MARİE DE LAUNAY
BURSA PAZARLARI
Bursa pazarlarının çoğu, kentin merkezindedir. Bu yapılar çok geniş, uzun ve üzerleri kubbelerle örtülü birtakım sokaklardan oluşmuş olup, küçük bir kent görünümündedir. En ünlüsü İpek Hanı' dır. İpek Hanı çok büyük olup, dörtgen şekildedir. Burada, dükkanlar mestur olup her bir ticaret malı satılır. İpek Hanı'nın ortasında, çevresi bazı kemerler üzerinde, kubbeyle örtülü bir tuhaf yapı vardır. Bu yapının merkezinde, içinde su olan havuz bulunur. Bu yapı, ipek gümrüğü memurlarının kaldığı yerdir. İpek Hanı'nın içine, çok büyük beyaz bir kemer altındaki kapıdan girilir. Bu kemerin çevresi, kırmızı ve mavi renkte çinilerle çok güzel bir şekilde süslenmiştir. Bina, Sultan II. Murat tarafından yaptırılmıştır.
Bursa pazarlarında süsleme ve manifatura eşya ile mallar satılır. Çarşıda koyun etini parça parça kesip, büyük bir şişe geçirerek, herkesin iştahını artıracak şekilde fınl fırıl çeviren kebapçılar vardır. Kasap ve ekmekçinin yanında billur şişelerin içinde kurabiye ve badem ezmesi, kırmızı, beyaz renkte sucuk şekerler, her tür izhar ve ismardan yaptığı reçel ve şurubu satan şekerci dükkanı vardır. Yine aynı sırada asma ve sakız kabağı, domatesten yapılmış süsler, ipliklere diziLmiş bamya, Rum Boynuzu askılar ve karnabaharların garip görünüşü içinde sebzeci dükkanı yer alır. Ayrıca sergisini yaymış bir demirci ve çaycı dükkanı arasında, sırma ve sim işlemeli gün be gün renkli kumaşçı dükkanı vardır. Bu dükkanda pamuk ve ipek ipliğinden üretilmiş çiçek işlemeli kumaşlar bulunur. Bu kumaşlar sürekli yıkandığı halde çekmez, güzelliği ve ucuzluğu başka yerlerle kıyaslanmaz. İşte bu eşya ve mallar, Bursa mağazalarının sermaye ve servetini oluşturur….
KEŞİŞ DAĞI(ULUDAĞ)
Bithynia Hükümeti’nin sultanı olan Prusias’ın devrinde, Yunan ve Roma tarihçileri Olimpos veya Mysie Olimpos’u olarak anmışlardır. Ancak Bithynia Olimpos 'u demek daha uygun olur. Keşiş Dağı adı ise, bu dağı diğer Olimpos Dağları 'ndan net bir şekilde ayırmaktadır. Bu dağın, önceleri tanrıların barındığı yer olduğu ve Zeus 'un karakaşlı yağmur tanrısının, bulutları toplayarak yıldırım yaptığına inanılırdı. Bu tanrıların burada bir tapınak yaptırdığı da söylenir.
Storete, Afrodit veya Venüs adındaki tanrılara özellikle Venüs Olimposu'na ait bir tapınak yaptırdılar ki, daha sonra Hıristiyanlar bu tapınağı Saint Michael Arjanij adına bir kiliseye çevirmiştir. (Herodot'un söylencesi nakledilir.) Sonradan bu dağa Keşiş Dağı denilmiştir. Eskiden Aynaroz' daki gibi burada da çok sayıda keşiş ve manastır vardı.
Osmanlılar Bursa'yı aldıkları zaman Hıristiyan keşişlerin yerini İslam dervişleri almıştır. Bu nedenle dağ eski işlevini sürdürmüştür. Halk da bu dağı eski durumundan dolayı Keşiş Dağı olarak anmaktadır. Sultanlar da burada birçok zaviye ve türbe yaptırmıştır.
