Hengâmi (19.yy.):
“Bir gemi yaptırdım ayrık kökiyle
Bin pare top dizdim taze sovanı
Mısır darısından hesapsız gülle
Niyetim fethetmek Firengistan’ı.
Bin karga götürdüm gemiye bekçi
Örümcek ağası bile yedekçi
Yüzbin serçe yazdım tüfekçi
Sivrisinek oynar kılıç-kalkanı.
…………..
Hengâmi bu cengin methin eyledim
Hayfâ deryasını gezip belledim
Yalan yanlış bu destanı söyledim
Ömrümde demedim böyle yalanı.
EK- D:
CUMHURİYETTEN SONRA
YAŞAMIŞ
YAŞAMAKTA OLAN
BURSALI YAZINCILAR
"'
NADİR GEZER
SÜRTÜK TEYZE
öykü
Göz ucunda/Yar burcunda /Konup kalkan /Kırlangıcım/ /Parlak kara / Bakışına /Rengim ala /Gönül yara/Cıvıl cıvıl /Ötüşüne /Sesin taşır /Taşır beni /Yalnızlığın/ Ateşine /Sevgi özüm /Kırlangıcım
Kentle içten içe dost olmuş bir çift kırlangıç her yıl boğucu sıcak ülkelerden göçer gelir; kentin üzerinde uçar da uçar, ardından da yorgun argın konarlardı eski yuvalarına... Kentin en işlek anayoluna çıkış sokağının üç katlı kırık dökük yapısının ikinci kat çıkışındaki yuvalarına dala çıka, çatalkuyruklarını titreştire titreştire, ince uzun kanatlarını çırpa çırpa, geniş gagalarını çıtırdata çıtırdata, birer kara boncuğu andıran gözlerini ışıldata ışıldata kentin üzerinde sevinçle dönerek gelip giderlerdi... Sanki kent insanına "Sizi özledik!", dercesine sevinç yüklü seslerini büyütürlerdi... İçten mi içten bir cıvıltı, bir çığırtı sunarlardı.
O yuvanın bulunduğu yol da yoldu işte! Kentin en işleği, anayolunu, çarşı pazarına bağlayan bir çıkış yolu… Bir yanı Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'nun yüksek duvarıyla sınırlanmıştı; öbür yanı da yedi basamaklı bir ayakçakla yükseltilmiş üç katlı yapılarla… İlginç mi ilginç bir yoldu bu işte! Ayakçağın son basamağından sonra birbirine yaslanmış iki ahşap yapı vardı. Sonra da ötekiler gelirdi. Sağlı sollu bu yapılarla yol daraldıkça daralır, bir boğazı andırırdı! Anayolun araba gürültüleri bu sokakta yansır, yankılanır, büyüdükçe büyürdü. Sabahın körüyle başlardı bu gürültü, günün geç saatlerine dek sürerdi...
Boğazlaşmış bu çıkış yolu yaşlı bir çınar ağacı gibi dal budak olmuş, sokak içinde sokaklarla çarşı pazarı anayola bağlayıverirdi. Bütün bu sokaklar tarihsel geçmişlerinin yükünü taşıyan eğri büğrü, eski püskü yapıların sınırları arasından kurtulur; bir uçlarıyla tarihi Okçular Çarşısı'yla, bu çarşının uzantısı olan Tuzpazarı Anayolu'yla bütünleşirdi. Birbirinin içine girmiş bu iki eklenti, bir yanlarıyla Okçular-Kayhan Altgeçiti'yle, Kayhan'la Bitpazarı'na uzanır; o iki kalabalık bölgenin insan selini çekerdi içine. Öbür yanlarıyla da Uzunçarşı'dan Kapalıçarşı'ya dek uzanırdı. Bu yüzden de bu iki çarşının insan kalabalığı arttıkça artardı. Bu çarşılar dizgesi kadının kızın, gencin yaşlının, oğulların babaların alışveriş için koşuşturduğu bir alandı. Onun için günün her saatinde kıpır kıpırdı. Her yaşa uygun her tür giysinin, her tür pabucun alınıp satıldığı