Moğolların Damadı Zorba Sultan
Gazan Han, 696 (1297) tarihinde Mesud’un yerine kardeşi Feramûrz’un oğlu III. Alâaddin Keykubad’ı Selçuklu Sultanlığı’na ve Şemseddin Ahmed Lakuşî’yi de vezirliğine tayin etti395.
Gazan Han israfların önünü almak için memurların devlet kasasından gayrikanunî olarak türlü şekillerde para almalarını reddetti. Ancak Gazan Han’ın bütün mali reformlarına rağmen Moğol yöneticileri tarafından Anadolu’nun soyulması, zenginlerin mallarını almak için onlara işkence yapılması ve türlü zulümler, isyana zemin hazırlamıştır. Bu dönemde Selçukluların dağılma sürecine girmesiyle uç Türkmenleri kendi başlarının çaresine bakmak amacıyla bağımsızlık çabaları içerisine girmişlerdir.
Bu ortam ve şartlarda Anadolu Moğol Emirü’lümerâsı Sülemiş 1298’de Gazan Han’a karşı ayaklandı. Baycu Noyan’ın torunu olan Sülemiş uç Türkmenlerini de isyana davet ettiği gibi Taştimur ve Akbal gibi Moğol kumandanlarını kendi tarafına çekmeyi başardı396. Gazan Han, Orta Anadolu bölgesine hâkim olan Sülemiş’in üzerine Emir Çoban, Kutluğşah, Mulay ve Sutay gibi ünlü kumandanlarını gönderdi. İki taraf arasında 24 Receb 698 (27 Nisan 1299)’de Erzincan Akşehri’nde yapılan savaş sonunda mağlup olan Sülemiş, Şam tarafına gidip Memlûklara sığındıysa da Moğol emirleri onu bulup getirdiler. 28 Eylül 1299’da Sülemiş Tebriz meydanında öldürülerek cesedi ateşe atıldı397. Sülemiş isyanındaki tutumundan ve kendisine itaat arz etmesinden memnun kalan Gazan Han, huzuruna geldiği zaman III. Alâaddin Keykubâd’ı Şehzade Hülacu’nun kızıyla evlendirerek tekrar Anadolu’ya gönderdi. III. Alâaddin Keykubâd, ondan cesaret alarak ve çevresindeki devlet adamlarının da teşvikiyle İlhanlıların mali soygunlarına katıldı. Aksarayî’ye göre Sivas’a gelen sultan ve maiyeti, Ramazan’da meydanlarda at koşturup, cevgân oynamışlar, taşkınlıkları halkın canına, malına ve ırzına kadar uzanmıştı. Halk, Anadolu’daki Moğol askerî birliklerinin komutanı Abışka’ ya onu şikâyet etti. Abışka, onu yakalatarak Gazan Han’a gönderdi. Orada yargılanan III. Alâaddin Keykubâd, ölüme mahkûm edildiyse de karısı Hülacu’nun kızı sayesinde affedildi. Tahtından azledilerek 1301 tarihinde İsfahan’a gönderildi. Onun ölünceye kadar orada yaşadığı rivayet edilir398.