İşte bu Keşiş Dağı, ulu tanrılara mesken ve canavarlar ile haydutlara mekan, dervişlerle keşişlere vatan oldu. Selçuklular devrinden itibaren, Karakoyunlu aşireti Türkmenlerine dahi yaylalık yapmıştır. Bu aşiretten her birisinin yaylası vardı. Keçi kılından veya kara yünden yapılan çadırlarında yaşayan Türkmenler, dağın fundalık ile meşelik kısmını tercih ederler.
Yörük Yaylası denilen bu yerlere Bursa'dan üç yolla gidilmektedir. Gaziler Tepesi adı verilen bu yer, Bursa'nın fethi sırasında bir savaş olması nedeniyle bu adı almıştır. Yaylalara Çekirge yoluyla çıkılır. Birinci yol, kestirme giden yoldur. İkinci yol Müslim Köşkü tarafından, Gökdere'nin solundan 'gider. Bu yol pek işlek değildir. Üçüncüsü ise; Elmaçukuru Yaylası'ndan Sobran Yaylası'na çıkan yoldur. Bu vadi geniştir.
Yaylalara gitmek için hangi yolu tercih ederseniz edin, karlar eriyip, kabaran suların taşıdığı taşlı bir yoldan gidilir. Yarım saat kadar yürüdükten sonra büyük meşe ağaçlarının, ulu kestanelerin, çınar ağaçlarının bulunduğu ormanın arasından geçilir. Keşiş Dağı çınarlarının letafeti ve yüksekliği 2000 yıllık bir olayı tespit etmektedir. Çünkü bir söylenceye göre bu dağın çevresinde yerleşen Mysialılar'ın adı çınardan gelmekteymiş.
Ormanın içine girildiği zaman Gökdere Vadisi'nde, suların taşıdığı kayaların oluşturduğu görünüm çok hoştur. Bir saat kadar daha meşeliğin serin gölgeleri içinden geçildikten sonra Gazi Yaylası'na gelinir. Bu
BURHAN CAHİD
NASİHAT HEYETLERİ
Karacabey' deki Karşılama Töreni
Ulubat'dan ayrılırken peşimize Çerkez süvarileri katıldı... Nihayet kadınlı erkekli Türkler ve Rumlar bütün Karacabeylileri yol üzerinde bizi bekler bulduk. Davul her sesi bastıran bir gururla gürlüyor, maniler, dualar birbirine karışıyordu. Biz halkı, halk bizi takip ederek kasabaya yollandık. Karacabey Osmanlı bayraklarına bürünmüştü... Hükümet dairesi önünde öğrenciler marşlar okuyor, halk Padişah duasını gökleri çınlatırcasına tekrarlıyordu. Nihayet sevgili şehzademize hazırlanan konağa vardık. Halk konağın etrafını mahşer gibi çevirmişti. Heyet, yemek yedikten sonra pazar meydanında kurulan kürsüye çıkarak beyannamesini okudu. Sonra müftü efendi etkili bir dua okudu... Gece, Şehzade hazretleri, köy eşrafına mükellef bir ziyafet verdiler ve bizzat katılarak yemeğin sonunda kendilerine gösterilen coşkudan dolayı memnun olduklarını ve teşekkür ettiklerini beyan buyurdular... Karacabey'in havası biraz rutubetli, belediye namına bir eser yok. Hükümet konağı yamru yumru bir ev. Kapısında jandarma durmasa belli olmayacak. Maarifsizlikten halk çok şikayet ediyor. Karacabey' de bütün kasabada 25 bin müslüman, dokuz bin Rum ve 900 Ermeni vardır. RumIarın yaşlılan kesinlikle Rumca bilmiyorlar. Halk Karacabey'de en çok eşkiyadan yılmış... Halkın jandarmaya karşı emniyeti yok. Zaten burada eşkiya kadar halk için jandarma da korkulu görünüyor... Anadolu'nun iki büyük derdi var: Halk bunu istiyor. Biri asayiş, öteki maarif.