yerdi burası. Bu yoğun kalabalığa bir de satıcıların bağırtısı çağırtısı ekleniverdi mi çekilmez olurdu bu çarşılar. Bunalırdı kalabalık, soluklanacak bir yer arardı. Bu çarşıların bir başka ilginç yanı da insanların bunca bunaltılarına karşın ayaküstü atıştırabilecekleri ne bir "üç köfte, dört köfte" gibi anılan yerler vardı, ne camı çerçevesi parlatılmış tatlıcı dükkânları. Bunalan kalabalık bir süre sonra o ara sokaklara atıverirdi kendini. Bu sokakların bütününü kendine çeken, genişçe bir yay çizerek anayola taşıyan Tuzpazarı Sokağıydı. Bu sokak, Tek, Okul, Hamam ve Nalıncılar sokaklarının yükünü yüklenir, sanki derinden derine soluklanırcasına kırlangıçların cıvıltılarıyla anayola boşaltıverirdi. İşte o boğazlaşmış dar sokak bütün bu korkunç kalabalığın can simidi gibiydi. Çıkışa otuzbeş kırk metre kala bu eski iki köhne yapıyı sevimli kılan da kırlangıçların yuvasıydı. Her yıl yenilenen bu yuvanın cıvıltısı ve çığırtısı bambaşka olurdu. Hele bir de külrengi yavrular başlarını yuvanın dışına uzatıverdiler mi gelen geçen bir an için duraksar, o cıvıltı yüklü yavrulara bakar, sonra da sürdürürdü yürüyüşlerini...
O yuvanın altındaki kapı eşiğinin uzantısında oturmuş, kirlibeyaz giysili, üstü başı bakımlı bir kadın gelir görünürdü, günün belli saatlerinde. Neredeyse ellisinin üzerinde, ilginç bir kadın... Yüzü belli belirsiz makyajlı, ince dudakları da rujlu olurdu! Kısa kesilmiş kestane rengi saçları taranmış, makyajlı yüzü yaşını gizlemeye çalışsa da ellinin üstünü gösterirdi. Kırlangıçların kente gelişleriyle birlikte o da gelir, kırlangıç yuvasının altındaki kapının eşiğine otururdu. Çay ocağına çayını söyler, bir yandan yudumlarken, bir yandan da yüz kırışıklarındaki sıkıntılı izi büyüterek ''Samsun'' sigarasını tüttürürdü.
Kadının dıştan görünüşüne kızan, öfkelenen kimileri, ona "Sürtük Kumru" derlerdi. Sürtük Kumru! Onun içsel yapısını en güzel oturduğu eşiğin bir yapı ötesindeki Duygum Kasetçilik’in CD'sinden dışa taşan, Gülşen Kutlu'nun sesinde büyüyen "Yüce Dağ Başında" türküsü vuruyordu dışa: "Yüce dağ başında kar katar katar/Eşinden ayrılmış bir keklik öter/Yarimin üstünde bir karış otlar/ Otlar solmayınca gönül mü geçer" diyen sanatçıyla gelen geçenin ve Kumru Teyze'nin duyarlılığı aynı potada birleşir, onun kaygılı duyarlığını çocuklarla birlikte kimi büyükler de benimseyiverirlerdi... Daralan sokakta yankılanan türkü durmadan büyür, insanların yüreklerini hoplatıverirdi. Gelen geçenler bir Kumru Teyze'ye bakarlardı, bir kırlangıçlarla. Onu onların yuvalarıyla bütünleştirir, daha bir içten yaklaşırlardı Kumru Teyze'ye. Kumru Teyze'nin önüne serilmiş mendil bozuk paraların tıkırtısını çekerdi üstüne. Çocuklar ona yardım etmeleri için ana babalarını zorlarlardı. Kendi ceplerini de boşaltırlardı o mendilin üzerine. Bir yanda daralmış sokakta türkü büyür, bir yanda da mendildeki bozuk paralar.