Hanedanın Sonu
Aksarayî’ye göre o sırada Hemedan’da bulunan IL Mesud, 702 (1302) yılında ikinci kez Türkiye Selçuklu Sultanlığı’na tayin edilerek Konya’ya gönderilip tahta çıkarıldı. Dolayısıyla Aksarayî ile yazdıklarının çoğunu İbn-i Bibî’den ve Aksarayî’den aldığını söyleyen Müneccimbaşı Türkiye Selçuklu sultanlarının isimlerini Mesud’un 704 (1305)’teki ölümüne kadar götürürler399. Fakat Kazvinî ve Mirhond gibi müellifler, III. Alâaddin’in tahttan indirilmesi ile birlikte Selçuklu Devleti’nin tamamen sona erdiği görüşündedirler. Keza Anonim Selçuknâme de Mesud’un ikinci saltanatından bahsetmez. Müneccimbaşı, Türkçe yazılmış olan bir Selçuknâme’de gördüğünü söylediği bir bilgiyi şu şekilde nakletmektedir: “Emir Çoban oğlu Timurtaş, Ebû Sâid Bahadır Han’ın buyruğu ile 718 (1317–1318)’de Anadolu’ya gelerek Selçuklu Hanedanı ile ilişiği olanların hepsini, bir çocuk dahi bırakmayarak yok etti. Bunlardan bazıları dağlara kaçmışlar ve Karamanoğullarına sığınmışlardı. Karamanoğulları ileride işlerine yarar diye aralarında dünürlük yapmışlarsa da, sonradan kalleşlik ederek köklerini kazımışlardır”400. Müellifin verdiği bu bilgiye dayanarak, Selçuklu Hanedanı’nın Anadolu’da 1318’e kadar varlığını devam ettirdiğini söylemek mümkün olmakla beraber, en azından gerçek bir saltanatın devam ettiğini söylemek doğru değildir. Aslında II. Mesud’un ölümüyle, Selçuklu Hanedanı’nın ilahî menşeli olduğuna dair hiçbir Türk’ün şüphe duymadığı kut inancı öylesine bozuldu ki, hiçbir Selçuklu şehzadesi sultan olarak ilan edilmedi. Anadolu’da baş kalmadığı için kırk kadar yöresel Türkmen beyi ortaya çıktı. Diğer taraftan İlhanlıların çöküşe geçmesiyle birlikte, Anadolu’daki Moğollar, Türklerle tamamen kaynaşmaya ve kendilerini Anadolu halkından sayıp o şekilde hareket etmeye başladılar. 1335 yılı sonunda İlhan Ebû Sâid Bahadır Han’ın ölümüyle Anadolu beylikleri de bağımsız hale geldiler.
Kaynaklar
-
Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, II, çev. Ö. Rıza Doğrul, Ankara 1987.
-
Ahmet Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, I, Ankara 1953.
-
Aknerli Grigor, Moğol Tarihi, çev. H. D. Andreasyan, İstanbul 1954.
-
Ayan, E., “Anadolu’da Moğol Hâkimiyeti’nin Sonu”, Türk Kültürü, Ağustos 2002, Sayı 472, s. 44-465). .
-
Ayan, E., “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu”, A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Erzurum 1999, Sayı 13, s. 277-286.
-
Ayan, E., “Trabzon Dukalığı: Gabras Ailesi”, Karadeniz Tarihi Sempozyumu (25-26 Mayıs 2005), I, Trabzon 2007, s. 55-66.
-
Ayan, E., “Türkiye Selçuklularında Köle Emirler (II): Şemseddin Yavtaş”, Omeljan Pritsak Armağanı, Sakarya 2007, s. 471-482.
-
Aydın, S., Doğu Batı Arası Gökkuşağı Selçuklu Sikkeleri, İstanbul 1994.
-
Cüveynî, Târih-i Cihangüşâ, I, neşr. Mirzâ Muhammed İbn ‘Abdüvahhâb-i Kazvinî, Tahran 1367 hş.
-
Deguignes, Hunların Tarih-i Umûmîsi, IV, terc. Hüseyin Câhid, İstanbul 1923.
-
Ebülferec-İbnülibri, Tarihi Muhtasarüddüvel, çev. Ş. Yaltkaya, İstanbul 1941.
-
Efe, A., Celaleddin Karatay Hayatı ve Eserleri, Karatay Belediyesi Yayını, 1977.
-
Ioannes Kinnamos’un Hİstoria’sı (1118–1176), çev. I. Demirkent, Ankara 2001.
-
İbn-i Bibî, el-Evâmirü’l-Alâiye fi’l-Umûri’l-Alâiye, I-II, haz. Mürsel Öztürk, Ankara 1996.
-
Kaya, A, Anadolu Selçuklu-Bizans İlişkileri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi 1998.
-
Kaymaz, N., “Anadolu Selçuklu Devletinin İnhitatında İdare Mekanizmamsının Rolü I”, DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, II/2-3, Ankara 1964, s. 91-154.
-
Kaymaz, N., Pervâne Muînü’d-dîn Süleyman, Ankara 1970.
-
Kazvinî, Tarih-i Güzîde, İng. Terc. E. G. Brown, London 1913.
