Sağımda, yüksek bir kapının üzerinde "Makam-ı Nezaret" diye bir tabela gözüme ilişti. Herhalde Nazır'ın odası orada olacaktı. Kapının önünde, parlak marokenden kıvrım kıvrım somya telleri fışkırmış bir köhne koltukla kolları yaldızlı kerli ferli bir hademe oturuyordu. Öyle bir edası vardı ki, insan "Acaba Nazır Paşa, yahut Bey bu mu?" diye şüpheye düşse yeriydi.
Korka korka yanına yaklaştım:
- Nazır Bey yahut Paşa'yı görmek istiyorum, dedim. Hademe parmaklarını tükürükleyip kumral palabıyıklarının ucunu kıvırarak, şahane bir bakışla beni süzdü, ağır ağır:
- Ne yapacaksınız Nazır Bey'i? dedi.
- Hocalık isteyeceğim, dedim.
O, bıyıklarının ucunun ne şekil aldığını görebilmek için dudaklarını büzüp cevap verdi:
- Böyle şey için Nazır Bey rahatsız edilmez. Git, dairesine söyle. Usulü dairesinde muamele yap!
Usulü dairesinde muamelenin ne olduğunu öğrenmek istedim. Fakat o, artık cevap vermeye lüzum görmedi; aynı mağrur ve şahane eda ile başını öbür tarafa çevirdi.
Peçenin altında, korku ile dilimi çıkardım. Bu, böyle olursa, efendisi, kim bilir ne olacak? Vay başımıza gelen, diye düşündüm.
Çalıkuşu - F 9
130
Reşat Nuri Güntekin
Merdiven parmaklığının kenarına sekiz on su kovası dizmişler, üzerine -Köşkte tahterevalli oynamak için kullandığımız tahtalara benzer- bir uzun tahta alarak garip bir peyke meydana getirmişlerdi. Peykenin üzerinde kadınlı erkekli bir yığın insan oturuyordu.
Siyah yün çarşafını çenesinin altından iğnelemiş, çini mavi gözlü bir ihtiyar kadını gözüme kestirdim, yanma yaklaşarak halimi anlattım. Acı bir bakışla:
- Meslekte müptedi olduğunuz görülüyor. Nezarette tanıdığınız kimse yok mu? dedi.
- Hayır. Belki bir tanıdık vardır ama, bilemiyorum, dedim. Fakat buna ne lüzum var?
Söylediği kelimelere göre âlim bir hocahanım olduğu anlaşılan mavi gözlü kadın gülümsedi:
- Bunu daha sonra anlarsınız kızım, dedi. Gelin sizi Ted-risat-ı İptidaiye Dairesi'ne götüreyim, bir kere Müdür-i Umumi Beyefendi'yi görmeye çalışın.
Müdür, siyah sakallı, yer yer çiçek bozuğundan yenmiş kocaman kafalı, kalın kaşlı gayet esmer bir adamdı. Odasına girdiğim zaman, yazıhanesinin önünde ayakta duran iki genç kadınla konuşuyordu.
Bir tanesi fark edilecek kadar titreyen elleriyle çantasının içinden buruşuk kâğıtlar çıkarıyor, birer birer yazıhanenin üstüne koyuyordu.
Müdür, kâğıtlara şöyle bir göz gezdirdi, imzalarına, damgalarına baktı, sonra:
- Gidin, ismizini şubeye kaydettirin, dedi. Hanımlar, geri geri giderek bir temenna ettiler.
- Siz ne istiyorsunuz hanım?
Bu sual, bana sorulmuştu. Biraz şaşırarak, kekeleyerek halimi anlatmaya başladım. Fakat o, birdenbire sözümü kesti. Sert bir sesle:
- Muallimlik değil mi? istidanız var mı? dedi.
ÇALIKUŞU 131
Daha ziyade şaşırdım:
- Yani diplomam mı demek istiyorsunuz, dedim. Müdür, sinirli bir istihfafla dudaklarını büktü; köşede oturan cılız bir misafire başını salladı:
- Görüyorsunuz ya hali. insan, nasıl çıldırmaz? istida ile şahadetname arasındaki farktan haberleri yoktur. Sonra muallimlik isterler; daha sonra da maaş az, yer uzak diye kafa tutarlar.