Kumru Teyze genç sayılır yaşında kocasını kanserden yitirmiş, biricik kızını evermiş, ama tam da mutlandığının en güzel evresinde bu kez de kızı eşini aynı sayrılıkla yitirmiş, iki çocuğuyla ana evine sığınıvermişti. Bak şu kör talihe ki kızı da kendisi gibi sıkıntılar içine düşüvermişti! O andan sonra da biri kız, öteki erkek iki çocuğun yükü Kumru Teyze'nin omuzlarına yüklenivermişti! Sabahları erken kalkar, ev temizliğine gider, işini bitirdikten sonra da buraya gelirdi. Torunlarının eksiği gereği İçin yapardı bunu. Onlar için katlanırdı kimi aşağılayıcı bakışlara. Ona en yakın şu önünden geçen, sevimli yüzleriyle ona gülümseyen çocuklar olmuştu. Onların sevimli güler yüzleri yaşama sımsıkı bağlardı onu. Onlardan aldığı güçle kendi torunları gözlerinin önüne gelir, daha bir sevecenlikle kucaklardı onları. Böyle anlarda sanki onun iç duyarlığını anlamışlar gibi kırlangıçlar döner de dönerdi insanların başları üzerinde! Bu dönüşlerle o kalabalık duyarlaştıkça duyarlaşır, kuşların çığırtısına, yavruların vıcırtısına daha da verirlerdi kendilerini. O çarşılar ortamından kopup gelen kalabalık akar da akardı anayola doğru. İşte o an, evet o an umudun umuda eklendiği andı!
Gerçek sevginin tomurcuğu o daralan yolda oluşur, büyür, kırlangıçlarla kentin köşe bucağına dağılıverirdi... Yaşamının tanımsız ince dokulu sevinci büyürdü de büyürdü orada...
CEYHUN ERİM
BURSA EDEBİYAT GÜNLERİ
NASIL “ULUSLARARASI” OLDU
Ekim ayının sonlarına doğru tanıdık bir arkadaş cep telefonumdan aradı. Bursa Kültür A.Ş. adına aracı olarak aradığını söyleyerek beni görevli bir bayana devretti. Telefondaki bayan, 3 – 4 Kasım tarihlerinde yapılacak Edebiyat Günleri için “mümkünse” BURSA YAZIN VE SANAT DERNEĞİ’(BUYAZ)ne kayıtlı edebiyatçıların isim, adres, e-posta ya da telefonlarını göndermemi rica ediyordu. Daha önceki yıllarda bu organizasyonun içinde bulunan, dernek üyesi bir iki arkadaşa telefon ettim. Evet, bu arkadaşlar da aynı kuruluştan davet telefonu aldıklarını - Hilmi Haşal’ın dışında -katılmayı düşünmediklerini söylediler. Ben yine de Bursa’da yaşayan edebiyatçıların e- posta adreslerini gönderdim.
“Bursa Edebiyat Günleri”nin Ramis Dara öncülüğünde gerçekleştirilen gönüllü bir “Edebiyat Şöleni” olduğunu Türkiye’deki tüm edebiyat çevreleri bilir. İlki 1996 yılında Nahit Kayabaşı, İhsan Üren, Hilmi Haşal, Mustafa Durak, Nadir Gezer, Ali Özçelebi ve Ali Aksoy’un katkılarıyla yapıldı. Daha sonra Melih Elal, Serdar Ünver, Nuri Demirci’nin de katılımıyla ve maddi bir karşılık beklenmeksizin 9 yıl sürdü. Türkiye’deki edebiyat çevrelerinde ciddi bir organizasyon olarak haklı bir yer edindi. Türk Edebiyatının ünlü romancıları, şairleri, eleştirmen ve denemecileri bu şölene katıldılar. Konuşmaları, o yılın edebiyat günleri kitabında basıldı ve edebiyat tarihimize birer belge olarak kaldı.
Edebiyat günlerinin çalışması aylar öncesinden başlar, o yılın konusu, çağrılacak konuklara bildirilir, konuşma metinleri önceden istenir, editoryal çalışması da yapılarak kitap halinde Bursa Edebiyat Günlerinin ilk gününde konuklara dağıtılırdı. Bursa Edebiyat Günlerine ait en son 9.Edebiyat Günlerinin kitabı da yayınlandı.
2005 yılı (10.) Edebiyat Günlerinin yapılacağı sırada Bursa Kültür Ve Sanat Vakfına yeni bir sekreter atandı. Edebiyat ile uzak yakın ilişkisi olmayan bu arkadaş, geçmişte 9 kez Edebiyat Günlerini düzenleyen arkadaşlardan, edebiyatçı olduklarına ilişkin, bağlı bulundukları edebiyat kurumlarından belge isteme komikliğinde bulundu. Nuri Demirci Pen Yazarlar Derneğinden, Hilmi Haşal Türkiye Yazarlar Sendikasından, Şaban Akbaba Türkiye Edebiyatçılar Derneğinden, Melih Elal Bursa Yazın Sanat Derneğinden temsilcilik belgelerini Vakıfa verdiler.
