağlamak lazım iken, anlamadım, anlıyamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı
Aynı milliyetin altında tutan İslâm'ı,
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyettir
Bunu bir lahza unutmak, ebedi haybettir.
IRKÇILIĞI, İslâm kalesini içerden fethetmeye mahsus batının bir truva atı gibi görüyordu. Irkçılık tefrikasını önce alevlendirip gidenler, Avrupa'nın şerrinden kurtulacaklarmıydı? Akif onlara
Bugün belanızı bulmuş değilseniz, mutlak, Yarınki saikalar beyninizde patlayacak!
diyordu. Gerçekten de bir zamanlar Osmanlı hakimiyetinden çıkmak için uğraşan bugünkü devletçikler, hiçbir zaman eski huzurlarını bulamıyacaklardı.
İSLÂM iksiri etrafında, daima birlik ve beraberlik nesimini üfleyip duran Akif, aynı heyecanla birinci dünya savaşı'nın, sonrada İstiklal mücadelesinin ateş çemberinden geçti. Ancak bu çileli yılların bütün meşakkatlerine büyük bir şevkle katlanıyordu. Yıllardır özlemini duyduğu "Leyla"sına kavuşma ümidi vardı. İslâm'ın şuurlu ve güçlü bir merkez kuvveti olarak devlet yeniden doğabilirdi. Bu sebeple, bütün İslâm dünyasının uyanışını başlatacağına inandığı Milli Mücadele'ye cihad şevkiyle katılıyordu. Adeta cephelerin maneviyat kaynağı olurcasına çalışıp çırpınıyordu. Ne varki, "Milli Mücadele'nin sonunda hakim olan eğilimler bu ümitleri tamamen yok etti. Savaşı verirken alem olan mukaddesler geride kalmış. Batının belirlediği statüde yer almak kaygısı, devletin geleceğine yön verenlerin tayin edici düşüncesi olmuştur."
ARTIK ideallerini deruni dünyasına hapseden Akif küskün ve kızgın olarak Mısır'a gidiyordu. Beş yaşında omuzuna astığı Kur'an'ı ezberleyerek mana deryasına dalıyor ve tasavvuf? coşkunluklarla teselli bulmaya çalışıyordu. Onyıl sonra Türkiye'ye ölmek üzere geldiğini söylüyordu, burada fikrî takipçileri ideallerini daima taze tutsun istemişti kimbilir?
Edirnekapı şehitliğindeki mütevazi mezarlığından müstarib Akîf'in sesi hala:
Onuru gönder ilahi asırlar oldu yeter Bunaldı milletin afakı bir sabah ister
Hidayet rehberimiz yüce kitabımız, iman düşmanımız şeytan'ı ve temsil ettiği zararlı faaliyetleri tek tek tanıttığı gibi ayrıca şeytanla ilgili bazı terim, tesbit ve tabirlere de yer vermiş, bir takım faaliyetler içinde bulunanları şeytana izafetle tanıtmıştır. Bu tanımları şöylece sıralayabiliriz.
Evliyau'ş-şeytan (Şeytanın Dostları)
"İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkar edenler ise, şeytan yolunda harbederler. Şeytanın dostları ile savaşın, esasen şeytanın hilesi zayıftır." (en-Nisa (4), 76)
Amelu'ş-Şeytan (Şeytan İşi)
"Ey inananlar, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan ka-çının ki saadete eresiniz" (el-Maide (5), 90)
"... Bu şeytanın işidir; çünkü o apaçık, saptıran bir düşmandır." (el-Kasas (28) 15.)