Odanın tavanı fırıl fırıl başımda dönüyordu. Ne diyeceğimi kestiremeyerek şaşkın-şaşkın etrafıma bakıyordum.
Müdür, daha sert bir sesle:
- Ne bekliyorsunuz? dedi. Haydi bilmiyorsanız bir biline sorun, istida yapın!
Ben, şaşkınlıkla bir yere çarpmadan odadan çıkmaya çalışırken köşede oturan küçük efendi araya girdi:
- Beyefendi hazretleri, müsaade buyrulur mu? Hanım kıza halisane bir nasihat vereyim.
Aman Yarabbi, neler söyleniyordu! Benim gibi kadınlar, hocalıktan ziyade, sanata heves etmeliymişler. Beyefendinin buyurdukları gibi, istida ile şahadetname arasındaki farkı henüz anlamamış olduğuma göre hocalıkta muvaffak olacağım esasen şüpheliymiş. Fakat çalışırsam, mesela iyi bir terzi olur, hayatımı kazanırmışım.
*
Merdivenden inerken gözlerim etrafı kapkara görüyordu. Kolumu biri tuttu. O kadar dalgındım ki, az kaldı bağıracaktım.
- işin nasıl oldu kızım?
Bu suali, yine o çini mavi gözlü hanım soruyordu. Öfke ve ümitsizlikten ağlamamak için dişlerimi sıkarak halimi anlattım. Tatlı bir gülümseme ile:
- Tanıdığın olup olmadığını bunun için sormuştum, kızım, dedi. Mamafih, meyus olma. Yine bir çaresi bulunur belki.
132
Reşat Nuri Güntekin
Gel seni tanıdıklardan bir şube müdürüne götüreyim. Eksik olmasın, iyi adamcağızdır.
Tekrar merdivenleri çıktık, ihtiyar hocanım, bu sefer beni, büyük bir kalem odasından buzlu bir camekânla ayrılmış, minimini bir hücreye soktu. Bugün, hakikaten şansım yoktu. Çünkü, orada da pek ümit vermeyen bir manzara ile karşılaştım. Sakalının bir tarafı siyah, bir tarafı adeta ağarmış bir efendi, hiddetten ateş püskürüyor, karşısında benim biraz evvelki halime benzer bir vaziyette tir tir titreyen bir hademeyi dövecek hareketler yapıyordu.
Önünde duran bir fincan kahveyi, bulaşık suyu döker gibi, pencereden sokağa serpti, sonra hademeyi ite kaka kapıdan dışarı çıkardı.
Yeni arkadaşımın yavaşça eteğinden çektim:
- Aman, buradan kaçalım, dedim.
Fakat buna vakit kalmadı. Müdür, bizi görmüştü;
- Hayrola Naime Hocanım? dedi.
Öfkeli bir insanın bu kadar çabuk yatıştığını ömrümde ilk defa görüyordum. Ne çeşit huyları var bu memurların, Yarabbi?
Mavi gözlü hocanım, birkaç kelime ile halimi anlattı. Müdür, tatlı bir gülümseme ile bana:
- Pekâlâ kızım, pekâlâ. Geç şöyle otur bakalım, dedi.
Bu kuzu gibi adamın, biraz evvel sokağa kahve döken, ihtiyar bir hademeyi dut ağacı silker gibi tartaklaya tartaklaya dışarı atan insan olduğuna bin şahit isterdi.
- Aç yüzünü bakayım kızım. OooL Sen daha hemen hemen çocuksun. Yaşın kaç?
- Yirmiyi bitirmek üzereyim efendim.
- Acayip. Mamafih, her neyse. Ancak sen, dışarı gidemezsin. Senin için hayli tehlike var.
- Niçin efendim?
- Niçini var mı, kızım? Sebep meydanda.