Ne var ki, Kasım ayının ilk haftasında, temsilci arkadaşların haberi olmaksızın 10.Edebiyat Günleri yapıldı. Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelen edebiyatçılar Bursa’daki edebiyatçıların neden katılmadığını soruyorlardı. Katılımcılardan Şair İlhan Berk, Bursa’daki arkadaşları da aralarında görmek istediğini bildirince Bursa Kültür Sanat Vakfınca araya aracılar konuldu ve birkaç arkadaş - İlhan Berk’e saygısından- istemeyerek de olsa yemeğe katılmak zorunda kaldılar.
2006 yılında ise geçmişteki düzenleme kurulunda bulunan arkadaşlara sanki 11.Edebiyat Günleri’ne katılmışlar gibi birer katılım plaketi verilmesi komikliği yaşandı.
Bu yılki (2007) Edebiyat Günlerinin konusu “Günümüz Edebiyatında İnsan ve Özgürlük” tü. Litvanya ve KKTC’den de birer kişi katılınca, adı da -sıkı durunuz!- “ 12. Uluslararası Bursa Edebiyat Günleri” ne dönüşüvermişti. Yani Bursa’da 12 yıldır “Uluslararası” edebiyat günleri yapılıyormuş da bizim haberimiz yokmuş!
Edebiyat Günlerinin ikinci gün oturumlarından birinin konusu da ‘Bursa’da Edebiyat ve Özgürlük’tü. Konuşmacı olarak Bursa Gazeteciler Cemiyeti Başkanı, Uludağ Üniversitesinden bir İstatistik profesörü, İlahiyat Fakültesinden bir doçent ile - yine Ramis Dara’nın bir dönem yayın yönetmenliğini yaptığı- Bursa Defteri Yayın Kurulundan, tanıdık bir dostumuz Hacı Tonak katıldı. Hacı Tonak’ın, ne edebiyat günlerine emeği geçen Ramis Dara, Nahit Kayabaşı, İhsan Üren, Hilmi Haşal, Ali Aksoy ve diğer arkadaşların adını anarak, kadirbilirlik örneği göstermesi ne de Melih Elal’ın rahatsızlığından dolayı sağlık dileği oturumu kurtarmaya yetmedi.
Edebiyat ciddi bir iştir, edebiyat günleri de! Yoksa gitar, armonika eşliğinde şiirler okumak, bir iki popüler şair dostumuzu ortaya koyarak göz boyamak, vakfın bu iş için ayrılan bütçesini de paralı danışmanlarla “uluslararası” adı altında heba etmek Bursa’ya yakışmadı. Aynı şeyleri Bursa Yazın ve Sanat Derneği (BUYAZ) çok mütevazı bir bütçeyle gerçekleştiriyor. 12.Edebiyat Günlerinin başına yazılan ‘uluslararası’ sözcüğü, geçmişteki edebiyat günlerinin ışıltısı yanında çok gölgede kaldı maalesef.
MELİH ELAL
İLE İLK KİTAP ÇALIŞMASI “DEDE KORKUT” ÜZERİNE
Söyleşen:ŞABAN AKBABA
*Sevgili Melih Elal, “İlköğretim okulları için” DEDE KORKUT adlı (kitap) çalışmanızla, yazın dünyasına farklı bir adım daha atıyorsunuz. DEDE KORKUT üzerine yapılmış, yayımlanmış yüzlerce çalışmayı da göz önüne alarak sormak istiyorum: Neden DEDE KORKUT? Bu çalışmayı hangi amaçla kaleme aldınız.
MELİH ELAL:
Her toplum, çocuklarına ve gençlerine öncelikle kendi klasiklerini okutmak ister. Bu istek, hadi okuyun çocuklar demekle, hiçbir zaman gerçekleşmez. Oysa biz, bugüne değin klasiklerimizi ya olduğu gibi özgün biçimleriyle ya da birkaç sözcüğünü günün konuşma diline uyarlayarak okutmaya çalıştık, okutamadık.