Heyet Mustafakemalpaşa'da
"Karacabey' de bir gece geçirdikten sonra sabah hareket ettik. Hanedana ait çiftliklerden geçerken bize tereyağı, süt ve ayran ikram ettiler... Kirmasti'ye geldik, burada askerler ve halk tarafından karşılandık. Kirmasti 'ye (M. Kemal Paşa) girerken şimdiye kadar gördüğümüzün üzerinde bir tezahüratla karşılandık... Belediye dairesine vardık. Şehzade burada eşrafı kabul etti, birlikte öğle yemeğini yedik. Yemekten sonra balkona çıkan Şehzade halka selam-ı şahaneyi tebliğ buyurdular. Heyetten Ali Rıza Paşa beyannameyi okudu. Beyannamenin okunması tamamlanınca "Padişahım Çok Yaşa" duası defalarca tekrarlandı."
Çev. Mevlit ÇELEBİ
NURSEL ARAS
ŞABAN AKBABA ÖYKÜCÜLÜĞÜ
Karşılıklı yaptığımız bir söyleşinden kısa bir alıntı yaptığımda; Şaban Akbaba, kendi söylemiyle, Kars’ın Arpaçay ilçesine bağlı Bardaklı köyünde doğmuş olması nedeniyle, bembeyaz karın, ısırgan gibi dalayan ayazın kavruk çocuğu; yaz sıcaklarının cehenneme çevirdiği bozkırların yalnız atlısı; çiçeğin çiçeği çağırdığı bahar çayırlarının ve yabani haşhaşların süslediği yayla meralarının hüzünlü oğludur.
Caminin, Kur’an’ın, Mevlüt’ün, ilahilerin teslim aldığı bir çocukluk ve gençlik dönemi yaşadıktan sonra Kars Eğitim Enstitüsü’nü bitirerek, Anadolu’nun yoksul köylerinde ilkokul öğretmenliğine atanır.
İşte asıl masal da burada başlar Şaban Akbaba için… Sürekli okur. İslam dinini İhya-i Ulumud-Din’den, Fizilal-il Kur’an’a, Necip Fazıl şiirinden, Minyeli Abdullah romanına kadar… Ardından metafiziği, daha sonra da materyalizmi öğrenme bilincine ulaşır. İlk bağlama çaldığı yıllarda yazdığı ilk şiiri “Eğitim Mücadelesi Dergisi”nde yayımlanır. Toplumcu gerçekçiliğinin ilk ciddi şiirleri ise, “Güneşin Konağı” kitabıyla okurun karşısına çıkar.
12 Eylül 1980 faşist darbesi kıyımının sürdüğü yıllarda, köylerde ilkokul öğretmenliği yapan Şaban Akbaba, çocuklar için yazılmış kitapların da cezalandırıldığını; üstlerine “tahditlidir” damgası vurdurularak okullara sokulmasının yasaklandığını ya da toplatıldığını görünce çok üzülür. Çocuklar kitapsızdır artık. Okuyabilecekleri kayda değer nitelikli hiçbir eser kalmamıştır ortalıkta. Yazan kişi olarak kendini sorumlu hisseder, durumdan vazife çıkarır ve büyükler için yazdığı şiirlerin yanı sıra çocuklar için de yazmaya başlar. Yazdıklarını önce öğrencilerine okur, onlardan aldığı eleştiriler doğrultusunda geliştirdiği metinleri, şiir, öykü ve roman olarak kitaplaştırır. Ancak çocuk şiirlerini ve çocuk öykülerini daha fazla önemser. Çünkü bir saptamasına göre; edebiyatımızın en zayıf halkası çocuk edebiyatı, çocuk edebiyatının da en zayıf halkası öykü ve şiirdir.