Müdür Efendi gülüyor, eliyle yüzümü göstererek Naime
ÇALIKUŞU 133
hocanıma işaretler yapıyor, fakat meydanda olan bu sebebi bir türlü söylemiyordu.
Nihayet, mavi gözlü hanıma göz kırparak;
- Ben daha çok söyleyemem. Sen kadınca daha iyi anlatırsın Naime Hanım, dedi.
Sonra, sakalını iki yana sallayarak kendi kendine konuşur gibi ilave etti:
- Ah, sen bilsen dışarılarda ne yaman oğlu yamanlar vardır!
Ben, saf bir hayretle:
- Efendim, o çok yaman dediğiniz adamlar kimlerdir, bilmiyorum. Fakat siz de bana onların olmadığı yerde ders bulursunuz, dedim.
Müdür, bu sefer elini dizkapaklarına vurarak daha fazla güldü:
- Eh!.. Bu hakikaten hoş!
Ben, bir insanı ilk görüşte ya severim ya sevmem. Sonradan bu ilk hissimin değiştiğini hiç hatırlamıyorum.
Her nedense, bu adamcağıza birdenbire kanım kaynayı-vermişti. Hele bir yanı beyaz, bir yanı kara olan sakalı, öyle hoştu ki, yüzünü sağa çevirdiği zaman hemen hemen genç bir adamı görüyordunuz; sola çeviıdiği zaman ise o adam, birdenbire gidiyor, yerine beyaz sakallı o ihtiyar yüzü gülümsemeye başlıyordu.
- Darülmuallimat'tan bu sene mi çıktınız, hanım kızım?
- Hayır efendim, ben Darülmuallimat'tan çıkmadım. Dam do Sion mektebinden diplomalıyım.
- Nasıl mektep bu?
Müdüre uzun uzun izahat verdim, sonra diplomamı uzattım. Galiba Fransızca bilmiyordu. Fakat, belli etmemek için kâğıdın ötesine, berisine bakıyor, elinde evirip çeviriyordu.
- Güzel, âlâ...
Naime Hocanım teklifsiz bir tavırla:
134
Reşat Nuri Güntekin
- Kuzum beyefendi, siz iyilik etmeyi seversiniz, şu çocuğu boş göndermeyin, dedi.
Müdür, kaşlarını çatarak, sakalını çekiştirerek düşünüyordu:
- Pek güzel, pekâlâ ama, bizimkiler galiba bu mektebin diplomasını tanımıyorlar.
Aklına bir şey gelmiş gibi elini masaya vurarak:
- Kızım, sen istanbul rüştiyelerinden birinde Fransızca muallimliği istersin. Bak, sana yolunu öğreteyim. Doğru İstanbul Maarif Müdülüğü'ne gidersin...
Ben, müdürün sözünü kestim:
- istanbul'da kalmama imkân yok efendim, dedim, mutlaka vilayetlerden birine gitmek mecburiyetindeyim. O, şaşırmıştı:
- Amma yaptın ha! dedi. Gönlünün rızasıyla Anadolu'ya gitmek isteyen muallimeye ilk defa tesadüf ediyorum. Ayol, biz muallimlerimizi istanbul'dan çıkarıncaya kadar akla karayı seçeriz. Sen ne dersin Naime Hocanım?
Müdür, hemen şüphelenmişti. Kurnazca bir istintak ediyor, ailem hakkında sualler soruyordu. Adamcağızı kandırın-caya kadar başıma hal geldi.
Müdür, oturduğu yerden, "Şahap Efendi" diye seslendi. Camekânlı kalem odası arasındaki kapıdan, ufak tefek, cılız bir genç göründü:
- Bak, Şahap Efendi, hanım kızı odaya al, Anadolu'da muallimlik istiyor, bir istida müsveddesi yaz, bana getir.