Bu gerçeklerden yola çıkarak, bilimsel verileri de göz önüne alarak Dede Korkut Oğuznameleri’ni çocukların ve gençlerin anlayabileceği şekle dönüştürerek iki ayrı kitap hazırladım. Şimdilik 9-14 yaş grubunun anlayabileceği düzeyde hazırladığım kitap yayınlandı. Gençlik versiyonu ise yayımcısını bekliyor.
*Kitabı okuduğumda “ciddi” bir emek ürünü olduğunu gördüm. Hem kitabın bütünlüğünü, hem de tarihinden gelen özgünlüğünü korumak bağlamında etik değeri olan özgün bir çalışma ortaya koymuşsunuz. Her şeyden önce DEDE KORKUT dili ve bu dilin günümüzün anlaşılır, akıcı Türkçesine dönüştürülmesi üzerine sorumlu bir yazar olarak yoğun bir emek harcamışsınız. İyi de etmişsiniz. Bütün bunlara bir de “ilköğretim” çağı çocuklarını hedef kitle olarak seçmiş olmanızı ekleyince ne büyük ve kutsal bir çalışma sergilediğinizi daha iyi algıladım. Belli ilkeler gözeterek yaptığınız çalışmanın bu anlamdaki özellikleri ve özgünlükleri üzerine söyleyecekleriniz olmalı…
MELİH ELAL:
Öncelikle özgün metnin dil özelliklerini, örneğin sözdizimini, bozmamaya çalıştım. Bilimsel veriler, hedef kitlemin metni anlaması için cümlelerin altı sözcüğü geçmemesi gerektiği yönünde… Bu nedenle cümle kuruluşlarında 5-6 sözcüğü geçmemeye çalıştım ve böylece metni çocuklar için anlaşılır kıldım.
İkinci olarak, çocukların sözcük dağarcığını varsıllaştırmayı, anlam ayrıntılarını fark edip günlük dillerinde de kullanmalarını amaçladım. Bu doğrultuda özgün metinde kullanılan “gövermek”, süsmek” gibi sözcükleri olduğu gibi kullandım ve metnin bitimine ayrıntılı bir sözlük ekledim.
9-14 yaş grubunun bir başka özelliği de soyut anlatımları tam olarak kavrayamamalarıdır. Bu nedenle soyut anlatımları içeren deyim ve anlatımları kullanmamaya çalıştım. Kullanmak zorunda kaldığımda da bu söz kalıplarını sözlüğe ekleyerek, açıklamaya çalıştım.
* “…koyunlardan koç kırdırdık”(s.10), “Gördü kimse gelmez”… “Çok kana bulandı”(s.13), “Elini gününü yağmalattı”(s.17), “Canını çok almışım”(s.21), “Çok doyum oldu”(s.47), gibi; daha çok da destansı bölümlerde görülen “Titredi benim canım”(s.20), “Benim akça göğsüme”(s.23),”Benim tatlı canım”(s.26), “Benim mezarım”(s.27), “Neler geldi benim başıma”(s.66), “Çekerim ben göz acısını”(s.89), “Senin boyun posun yok”(s.121), “Senin gözceğizin… senin alıncağızın” (s.164) gibi asıl metne özgü yapıları olduğu gibi almışsınız. Dilimizin tümce yapısı, güzel anlatım ilkesi ve dilbilgisi açısından sorun gibi gözüken bu yapılarda, hedef kitleye olumlu örnek olması açısından günümüz Türkçesine uygun değişikliler yapmanız daha uygun olmaz mıydı? Ayrıca, sözlüğün metinlerden hemen sonuna konulması ulaşılabilirliği daha da artırmaz mıydı?
