Irak, Suriye, Libya gibi Arap ülkelerindeki bugünkü rejimleri doğuran askeri darbeler, Baasçı akımdan, Arap milliyetçiliğinden kök alırlar ve başlangıçta Arap birliğini sağlamak gibi ortak bir hedefe bağlanırlar. Bunun önünü açan asıl gelişme ise, 1950’li yılların başında Mısır’da krallığı deviren askeri darbe ve Nasır’ın önderlik ettiği Arap milliyetçiliği akımıdır. Arap birliği fikri de Nasır’ındır ve Nasır kendi döneminde tüm öteki Arap ülkelerinde benzer gelişmeleri özendirmiş, aktif biçimde desteklemiştir. Yine Nasır’ın Mısır’ı, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa faktörünü en etkin bir biçimde kullanan, Mısır’daki modernleşme ve sanayileşme hareketlerini bu sayede yürüten ülke örneği olmuştur.
Tüm bunları, bugün Ortadoğu’da emperyalizmle ilişkilerde belli problemler yaşayan, emperyalizmin kaba dayatmalarına karşı belli sınırlar içinde direnen rejimlerin kökenine işaret etmek için hatırlattım. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ayaktayken, Batı emperyalizmine karşı belli bir denge yakalamış olan bu ülkeler, 1989 çöküşüyle birlikte güç durumda kaldılar. Ortadoğu gibi bir bölgede kendi emperyalist barışını egemen kılmak ve İsrail’i rahatlatmak isteyen ABD, her fırsatta bu rejimlerin gücünü kırmaya, onları kaba müdahalelerle terbiye etmeye çalışıyor. Irak için bu fırsatı Körfez bunalımı ile yakaladı. Suriye uluslararası koşullardaki değişimi hesaba katan tutumu ve bu arada Batılı emperyalistlerin iç çelişkilerinden yararlanma yoluna giden politikasıyla sisteme uyum sağlamaya çalışıyor. Ancak, sözkonusu olan Ortadoğu ve Arap ülkeleri olunca, Filistin sorunu ve İsrail faktörü sistemle tam uyumu zora sokmaktadır.(229)ABD emperyalizminin İsrail siyonizmine tam desteği, Irak, Suriye gibi ülkeler bir yana geleneksel işbirlikçi Arap rejimlerini bile sıkıntıya sokuyor ve zaman zaman belli tepkilere itiyor. Zira bu sorunlara ilişkin olarak Arap halklarının çok büyük bir hassasiyeti var. Bu hassasiyeti en işbirlikçi rejimler bile hesaba katıyor. Nitekim ‘70’li yılların başında aniden Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerine son veren ve ABD’ye kapılanan Mısır, Kamp David adımıyla bugünkü “ABD barışı”nın yolunu bizzat açan bu aynı Mısır, bugün ABD-İsrail- Türkiye mihverine hoşnutsuzlukla yaklaşabiliyor. Bu ittifak Türkiye-Mısır ilişkilerinde ciddi sıkıntılar yaratabiliyor. Önemli bir not olarak eklemek gerekir ki, bu tür ülkeler hiç de Ortadoğu ile sınırlı değildir. Asya’da, Afrika’da, hatta Latin Amerika’da (Meksika, Aıjantin, bir süre için Peru) böyle rejimler görüldü. Ama bugün hala varlığını bir biçimde koruyanlar bazı Ortadoğu ülkeleri olduğu için, daha çok bunlar üzerinde duruldu.
Özetle, emperyalizmin kaba müdahalelerine karşı belli bir direnç gösteren ülkelerin bu ilk kategorisi, “iki kutuplu dünya” döneminin bugüne mirası. Bu ülkeler bugün bir geçiş süreci içerisindeler ve yeni duruma, aynı anlama gelmek üzere emperyalist sistemin gerçeklerine uyum sağlamaya çalışıyorlar. Zamanında Sovyet Bloku sayesinde ara bir konumda duran bu ülkeler, ‘89 yıkılışıyla birlikte bir yalnızlığın içine düştüler ve güç durumda kaldılar. Bu durumu değerlendiren emperyalistler geçmiş süreçten kalan çeşitli sorunları ve anlaşmazlıkları da bahane ederek bu ülkelere yönelik çeşitli kaba müdahalelere girişince, bu uzlaşma ve yeni duruma uyum sağlama sürecine paralel bir karşı direnci de doğal olarak getiriyor.