Riczu'ş-şeytân (Şeytanın vesvesesi)
"... Sizi arıtmak, sizden şeytan vesvesesini (içinize attığı kötü düşünceleri) gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve sebatınızı artırmak için gökten size su indirmişti." (el-Enfal (8), 11)
Hutuvatu'ş-şeytan (Şeytanın adımları, taktikleri)
"Ey inananlar, Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın (Şeytanın adımlarım izlemeyin); çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır" (el-Bakara (2), 168)
"Ey inananlar, hepiniz birlikte İslama (barışa) girin, şeytanın adımlarını izlemeyin, çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır." (el-Bakara (2), 208)
"Hayvanları da yük taşımak ve kesim için yaratan Allah'tır. Allah'ın size verdiği rızıkdan yiyin, şeytanın adımlarını izlemeyin. Zira o, sizin için apaçık bir düşmanıdır.'" (el-En'am (6), 142)
"Ey inananlar, şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın arkasına takılırsa, bilsin ki o, hayasızlığı ve kötülüğü emreder. Allahın size lutuf ve merhameti olmasaydı, hiçbiriniz ebediyyen temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah işitendir, bilendir." (en-Nur (24), 21)
"Ve de ki; "Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden (kışkırtmalarından) sana sığınırım." (el-Mü'minûn (23), 97)
İhvanu'ş-şeyatîn (Şeytanların kardeşleri)
"(Gereksiz yere mallarını) saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise, Rabbine karşı pek nankördür." (el-Isra (17), 27)
Cünûdu İblîs (İblisin askerleri)
"Onlar, azgınlar ve İblis'in bütün askerleri (adamları), hepsi, tepetaklak cehenneme atılırlar." (eş-Şuara (26), 94-95)
Ruûsu'ş-şeyatîn (Şeytanların başları)
"Biz zakkum ağacını, zalimler için bir fitne (bir dert) yaptık. O, cehennemin dibinde biten bir ağaçtır. Tomurcukları şeytanların başları gibidir, " (es-saffat (37), 63, 65)
Hizbu'ş-şeytan (Şeytan partisi bloku taraftarları)
"Şeytan onların başlarına dikilip (ruhlarına hakim olup) onlara Allah'ı anmayı unutturmuş tur. İşte onlar şeytanın partisi (taraftarları)dır. İyi bilin ki şeytanın partisi elbette hüsrandadır, kaybedecektir". Allah ve Rasûlüne düşman olanlar, evet işte onlar en alçak kimselerle beraberdirler." (el-Mücadele (58), 19-20)
Şeytan çevresinde inananlara karşı oluşturulmuş bulunan blokun değişik açılardan tanıtımını yapan bu ilahi beyanlar ve tespitler, Müslümanların fevkalade bir düşman cephesiyle karşı karşıya daha doğrusu içiçe yaşadığını göstermektedir. Sürekli bir Teyakkuz hali bunun için gereklidir.
ŞEYTANI, taraftarlarını ve şeytana karşı verilecek mücadelenin boyutlarını kestirebilmek için, önce bu ezelî düşmanı yüce Rabbımızın bize nasıl tanıtmış olduğunu, onu hangi işleri ve taktikleriyle dikkatlerimize sunduğunu bilmeliyiz. Bunun için -her konuda olduğu gibi- ilk müracaat kaynağımız yüce kitabımız Kur'an-ı Kerimdir. Gelin ayet mealleriyle Şeytanı ve taktiklerini tanımaya çalışalım.
Şeytan kafir ve asidir.
"Hani biz, meleklere Ademe secde edin demiştik. Onlar da hemen secde ettiler. Yalnız İblis diretti kibrine yediremedi ve kafirlerden oldu." (el-Bakara, 34; Sad, 74)
"Zaten Şeytan Rabbine karşı pek nankördür." (el-İsra 27; el-Bakara 102)
Şeytan düşmandır.
"Şeytan, insana apaçık düşmandır." (Yusuf 5) "Şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun!" (Fatır 6)
Ana amacı müslümanları saptırmaktır.
İblis, "Öyleyse, beni azdırmana karşılık, andolsun ki ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra, önlerinden arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın..." dedi. (el-A'raf, 16-17)
Vesvese verir, insanı fitler
"Onlara (Adem ve Havva) vesvese verdi...'' (el-A'raf 20)
"Ey Adem oğulları, Şeytan, ana-babanızı, çirkin yerlerini göstermek için elbiselerini soya-rak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir belaya düşürmesin. Çünkü o ve çevresi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanların dostları yaptık." (el-A'raf 27)
Umutlandırır, kuruntular kurdurur.
"Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara sokacağım..." (en-Nisa 119) "(Şeytan) onlara söz verir, ümit verir, fakat şeytanın onlara va'di, altadmadan başka bir şey değildir. (en-Nisa, 120).
Hilkati (yaratılışı) tebdile davet eder.
"... Ve onlara emredeceğim, hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim Allah'ın yaratışını değiştirecekler" dedi... (el-A'raf 119)
Yapılanları güzel gösterir.
"Rabbım, beni saptırdığın için and olsun ki, fenalıkları onlara güzel göstereceğim..." (el-Hicr, 39)
"Şeytan (Ad ve Semud kavmine) işlediklerini güzel gösterdi, onları doğru yoldan alıkoydu. Oysa kendileri bunu anlayacak durumda idiler." (el-Ankebut, 38)
Fakirlikle korkutur ve fuhşu emreder.