MELİH ELAL:
Bu verdiğiniz örneklerin ve benzerlerinin korunması bence işlevsel bir özellik taşıyor. Öncelikle öğrencilere, günümüzden beş altı yüz yıl öncesine ait bir Türkçe metinle karşı karşıya olduklarını duyumsatıyor. Böylece dilin yaşayan bir varlık olduğunu, yüzyıllar içinde değişip gelişerek yaşamını sürdürdüğünü anlatmamızı sağlıyor. “Benim tatlı canım” derken, adıl yüklem bağlantısındaki gelişimi görüyoruz. Günümüzde kişi adılının bu tür anlatımlarda artık kullanılmadığını, yüklemdeki kişiye yönelik iyelik ekinin bu işlevi üstlendiğini anlatmamıza, öğretmemize yardımcı oluyor. “Çekerim ben göz acısını” örneğinde olduğu gibi, devrik cümlenin yanlış bir kuruluş olmadığını, konuşma diline özgü bir anlatım olduğunu, devrik cümle kullanıldığında konuşma diline daha çok yaklaşılacağını gösteriyor. Fark ettirmeden yazma konusunda öğrencilere yardımcı oluyor.
Sözlük konusuna gelince: Her öyküye çocukların ilgisini çekecek bir ad vermiş ve o öyküyle ilgili sözlükçeyi metnin sonuna eklemiştim. Yayımcım, sözlüğü kitabın arkasına eklemeyi uygun gördü.
Burada bir konuyu daha açıklayayım. Aslında her öyküyü bir kitap olarak tasarlamıştım. Sayfanın tamamı resimlenecek, öykü 12 punto harflerle resmin üstüne basılacaktı. Böylece görsel çekicilik de sağlanacaktı; ama olmadı.
*DEDE KORKUT adlı çalışmanız “100 TEMEL ESER”olarak sunulmuş. O diziden bir yapıt çünkü. Bu konuyla ilgili sayısız yazılar yazıldı, tartışmalar yapıldı; böyle bir diziyi olumlu bulanlar da oldu, olumsuz bulanlar da. Orta öğretim kurumlarında ve hatta üniversitede dilimiz ve yazınımızla ilgili dersler vermiş, uzman bir kişi olarak sizin düşüncelerinizi de alabilir miyim?
MELİH ELAL:
Bu tür kısıtlamalara karşıyım. Bizim dilimizde “Vur deyince öldürür” biçiminde bir deyim vardır ve önemli bir özelliğimizi yansıtır. Şimdi 100 eser belirlediğinizde ve temel dediğinizde, bunun dışında hiçbir şey okunmayacak ve okullara sokulmayacak gibi bir algı oluşmaktadır ve bu okuma alışkanlığının kazanılması açısından son derece sakıncalıdır.
Oysa öğrencilerin mutlaka okuması gereken yapıtlar vardı ve olmalıdır da… Siz İngiltere’de Shakespeare’nin, Almanya’da Goethe’nin, Fransa’da Victor Hugo’nun eğitim aşamasındaki çocuklara okutulmadığını düşünebilir misiniz? Ama ne yapıyor onlar: Hangi düzeyde öğrenciye seslenmek istiyorlarsa, konunun uzmanı yazarlara ona göre metinler hazırlatıyorlar. Gerekirse resimlerle, gerekirse çizgi roman biçiminde sunuyorlar. Çocuk severek okuyor. Yaşı ilerlediğinde severek okuduğu o metnin aslını merak ediyor ve okuma gereği duyuyor. Böylece kendi kültürünü, sanatını özümsemiş oluyor. Bizse lise çağındaki gence Namık Kemal’in İntibah adlı romanını aslından okutmaya çalışıyoruz. Genç hiçbir şey anlamıyor, öğretmeni ödev verdiği için zorla okuyor ya da okumuş gibi yapıyor. Daha sonraki yaşamında da edebiyat dendi mi, öcü görmüş gibi kaçıyor.
Bana göre her öğrenci Dede Korkut Oğuznameleri’ni, Kutadgu Bilig’i, Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı, Pir Sultan Abdal’ı, Halit Ziya Uşaklıgil’i, aklıma geliverenler bunlar, okumalıdır. Ama önce bu yapıtlar, sanatçıların yapıtları, onların algılayabilecekleri düzeye getirilmelidir.
*Bu bağlamda yanıtlamanızı istiyorum: Son yıllarda çocuk yazınına dair bir patlamayla karşı karşıyayız. Bu olgunun nicel ve nitel boyutlarıyla ilgili olarak da söyleyecekleriniz olmalı diye düşünüyorum.