Artık, işime olmuş gözüyle bakıyor, müdürün boynuna atılmak, sakalının beyaz tarafından öpmek istiyordum. Şahap Efendi, beni kalem odasında karışık bir masanın önünde oturttu, müdürün istediği müsveddeyi yazmak için bana sualler sormaya, söylediklerimi bir kâğıt parçasına not etmeye başladı. Bu fakir kıyafetli, hasta çehreli memurda korkak, mahcup bir
ÇALIKUŞU 135
hal vardı. Sual sormak için bana baktıkça, adeta kirpikleri titriyordu.
Pencerinin yanında duran orta yaşlı iki kâtip, ağız ağıza bir şeyler konuşuyorlar, ara sıra yan gözle bize bakıyorlardı. Bir tanesi;
- Şahap, evladım, sen bugün fazla yoruldun. Şu istidayı biraz da biz yazalım, dedi.
Kuruyası dilim durmaz ki. Hele biraz sevindiğim vakit. Hiç münasebeti olmadığı halde:
- Bu dairede, arkadaşlar birbirlerini ne iyi koruyorlar, dedim.
Şahap Efendi, kıpkırmızı kesilerek başını eğdi. Acaba bir pot mu kırmıştım? Herhalde öyle olacak. Çünkü ötekiler de gülüşüyorlardı. Ne dediklerini pek duyamadım. Yalnız birinin, "Muallime Hanım hayli pişkin ve mukaşşer" sözü kulağıma çalındı. Bu sözlerin manası neydi? Bu efendiler ne demek istemişlerdi?
istida müsveddesi birkaç kere müdürün yanına gitti, geldi. Kırmızı mürekkeple allanıp pullandıktan sonra temize çekildi.
Müdür:
- Haydi bakalım, kızım, Allah tesirini halk etsin. Ben, elimden geldiği kadar yardım ederim, dedi.
Yanında başka kimseler olduğu için daha fazla bir şey söylemeye cesaret edemedim. Fakat bu kâğıdı kime götüreceğimi, ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Belki Naime Hocanım'ı tekrar görürüm ümidiyle etrafıma bakınırken gözüme Şahap Efendi ilişti.
Küçük kâtip, merdiven başında, birini bekliyordu. Benimle göz göze gelince mahcubane başını indirdi. Bir şey söylemek istediği, fakat cesaret edemediği anlaşılıyordu. Yanından geçerken durdum:
- Size bugün çok zahmet verdim, dedim. Lütfen bunu nereye götüreceğimi de söyler misiniz efendim?
136
Reşat Nuri Güntekin
- Muamele takip etmek güç bir şeydir, hemşire hanım, dedi. îzin verirseniz istidanızla bendeniz meşgul olayım. Siz rahatsız olmayın. Yalnız, arada sırada kaleme uğrayıverirsiniz.
- Ne vakit geleyim? dedim.
- iki, üç gün sonra.
işin iki, üç gün uzaması canımı sıkmıştı. Fakat, gelgit, tam bir ay sürüklendi. Zavallı Şahap Efendi'nin gayreti olmasaydı, belki daha da uzayacaktı.
Şöyle böyle derler ama, erkeklerin içinde de ne insaniyetliler var. Bu çocuktan gördüğüm iyiliği hiç unutmayacağım. Beni kapıdan görünce koşuyor, merdiven başlarında bekliyordu.
O, elinde kâğıtlarımla odadan odaya dolaşırken utancımdan yerlere giriyor, nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyordum.
Bir gün, küçük kâtip, boğazına bir bez bağlamıştı. Boğula boğula öksürüyor, konuşurken sesi kısılıyordu.
- Hasta mısınız? Niçin bu halde daireye geliyorsunuz? dedim.
- Bugün cevap almaya geleceğinizi biliyordum, dedi. istemeden güldüm. Bu, bir sebep olabilir miydi?
-Tabii başka işler de var. Malum ya, mektepler yeni açıldı.
- Bana verilecek iyi bir cevabınız var mı?
- Bilmem. Evrakınız Müdür-i Umumi'de. Teşrif ettiğiniz vakit kendisiyle görüşmenizi söyledi.