Çocuk edebiyatımızdaki bu halkaları iyice zayıflatan olgulara gelince… Bu konuda da ilginç ve biraz da sert bir bakış açısı sunuyor Şaban Akbaba. “Bir emperyalist sanat anlayışı ve saldırı aracı olan Postmodernizmin hegemonyasına teslim olan yazar ve şairlerimiz, deve kuşu örneği başlarını kuma gömüp yaptıklarının, ürettiklerinin sanat olduğunu sanarak avunuyorlar. O kadar ki, bu anlayışın kalemşorları çocuklar için öykü ya da şiir üretemedikleri gibi, kitleler için, onların önünde okuyabilecekleri öykü ve şiir de üretememektedirler. Kaldı ki, emperyalizm sanatı bir uyutma, sömürme aracı olarak bunlar eliyle kullanırken bunlar sanatın bir işe yaramaması gerektiğini savunuyorlar. Bundan büyük aymazlık olamaz!” diyor.
“Gülderen’in Dedesi” ve “Kafessiz bir Dünya” adlı çocuklar için yazdığı kitaplarında yer alan öykülerin kahramanları çoğunlukla yine çocuklardan oluşur. Burada amaçlanan şey; bilişsel, duyuşsal, devinişsel gelişim özellikleri göz önüne alınarak, çocukları çocuklara anlatmaktır. Onların hayal dünyasına girerek, özensizce geliştirdiğimiz çarpık kentlerimizde; caddelerden, sokaklardan, ara yollardan men edilen, hatta yasaklar ve ayıplar içerisinde büyümeye mahkum edilmiş çocuklarımızın beyinlerinde somut gerçeklikle soyutun bağlantılarını kurmalarına katkıda bulunmak isteğiyle yazıyor. Onlara hilesiz, katıksız, yalansız, ama bol ışıklı, umut veren bir dünya oluşturmanın dinamiklerini sunuyor. Bunu yaparken, yaşanan ve çoğuna çocukların yakından tanık olduğu yaşamın acımasız yanlarını göstermekten de kaçınmıyor. Çünkü gerçekten de yaşam, çocuklar için de o kadar saf, yalnızca iyiliklerden, güzelliklerden ibaret değildir.
Yazarın toplumcu gerçekçi anlayışının izlerini öykülerinin hemen hemen tümünde görmek mümkün. Ancak bunu didaktik söylemlerle ya da açık politik tavırlarla değil, sanatsallığın gerektirdiği ölçülerde hissettiriyor ve bildiri kadar sanata, sanat kadar da bildiriye önem veriyor. Temel kaygısının insana ve çocuğa dair olduğunu hemen görebiliyoruz. Kısası; çocuk edebiyatı alanında bile suya sabuna dokunur türden ürünler veriyor.
Sonrasında büyükler için yazılmış iki öykü kitabı... “Nazik kız” ve “Che Sevgisi.”… Nazik Kız’da sekiz, Che Sevgisi’nde ise yirmi iki öykü yer alıyor. Toplamda otuz öyküye baktığımızda, Şaban Akbaba öykülerinin temelinde, üç faklı coğrafyanın izlerini görüyoruz. İlki; Bardaklı köyünde doğduğu ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde/ köylerinde öğretmenlik yaptığı için genel anlamda Anadolu coğrafyası, ikincisi; uzun süredir Bursa’da yaşadığı için Bursa ve civarı, üçüncüsü ise; Türk çocuklarına öğretmenlik yapmak üzere 5 yıllığına gittiği Almanya… Hamburger Yazılar’ı adlı düzyazılar toplamında ve Che Sevgisi adlı öykü kitabında, hem Almanya’dan, hem de ülkemizden insanlara ait öyküler yer almaktadır. Pek çok edebiyatçı gibi kendi edebiyatını yaratmaya çalışan Şaban Akbaba için de eserlerinde kurgu ve dil kullanımı kadar önemlidir mekân… Çünkü yazıda derinleşmek ancak böyle mümkündür. En fantastik öyküleri anlatırken bile yaşantının kendisine, insanî olana, olabildiğince yakınlaşma olanağını bulur.