MELİH ELAL:
Eğitim Fakülteleri’nin kurulması, özellikle de Sınıf Öğretmenliği Bölümleri’nin çalışmaları, yetiştirdikleri öğretmenler yoluyla yeni yeni meyvelerini vermeye başladı. Ezber odaklı eğitim yerine, düşünmeye, araştırmaya odaklı eğitim, öğrencileri okuyup araştırmaya yöneltti. Doğaldır ki, bu yönelişten çocuk yazını da payını alacaktı. Öğrencilerde okuma aşkı gelişip talep arttıkça çocuk yazının yönelik gelişmeler de onu izledi.
Burada 80’li yıllarda ortaya çıkan Can ve Gözlem Yayınları’nın nitelikli kitaplarını da göz ardı edemeyiz. Bu yayınevleri güçlü yazarlarımızı çocuk yazınına yöneltti ve nitelik geldi. Günümüzde bu alanda da bir patlama yaşıyoruz. Olumlu yayınların yanında, insanın içini acıtan, bu çocuklara aktardıkları yalanları, sonra nasıl olumluya çevirecekler, yayınlarla da karşılaşıyoruz. Somutlaştırayım: Bir çevirmen Pinokyo’ya dua ettiriyor. Çocuklarımıza ilk öğrettiklerimizden biri de yalan söylememektir. Bu çevirmenin kitabını okuyup dini bilgilerle büyüyen bir çocuk, ergenliğe erişince Pinokyo’nun yazarının kendi dininden olmadığını, çevirinin kimi bölümlerinin yalan olduğunu öğrenince, acaba yetiştiği ortama ne gözle bakacaktır? Ben yalanlarla dolu bir ortamda büyümüşüm demeyecek midir? Burada öğretmenlere büyük görevler düşüyor. Bu tür kitapları ayıklamak ve öğrenciyle buluşmasını önlemek.
*Türk klasikleri bağlamında DEDE KORKUT benzeri başka çalışmalarınız da olacak mı?
MELİH ELAL:
Dede Korkut’un gençlik versiyonu üzerinde çalışıyorum. Bir hayalim de Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’ini çocuklara ve gençliğe kazandırmak.
*Dilimize değgin kaygılarınız, ya da sevinçleriniz var mı? Dilimiz kirleniyor mu, arınıyor mu?
MELİH ELAL:
Sevinç değil kaygılar taşıyorum. 70’li yıllarda Saussaure, Fransızca için “Frangilizce” demişti. Bugün biz de Türkçe için “Türkingilizce” diyebiliriz. Televizyonda, radyoda, çarşıda, pazarda bir yabancı dil merakıdır gidiyor. Toplumun büyük bir bölümü ikinci dil olarak İngilizce bilse gam yemeyeceğim. Ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Bir “plaza!”ya gidiyorsunuz, kapının üzerinde “exit” yazıyor. Çevrenize bakıyorsunuz, hiç yabancı yok. Çevirip birkaç kişiyi sorsanız ne anlama geldiğini, bileceklerini sanmıyorum. Bakın “autlet” ne anlama geldiğini Türkiye’de, o mağazaları açanlar da dahil, kaç kişi biliyor acaba? Ben bir türlü öğrenemedim. Anlamını bilmediği yerlere girip çıkanlar, sorgulamayanlar, dogmaların tuzağına da düşmeye mahkumdurlar.
*Son bir soru da AKATALPA Dergisi’yle ilgili… Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğünü yaptığınız AKATALPA adlı dergiyle ilgili bilgi vermenizi istiyorum. Nasıl bir dergidir, nasıl çıkıyor, yazın dünyamızdaki yeri nedir?
MELİH ELAL:
Akatalpa, şiiri kaygı edinen bir dergi. Radikal bir dergi. Her okura ulaşmayı düşünmüyor ve hiçbir zaman da düşünmedi. Okuru Akatalpa’yı buluyor.
Ramis Dara, Serdar Ünver, Hilmi Haşal, Nuri Demirci ve İhsan Üren’in katkılarıyla ortaklaşa çıkan bir dergi. Ben formalite gereği sahibi ve sorumlusu olarak görünüyorum.
Yazın dünyasındaki yerini ben saptayamam, ama iyi bir yerde olduğumuzu sanıyorum.