"Şeytan sizi fakirlikle korkutur, ve size çirkin şeyleri yapmayı emreder. Allah ise, size mağfiret ve lütuf va'dediyor." (el-Bakara 268)
Müslümanlar arasında düşmanlık ve kin duygularını körükler
"Şeytan, şarap ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister..." (el-Maide, 91)
Müslümanlarla mücadele etmeyi emreder.
"Şeytanlar, dostlarına sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyar-sanız, şüphesiz siz de ortak koşanlar gibi olursunuz." (el-En'am 121)
DEĞİŞİK gerekçe ve görüntülerle, yukarıda ayet mealleriyle ortaya konmuş bulunan şeytan işlerini Müslümanlar arasında yürütmek ve yaygınlaştırmak isteyenler, Şeytanın emellerine hizmet eden uşakları değil de nedirler? Şeytan hizbi, şeytanın emellerinin gerçekleşmesini isteyen ve buna yardımcı olanlardan oluşmaktadır. Onlardan olmaktan Allah'a sığınırız....
Fudayl Bin Iyad -kuddise sirruh-
FUDAYL BİN IYAD bin Mes'ûd bin Bişr. Künyesi Ebû Ali, nisbesi et-Temîmî, sonraları el-Yerbûî. Horasan'da Merv yakınlarında Fundin denilen bir köyde doğdu. Babası takva ehli olarak tanınan maruf bir zattı. Fakat hikmet-i Huda Fudayl'ın delikanlılık yılları gençlik sarhoşluğu ile geçti. Bir süre Ebîverd ile Serahs arasında yol kesicilik bile yaptığı söylenir. Tevbesine sebep şu hadisedir:
BİR cariyeye aşık olmuştu. Cariyenin bulunduğu evin duvarına çıkar, sabaha kadar sevgilisini seyrederdi. Yine bir gün duvarın üzerinde iken, önünden, arkasından, sağından, solundan havayı titreten ve sanki vücudunun derinliklerinden çıkan bir ses işitti. O sesin sahibi şöyle diyordu: "Müminlerin kalplerinin Allah'ın zikri karşısında huşu duymaları zamanı gelmedi mi?" (el-Hadid (57),16). Fudayl bu sesin tesiriyle uzun süre sarsılarak duvarın üzerinde hareketsiz kaldı. Derin bir istiğrak halinden kendine geldiğinde gözlerinden yaşlar boşanarak: "O zaman gelip çattı ya Rabbi" diyordu. Rabbi ile Fudayl arasındaki sulh işte böylece tamamlanmış oldu.
TEVBESİNDEN sonra eşkıyalığı bırakarak Kûfe'nin yolunu tuttu ve oradaki üstadlardan ilim öğrendi. Kuvvetli hafızası sayesinde kısa zamanda çok sayıda hadis ezberleyerek ilm-i hadiste ihtisas kazandı. Kûfe'de Ebû Hanife'nin ders halkasına katıldı. İbn Mace'nin dışında pek çok muhaddis kendisinden rivayetlerde bulunmuştur. İbn Mübarek ve İmam Şafiî onun talebeleri arasında yer alır.
İLM-İ MARİFETE yöneldi. Kendisini Harem-i Şerif'e girmeye layık görünce Mekke'nin yolunu tuttu. 187/802 yılında vefat edinceye kadar orada yaşadı.
Fudayl, şerîat-ı garra-i Ahmediyye'ye ve sünnet-i seniyye-i Muhammediyye'ye son derece bağlı idi. Nitekim İbrahim bin Eş'as O'nun: "İnsanlar farzlardan daha faziletli bir şeyle Allah'a yaklaşmamışlardır. Farzlar sermaye, nafileler kardır" dediğini rivayet eder.
FUDAYL, hayatının birinci devresinde dünya zevklerine ve geçici lezzetlere fazlaca aldanmıştı. Vaktaki batıl zail olup hakikatin perdesi açılınca Fudayl dünyayı tamamıyla şerr olarak görmeye başladı. Nitekim dünyanın kendisine kurduğu tuzak karşısında: "Dünya bütün her şeyiyle bana arz olunsa hiç düşünmeden rahat ve kolay bir şekilde dünyanın murdarlığına hükmederim" derdi. Dünyaya rağbet ve zühd hakkında da şunları söylerdi: "Kötülüklerin hepsi bir evde toplanmış ve dünyaya rağbet o evin anahtarı olmuş. İyiliklerin hepsi de bir başka evde toplanmış, zühd de ona anahtar olmuş."