Coğrafi mekân sözkonusu olduğunda belirtmeden geçemeyeceğim bir ayrıntı da Şaban Akbaba’nın öykülerindeki Bursa gerçekliğidir. Onun öykülerindeki mekânlar arasında Kars’ın, Hamburg’un, ama en çok da Bursa’nın öne çıktığını görüyoruz. Çocuklar için de, büyükler için de yazdığı öykülerinde Bursa çok yönlü özellikleriyle ve mekân olarak sıkça yer almaktadır. Şaban Akbaba’nın öykülerini okurken, kent yapısıyla Gülderen’in Dedesi’nde, kırsal yapısıyla da hem Nazik Kız’da, hem de Che Sevgisi’nde Bursa’nın ince ayrıntılarında geziniriz.
Çehov, Brecht, Goethe, Neruda, Vasili Şukşin, Sabahattin Âli gibi çağdaş, toplumcu yazarlardan aldığı etkiyle Şaban Akbaba öyküleri teknik anlamda bir yanıyla batılı gibi görünse de asıl yanıyla doğuludur. Doğuludur, çünkü; kültürel kökeninde, farklı kültürlerin kavşağı olan Kars ve mesleği nedeniyle yıllarca gezinmek zorunda kaldığı Anadolu var. Doğu insanının yaşam biçimi, kadim anlatıları, meselleri, yöresel yemekleri, türküleri- ağıtları, acıları, sevinçleri, yoksullukları, gelenek- görenekleri ve konuşulan değişik şiveler/ ağızlar, onun öyküleri aracılığıyla okura ulaşır. Bunun diğer bir anlamı da, bir bakıma onun, yaşadığı metropol kent olan Bursa’dan, ülkemizin en kırsal yerlerinden biri olan Kars’a kadar yaptığı içsel yolculukların öyküsel anlatımıdır. Bu yolculukların tümü kentle köyün yakıcı bireşiminin ağır yükünü taşır. Bursa’da yüreğini kavuran yangın ateşinin harflere dökülmesi/ dönüşmesi, sanki, Bardaklı köyünde yaşayan insanlara adanan bir ağıt gibidir (Che Sevgisi, Bursa’da Yangın)…
Bölümlendirilmiş, ölçülebilir kısacık zaman dilimleri arasına sıkıştırılan, hatta adına da modern yaşam denilerek, insanları; ailesinden, dostlarından, arkadaşlarından, aşklarından, sevdiklerinden, anılarından uzaklaştıran, onları doğanın dışına atan ve hem kendine hem de doğaya yabancı varlıklar haline getiren sanayinin, makinelerin aksine Şaban Akbaba öykülerinde; doğaya ait her şeyi bir kez daha görebiliyor, doğanın nefes alıp verdiğini hissedebiliyoruz. Böylesi bir devinim içinde olduğumuzu anımsayarak sistemlerin ürettiği korkulardan, hurâfelerden, hortlaklardan sıyrılabilmek için gerekli olan kendi düşünce yeteneğimizi de görebiliyoruz.
Öykü üzerine teorik yazılar da yazan Şaban Akbaba’nın, öykücülüğümüze şematik yaklaşımla kattığı bakış açısı bana ilginç geldi. Ona göre Türkiye öykücülüğünün gelişim serüveni “beş taşlar” üzerine oturan halkalar halindedir. Birinci, ikinci, üçüncü beş taşları vardır öykücülüğümüzün. Dördüncü halkada taş sayısı ikiye, üçe düşmekte ve giderek son halkada “öykücülüğümüz tekdüze”leşmektedir. Beş taşların her birinin, değişik düşün, yaşam, algı ve sanatsal üretim kanallarını temsil ettiğini belirten Şaban Akbaba, öykücülüğümüzün “beş taşları” adını verdiği dönemlerinin, aynı zamanda harmanlama, sentez yapabilme yeteneğinin de olduğu dönemler olduğunu ileri sürmekte ve günümüz egemen öykücülüğünün tümüyle bu yeteneğini yitirdiğini, postmodernizmin egemenliğine girdiğini, yozlaştığını, hatta büyük oranda hiçleştiğini savlamaktadır.