RAİF KAPLANOĞLU
BURSA KÜLTÜRÜ
Her şehirde yaşayana şehirli denmez… Şehirli olmak, bir kültür işidir. Yarım asır şehirde yaşayıp da şehirli olamayan insanlar çoktur. Ancak bunun sorumlusu şehirli olamamış hemşerilerimiz değil, bu şehrin yöneticileridir…
Kişi ile mekân arasındaki süren romantik ilişkinin farklı mekâna göç etmekle yarattığı kopuş, bazen, zaman içinde mekânın değişmesiyle de yaşanır. Asırlardır Bursa'da yaşayan Bursalılar bile, son 30-40 yılda şehre yabancılaştı…
Prof. Dr. İlber Ortaylı, Göç Sempozyumu'da yaptığı konuşmasında İstanbul için ilginç bir saptama yaptı: "Türkiye'deki hemen tüm kırsal alanlarda altyapı sorunlarının çözülmüş olmasına karşın, kentlerde yaşanan onca işsizliğe karşın yine de kırdan kente göçün yaşanması anlaşılır gibi değil. Altyapısı tamamlanan yüzlerce köy, bugün boşalmıştır. İstanbul'a göçler, kitaplarda okutulan o klasik tabirle "Kırın itmesi, kentin çekmesiyle" gerçekleşmiyor.
Bugün İstanbul'a gerçekleşen göçün temelinde yatan en önemli gerekçe şu: Talana, yağmaya, yasadışılığa, gasplara olan duyarsızlık.Kırsal kesimdeki aileler için İstanbul, kısa sürede ranta dönüşebilecek sonsuz işgal alanlarının bulunduğu, fethedilecek topraklar olarak görülmekte...
10. Bursa Edebiyat Günleri, hafta sonunda yapıldı… Büyükşehir Belediyesi ile BKSTV'nin düzenlediği Edebiyat Günleri, Bursa'nın kültürel gelişmesine önemli bir katkı yapıyor.
Tiyatro ve Karagöz sanatçısı olmasam da, yıllardır Bursa'da Karagöz Festivali'ne katkı yapmaya çalışıyorum. Tıpkı edebiyatçı olmadığım halde Bursa'da yayımlanan edebiyat dergilere yaptığım katkılar gibi… Benim Bursa'daki bu tür kültürel etkinliklere ilgim, ne edebiyatçılığımdan ne de Karagöz sanatçısı olmamdan ileri geliyor. Benim bu etkinliklere olan katkımın tek nedeni, bu etkinliklerin kent kültürüne yapacağı katkıdır…
Edebiyat Günleri'nde, bir zamanlar Bursa'ya dair yazıları ve şiirleri taşralılık olarak görüp dergilerinde yayınlamayı sakıncalı bulan bazı edebiyatçı dostlarımızın en güzel şiirlerini ve yazılarını, Bursa'ya dair yazdıklarını sevinerek gördüğümü söylemek isterim. Kent üzerine yazmak, bir edebiyatçı için taşralılık değil, edebiyatın ta kendisidir…
Mekânla kişi arasındaki romantik ilişki.
Her şehirde yaşayana şehirli denmez… Şehirli olmak, bir kültür işidir. Yarım asır şehirde yaşayıp da şehirli olamayan insanlar çoktur. Ancak bunun sorumlusu şehirli olamamış hemşerilerimiz değil, bu şehrin yöneticileridir… Bu hafta sizlerle kent kültürü üzerine söyleşmek istiyorum.
Kişilerle mekânlar arasında romantik bir bağ vardır. Kişiler, çocukluğunun geçtiği mekânlar çok kötü olsa da, yeni ve farklı hatta çok daha güzel bir şehre, mekâna taşındığında bile mutlu olmaz. Her zaman çocukluk yıllarının geçtiği mekânı arar. Uzun süre mekânla kişi arasında bir uyum sağlayamaz. Kişi bu yeni mekânda kendisini yabancı hisseder…
Yerel yöneticiler, yönettikleri şehre, çok farklı mekânlardan kopup gelen hemşerilerimize, halen yaşadıkları ve nesiller boyu yaşamak istedikleri bu şehri tanıtmalı ve onu sevmesini sağlamalı. Çeşitli kent ve kasabalardan gelen insanlar Bursa'yı sevip mutlu olamazsa, kentte yapılan eserleri de koruyamayız...
Dostları ilə paylaş: |