Müdür-i Umumi, çatık çehresine bir kat daha dehşet veren bir siyah gözlük takmış, önünde duran bir yığın kâğıdı birer birer imzalayıp yere fırlatıyor, ak bıyıklı bir kâtip namaz kılar gibi eğilip doğrularak onları topluyordu.
- Efendim, beni emretmişsiniz, dedim. Yüzüme bakmadan, sert bir sesle:
- Sabret hanım. Görmüyor musun? dedi.
Ak bıyıklı kâtip, kaşları ve gözleriyle işaret ederek beklememi anlattı. Ayıp bir şey yaptığımı anlayarak birkaç adım geriye çekildim, paravanın yanında beklemeye başladım.
ÇALIKUŞU 137
Müdür, kâğıtları bitirdikten sonra gözlüğünü çıkardı, mendiliyle camlarını silerek:
- istidanız reddedildi. Zevcenizin hizmeti otuz seneyi bulmuyormuş, dedi.
- Benim mi efendim, dedim, bir yanlışlık olmasın?
- Sen Hayriye Hanım değil misin?
- Hayır, ben Feride'yim efendim.
- Hangi Feride? Ha, aklıma geldi. Maalesef sizinki de öyle. Mektebiniz, Nezaret-i Celile'ce musaddak değilmiş. Bu diploma ile memuriyet verilmez.
- Peki, ben ne olacağım?
Bu manasız söz, istemeden dudaklarımdan dökülüver-mişti. Müdür, tekrar gözlüğünü taktı, benimle alay eder gibi bir tavırla:
- Artık orasını da, müsaadenizle, kendiniz düşünün, dedi. Bu kadar meşguliyet arasında, bir de sizin ne olacağınızı düşünmeye kalkarsak vay halimize.
Ömrümde acısını unutmayacağım dakikalardan biri de bu olacaktır. Evet, ben, ne olacaktım?
iyi kötü, senelerce çalıştım. Bu yaşımda en uzak gurbetleri göze alıyordum. Böyle olduğu halde, yine beni kovuyorlardı. Ben, ne olacaktım? Yeniden teyzemin evine dönmek, ölümden daha fena bir şeydi.
Son bir ümitle öteki müdüre başvurdum. Ağlamamak için dişlerimi sıkarak:
- Beyefendi, benim diplomam işe yaramazmış, ne yapayım ben şimdi? dedim.
Bu sözleri söylerken, fazla mı şaşkınlık gösterdim nedir adamcağız adeta müteessir oldu:
"Ne yapayım kızım? Ben de söyledim ama varak-ı mihri-i vefayı okuyup dinleyen var mı?" dedi.
Bu şefkat, beni adeta şımartmıştı:
- Beyefendi, ben mutlaka bir iş bulmaya mecburum.
138
Reşat Nuri Güntekin
Kimsenin beğenmediği, en uzak bir köy de olsa, ben güler yüzle kabul edeceğim.
Müdür, birdenbire bir şey düşünmüş gibi:
- Dur, kızım, bir tecrübe daha...
Köşede, pencerenin yanında, uzun boylu, irice yapılı bir bey gazete okuyordu. Yüzü sokak tarafına dönük olduğu için yalnız, ağarmaya başlamış saçlarıyla sakalının bir kısmını görebiliyordum.
Müdür, bağıra bağıra:
- Beyefendi, müsaade buyururlar rnı biraz? dedi. O, bir şey söylemeden döndü, ağır ağır yanımıza geldi. Müdür, eliyle beni gösterdi:
- Beyefendi, siz sevabı seversiniz. Bu çocuk, bir Fransız mektebinden çıkmış. Halinden, sözlerinden kibar bir ailenin çocuğu olduğu anlaşılıyor. Fakat malum ya, düşmez kalkmaz bir Allah. Çalışmak mecburiyetinde kalmış. "En uzak bir köşeye bile giderim" diyor. Fakat bizimkini bilirsin ya. Gülü tarife ne hacet! "Olmaz" diye kesip attı. Siz Nazır Beyefendi'ye bir iki "kelime-i teyyibe" lütfederseniz bu iş olur. Kuzum Beyefendi!