Tam da buradan baktığımızda Şaban Akbaba öykücülüğünün iki önemli özelliğinin olduğunu görüyoruz: Bir; öykücülüğümüzün geleneğinde olan eleştirel ve toplumcu damarların bireşimi, iki; postmodern öykü anlayışıyla toplumcu öykü anlayışının bireşimi…
Sanatta içerik(özle), biçim(sanatsal kalıbın) diyalektik bütünlüğünün başarılması gerektiğini hassasiyetle savunan Şaban Akbaba kendi öykülerinde bunu başarmaya çalışmaktadır. Özellikle “Che’nin Sevgilisi” adlı kitabındaki kısa öyküler bu bağlamda onun amacına ulaştığının kanıtı gibidir. Okurken sanat tadı aldığımız kadar, birey, toplum, evren sorunsallarının da içine dalıyor, oralardaki ayrıntılarda geziniyoruz.
Hayatın kendisinden, öykülerin kaynağına gidebilmek, böyle bir şey olsa gerek.
1.Atussa:Prusa’dan önce kurulduğu varsayılan küçük bir kent.
2 .Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” adlı şiirinden...
3 .Hannibal:Prusa’nın kuruluşunda katkısı olmuş Kartacalı komutan.
4 .Osmanlı döneminde Bursa’da yapılan “Eguvan Şenliği” çağrışımı.
5 Bursa Çekmesi:Bir yol ipek,bir yol iplikten dokunan Bursa kumaşı.
6 Evliya Çelebi’nin “Seyehatname”sinden Bursa tanımlaması.
7 “Kule-i Cihan:Uludağ’ın en üst noktası.
8. Şeyh Küşteri:Karagöz-Hacivat oyununun yaratıcısı.
9 Bakacak:Uludağ’ın Bursa’ya bakılan kuzey bir noktası.
10 Thedora:Kaplıcaya girmek üzere sık sık Prusa’ya gelen Bizans Kraliçesi.
11 Pythia:Çekirge’nin Bitinya dönemindeki adı.
12 Sarıkız:Sarıkız adlı Bursa efsanesinin kahramanı.
13 Beyce:Orhaneli’nin eski adı.
14 Yazarın,krom madenini konu alan bir öyküsünün adı.
15 Homeros’un İlyada adlı destanından bir dize... Homeros’a göre Zeus’un bu toplantıyı yaptığı Olympos,Yaunanistan’daki,ama başka kimi yorumculara göre de Bursa’daki Olympos’tur.
16 Msyius:Uludağ ve geniş çevresi.
17 Keşiş Kayası:Uludağ’daki kayalıklardan biri.
18 Şüşter Bağı:Yıldırım Külliyesi’nin bulunduğu bölgenin eski adı.
19 Misk-i Amber Diyarı:Karslı aşıkların Bursa tanımlaması.
20 Hüsn-ü Güzel:Bursa’da bir kaplıca hamamının adı.
21 Hera:Tanrı Zeus’un kardeşi ve eşi.
22 Duğulu Baba:Osmanlı döneminde ordunun önünden giden ve tahta kılıç taşıyan bir ermiş.Barış simgesi.
23 Eski Tutukevi:Nâzım’ın yattığı,müze olması gerekirken yıkılarak yerine beton bir bina(adliye Sarayı) yapılan eski hapishane.
Dostları ilə paylaş: |