Bu ülkelerdeki despotik burjuva rejimlerin sistemle uyuma ve emperyalist merkezlerle uyumlu ilişkilere ne denli yatkın bir yapıda olduklarına en iyi örnek, bu tür rejimlerin ilk örneğini veren Mısır’dır. Bugün Batı emperyalizmi tarafından bunaltılan Irak’ın neredeyse bütün ‘80’li yılları kaplayan İran’la savaşı,(230)tam da Batılı emperyalistlerin kışkırtması ve tam desteği ile sürdürdüğünü hatırlamak gerekir. Ama gerek İsrail’e karşı konumu ve gerekse Kuveyt üzerinden emperyalist statükoya karşı girişimi, onun bizzat bu aynı emperyalistler tarafından ezilmesini getirdi.
Sonuç olarak, emperyalizmin bu tür ülkelere her türlü kaba müdahalesi gayrı meşrudur. Ve biz buna kararlılıkla karşı dururuz. Bu ülkelerin şu veya bu nedene dayalı olarak emperyalizme karşı gösterdikleri tutumdan dolaylı bir imkan olarak yararlanmaya çalışırız. Ama bu ülkelerin konumu ve tutumu üzerine inşa edilen sözde anti-emperyalist stratejileri de aynı kararlılıkla mahkum ederiz.
İkinci kategoriye giren ülkeler ise, bizzat geleneksel olarak işbirlikçi rejimlere sahip ülkeler oluyor. Bu tür ülkelerden de zaman zaman emperyalizmin kaba müdahalelerine karşı belli tepkiler bizzat yönetimden yükselebiliyor. Bunun mantığı nedir? Her şeyden önce şunu görmek gerekir. Bağımlılık ilişkisi, emperyalist devlet ile bağımlı devlet arasında basit bir emireri ilişkisi değildir, pürüzsüz bir uyum ve sınırsız bir kölelik anlamına gelmez. Şu ve ya bu ülkenin burjuvazisi ve devleti, çıkarlarının gerektirdiği her yerde emperyalist devletlerle ilişkilerinde bir uyum gösterir. Ama çıkarlarının çeliştiği belli durumlarda da emperyalizmin keyfi ya da sınırsız müdahalelerine karşı belli itirazlar ve tepkiler de koyabilir ortaya. Bunu daha önce Türk devletinin Kürt politikası üzerinden örneklemiştim. Emperyalizm için Kürt sorununda pekala farklı bir çözüm perspektifi düşünülebilinir. Zira emperyalizm genel dünya sahnesi üzerinden politika yapıyor. Kürtler Türk devletinin, etki alanından çıkar, siyasal bakımdan bağımsız bir devlet olur, ama gene de sistemin ve dolayısıyla emperyalizmin etki alanı içinde kalır. Örneğin ABD emperyalizmi Güney Kürdistan’da olayları bir süredir böyle de yönlendirmeye çalışıyor. Ama Türk burjuvazisi için sorun hiç de böyle değildir. Kürdistan Türk(231) burjuvazisi için özel, deyim uygunsa kazanılmış, uluslararası hukuk çerçevesinde meşrulaştırılmış bir egemenlik alanıdır. Kendi etkinlik alanı dışına çıktığı zaman, Kürdistan üzerindeki tüm bu tartışmasız haklarını, buradan gelen dolaysız avantajlarını kaybeder. Bu noktada Türk burjuvazisinin politik tercihleri ile Amerikan emperyalizmin politik tercihlerinin çeliştiği durumlar olabiliyor. Böyle bir durumda Türk devleti kendi politikasında ısrar etmek tutumu gösterebiliyor. Kıbrıs sorunu ve Türk devletinin son 20 yıllık Kıbrıs politikası aynı konuda bir başka örnektir. Türk burjuvazisi, onun devleti, emperyalist merkezlerle kendi arasında bu konuda ortaya çıkan politika ve tutum farklılıklarını “ulusal çıkarlar” ve “bağımsız devlet” gibi kitlelere hayli çekici gelen kisvelere büründürebiliyor. Oysa sözkonusu olan gerici mahiyette çelişkilerden başka bir şey değildir.