Müdür, bu sözleri söylerken, onun, vakitsiz bir mihnetle çökmeye başlamış omuzlarını okşuyordu. Giyinişinden, halinden, tanıdığım inanların hepsinden başka türlü bir insan olduğunu anlamıştım. Müdürü dinlerken hafifçe eğiliyor, iyi işitmek için elini kulağının arkasına koyuyordu.
Biraz kanlı, fakat halim, munis gözlerini bana çevirdi, kı-, sık bir sesle Fransızca konuşmaya başladı. Nereden çıktığıma, nasıl çalıştığıma, ne yapmak istediğime dair sualler soruyordu. Verdiğim cevaplardan memnun kaldığı belliydi.
Biz konuşurken, şube müdürü keyifli keyifli gülüyor:
- Bülbül gibi söylüyor Fransızcayı maşallah. Bir Türk kızı için şayan-ı takdir doğrusu, diyordu.
Gülmisal Kalfa, daima: "Ayın on beşi karanlıksa, on beşi aydınlıktır" derdi. Sonradan, büyük bir şair olduğunu öğrendi-
ÇALIKUŞU 139
ğim o insan bana bakarken, benim için, bu aydınlığın başlamak üzere olduğunu hissediyordum. Bir aydan beri, yavaş yavaş kaybettiğim güzel neşemi tekrar buldum.
O insan, bana yine şimdiye kadar kimseden işitmediğim güzel sözler söyledikten sonra, beni yanına aldı, Nazır'ın odasına götürdü.
O geçerken hademeler ayağa kalkıyor, kapılar adeta kendiliklerinden açılıyordu.
Yarım saat sonra B... Vilayeti'nin.merkez rüştiyesinde açık bulunan bir coğrafya ve resim muallimliğine tayin edilmiş bulunuyordum.
Çalıkuşu, o akşam Eyüp'e dönerken sevincinden adeta uçuyordu. Bundan sonra, o da artık kendi ekmeğini kendi kazanan bir insandı. Kimse, artık ona, adına merhamet ve himaye denen büyük hareketi yapmaya cesaret edemeyecekti.
Üç gün sonra, her muamele bitmiş, harcırahımı almış bulunuyordum.
Bir sabah, Gülmisal Kalfa beni vapura getirdi. Şahap Efendi, erkenden rıhtıma gelmiş, bizi bekliyordu. Bu çocuğun insanlığını dünyada unutamayacağım. Her işimle uğraşmış, gittiğim yerde, ineceğim otelin adresine kadar hiçbir şeyi ihmal etmemişti. Şimdi- de erkenden hâlâ sarılı hasta boğazıyla, rıhtımın rüzgârı ve rutubeti içinde beni uğurlamaya geliyordu.
Bavulumu, yol hediyesi olarak getirdiği küçük bir kutu ile beraber, kamarama kendi eliyle yerleştirdi. Tekrar tekrar inip çıkarak kamarotlara tembihler veriyor, yorulup üzülüyordu.
Vapur kalkıncaya kadar, güvertenin bir köşesinde oturduk.
insan, ayrılık saatinde durmadan konuşmalı, nesi varsa söyleyip bitirmeli değil mi? Halbuki bu bir saat içinde, Gülmisal Kalfa ile belki, on çift söz konuşmadık. O, sönük mavi gözleriyle denizi seyrediyor, ellerimle oynuyordu. Yalnız vapur kalkacağı zaman dayanamadı: "Anneni buradan vapura bindir-
140
Reşat Nuri Güntekin
dim, Feride. Hem, o senin gibi yalnız değildi, inşallah yine seni böyle kucağıma alırım." dedi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Şahap Efendi'nin yanımızda olmasına rağmen, ben de galiba kendimi tutamayacaktım. Fakat o esnada bir kargaşalık oldu; "Haydi hanım, merdiven kalkıyor!" diye kalfacığımı omuzlarından yakaladılar, tartaklaya tartaklaya merdivenden indirmeye başladılar.
Küçük kâtip hâlâ yanımda duruyordu. Teşekkür için elimi uzattığım vakit, benzini sapsarı, gözlerini dolmuş gördüm, ilk defa dikkatle yüzüme bakmaya, adımı söylemeye cesaret etti:
- Feride Hanım, büsbütün gidiyorsunuz demek, dedi. Bu ayrılık dakikasının bir bulut gibi üstüme çöken ağırlığına rağmen gülümsemekten kendimi alamadım.
- Artık şüphe kaldı mı? dedim.
O, bir şey söylemedi, elini elimden çekerek koşa koşa merdivenden indi.
Deniz yolculuğunu çok severim. Altı, yedi yaşında bir küçük kızken, babamın neferiyle beraber yaptığım seyahatin zevki hâlâ içimdedir. Vapur, vapurdaki insanlar, hatta Hüseyin, unutulmuş, büyük bir denizi uçarak geçen bir kuşun hayalinde ne kadar kalması mümkünse, bende de aşağı yukarı ona benzer bir şey kalmıştır. Her tarafı akıcı parıltılarla dolu bir mavi boşluk içinde uçmak sorhoşluğu. Denizin bendeki bu çılgın tesirine rağmen, güvertede kalmaya tahammül edemedim, vapur Sarayburnu'nu dönerken, kamarama indim. Şahap Efen di'nin getirdiği kutu, bavulumun üzerinde duruyordu. Ne oldu ğunu merak ederek açtım. Bir kutu fondan... Benim dünyadc en delicesine sevdiğim şey.
Küçük kâtibin hediyelerinden birini dudaklarıma götür düm. Fakat birdenbire gözlerimden yaşlar boşandı. Niçir
ÇALIKUŞU 141
böyle ağlıyordum, bilmiyorum! Kendi kendime söz anlatmak istedikçe gözyaşlarına artıyor, göğsümü tıkıyordu. Sebepsiz ıstırabım bu biçare şekerden geliyormuş gibi, gayri ihtiyarı, kutuyu yakaladım, kamaranın minimini penceresinden denize fırlattım.
Evet, dünyada bu gözyaşlarından daha manasız şey olamaz. Bunu anlıyorum. Fakat buna rağmen, hâlâ şimdi, bu satırları yazarken kirpiklerimden yaşlar süzülüyor, önümdeki defter kâğıdını fiske fiske kabartıyordu.
Bu, acaba dışarıda sessiz sedasız yağan yağmurun tesiri mi? Şimdi istanbul nasıl? Orada da böyle yağmur var mı? Yoksa Kozyatağı'ndaki bahçe, şimdi ay ışıkları içinde pırıl pırıl yanıyor mu?
Kâmran, ben sadece senden değil, senin olduğun yerlerden de nefret ediyorum.
Bu sabah, uyandığım vakit günlerden beri devam eden yağmuru dinmiş buldum. Bulutlar dağılmıştı. Sadece, pencerenin karşısındaki yüksek dağ tepelerinde yer yer ince dumanlar tütüyordu.
Gece yatarken pencereyi kapatmayı unutmuşum. Hafif bir sabah rüzgârı, karyolanın örtülerine, dağınık saçlarıma vuran güneş ışıklarını sarı pullar gibi titretiyor, parça parça dağıtıyordu.
Beş günden beri bu küçük otel odasında, sinirlerim iyice bozulmuştu. Gece bir aralık uyanmış, yanaklarımı, üzerine kırağı yağmış yapraklar gibi ıslak bulmuştum. Yastığım da öyleydi. Demek ki uykumda ağlamıştım. Halbuki, şimdi bir parça güneş; neşemi hatta ümidimi yeniden canlandırıyor, vücuduma mektep yatakhanesinde uyandığım bahar sabahlarının hafifliğini veriyordu.
142
Reşat Nuri Güntekin
Bugünün bana, güzel bir haber getirmesine imkân yoktu. Artık, bir şeyden korkmuyordum. Sevinçle yatağımdan fırladım, eski biçim küçük lavabonun önünde yıkanmaya başladım.
Temiz bir su birikintisine başlarını daldırıp çıkaran kuşlar gibi silkintilerle suları etrafa, karşımdaki aynanın camına sıçratıyordum.
Kapı hafifçe vuruldu. Hacı Kalfa'mn sesi:
- Sabah şerifler hoyrolsun hocanım, sen yine erkencisin bugün, dedi.
- Bonjur Hacı Kalfa, dedim, öyle oldu. Sen nereden anladın benim uyandığımı? Hacı Kalfa güldü:
- Ne bileyim, kuş gibi ıslık çalıp duruyorsun. Hakikaten, kuşa benzeyen bir tarafım olduğuna kendim de inanmaya başlıyordum.
- Kahvaltını getireyim mi?
- Bugün kahvaltı etmesem olmaz mı? Ses, bu defa hiddetlendi:
- Yok... Olmaz. Ben, öyle şey istemem. Gezme yok, eğlenme yok, mahpus gibi tıkıldın, kaldın. Bir de yiyecek yemez-sen karşıki komşuna dönersin sonra.
Hacı Kalfa, bu son sözü karşı odadaki komşuya işittirmemek için, ağzını anahtar deliğine koymuş, sesini alçaltmıştı.
Bu Hacı Kalfa ile ne iyi dost olmuştuk. İlk sabah uyanır uyanmaz giyinmiş, çantamı koltuğuma alarak sıçraya sıçraya otelin merdivenlerinden inmeye başlamıştım. Hacı Kalfa, yine o beyaz peştemalıyla küçük bir havuzun yanında nargile temizliyordu.
Beni görünce kırk yıllık bir ahbap gibi:
- Hayrola Feride Hanım, sen niye böyle erken uyandın, ya? Ben seni yol yorgunluğu ile öğleye kadar uyur sandım; demişti.
Ben gülerek:
ÇALIKUŞU 143
- Öyle şey olur mu? Vazife sahibi bir hoca, öğleye kadar nasıl yatar? demiştim.
Hacı Kalfa, nargilesini bırakarak ellerini beline dayamış:
- Şuna bak hele! Daha kendi çocuk, anladın mı efendim, ayağının tozuyla mektebe gider çocuk okutmaya, diye gülmeye başlamıştı.
Ben Maarif Nezareti'nden tayin kâğıdımı aldığım dakikadan beri, artık, hafiflik etmemeye yeminliydim; fakat Hacı Kal-fa'nın bir bebekle konuşur gibi hali karşısında, ben de birdenbire çocuklaşmış, çantamı top gibi havaya atıp tutmuştum.
Bu hareket, Hacı Kalfa'yı büsbütün keyiflendirmişti. Ellerini birbirine vurarak:
- Yalan mı? dedi. Daha sen, kendin çocuksun! diyor ve kahkahalarla gülüyordu.
Bir otel odacısıyla bu derece yüz göz olmak ne kadar doğru bilmiyorum, fakat ben de onunla beraber gülmüş, öteden beriden konuşmaya başlamıştım.
Hacı Kalfa, kahvaltı etmeden mektebe gitmeme katiyen razı değildi:
- Akşama kadar öyle aç açına el âlemin yumurcaklarıyla uğraşılmaz, anladın mı efendim? Sana peynir, süt getirivere-yim. Hem, efendim, bu daha ilk gün, acelesi müstacel değil, diye beni zorla havuzun başına oturtmuştu. Bu saatte otelin avlusunda kimseler yoktu.
Hacı Kalfa, karşıki dükkânlardan birine:
- Molla, bizim hocanıma istanbul simidiyle beraber süt getiriver, diye seslenmiş, sonra da bana dönerek:
- Molla'nın sütü de süttür hani. Sizin istanbul sütleri bunun yanında nargile suyu gibi kalır, demişti.
Hacı Kalfa'nın rivayetine göre Molla, yaz kış ineklerini armutla besler, onun için sütleri armut kokardı.
- Ancak, Molla'nın kendi de az buçuk armut kokar, diye alay ediyordu.
144
Reşat Nuri Güntekin
Dostları ilə paylaş: |