-
Konukçu, E., “Baycu Noyan’ın Erzurum Kuşatması”, Omeljan Pritsak Armağanı, Sakarya 2007, s. 483-504.
-
Köprülü, F., “Türk ve Moğol Sülalelerinde Hanedan Azasının İdamında Kan Dökme Memnuîyeti”, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, I, 1941-1942, s. 1-9.
-
Mirhond, Ravzâtu’s-Safâ, II, neşr. Abbâs Zeryâb, Tahran 1358 hş.,
-
Müneccimbaşı, Anadolu Selçukîleri, terc. H. F. Turgal, İstanbul 1935.
-
Ocak, A. Y, Babailer İsyanı, İstanbul 1996.
-
Ocak, A. Y, Türk İslam İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültürü, Ankara 1990.
-
Plano Karpini, Moğol Tarihi ve Seyahatnâme, çev. Ergin Ayan, Trabzon 2001. .
-
Reşîdüddin Fazlullah, Câmi’ ü’t-tevârîh, neşr. Muhammed Rûşen-Mustafa Mûsevî, Tahran 1373 hş.
-
Reşidüddin Fazlullah, Târih-i Mübârek-i Gazanî, neşr. K. Jahn, Gravenhage 1957.
-
Rice, T. T., The Seljuks In Asia Minor, London 1961.
-
Rubruk, Moğolların Büyük Hanına Seyahât, çev. Ergin Ayan, İstanbul 2001.
-
Sevim, A., Merçil, E., Selçuklu Devletleri Tarihi Siyaset, Teşkilat ve Kültür, Ankara 1995.
-
Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mirâtu’z-Zamân, VII/2, Haydarabad-Dekkan 1951.
-
Spüler, B., İran Moğolları, çev. C. Köprülü, Ankara 1987.
-
Sümer, F., “Ağaçeriler”, Belleten, III, 1962, s. 521-528.
-
Sümer, F., “Anadolu’da Moğollar”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, Sayı I, Ankara 1969, s. 1-147.
-
Turan, O., “Keykâvus II. “, İA, VI, s. 642-645.
-
Turan, O., “Keykubâd I. “, İA, VI, s. 646-659.
-
Turan, O., “Selçuklu Devri Vakfiyeleri III, Celâleddin Karatay Vakıfları ve Vakfiyeleri”, Belleten, XII/45, 1948, s. 17-171.
-
Turan, O., Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 2001.
-
Unat, F. R., Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihe Çevirme Kılavuzu, Ankara 1994. .
-
Uzluk, F. N., Anadolu Selçukluları Tarihi III, Ankara 1952.
-
Uzunçarşılı, İ. H., Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, Ankara 1988.
-
Yaltkaya, Ş., Baypars Tarihi, II, Ankara 2000.
HİNDİSTAN’DAKİ TÜRK DEVLETLERİNİN KURULUŞ VE YIKILIŞLARI
Enver KONUKÇU
Hindistan, batı kaynaklarının India’sıdır, Hindistan coğrafi olarak Asya’nın güneyindeki üç büyük yarımada arasında ve Alt-Kıtayı, yani Sub-Continent’i temsil etmektedir. Iran, Afganistan, Himalayalar ve Assam ile çevrili olup yarımadanın her iki yanı Hind Okyanusu diye isimlendirilmiştir. Eski kaynaklarda ise bu büyük denizin adı Bahr-ı Umman’dır. Ülke güneyde Seylan Adası ile son bulmaktadır. Ters çevrilmiş bir üçgen karakteri taşımaktadır. Hemen her türlü iklim yaşanmaktadır.401 Arabistan, Hind-i Çini ve Çin gibi özel bir kültür ve medeniyete sahiptir. Tarihi, masallara ve destanlara, zaman ilerledikçe de yazılı kaynaklara dayanmaktadır. Hemen ilk söylenebilecek tarihî yapılanma şehir devletleri olmaktadır. Greklerin polis, yani kent idari şekli burada da göze çarpmaktadır. Devletin-şehrin baş idarecisi Raca’dır.402 Birkaç şehri elinde bulunduran kimse ise Maharaca/büyük raca adını taşımaktadır.403 Kendisi ile birlikte tahtı temsil eden bayan ise Rana/rani’dir.404 Bunların güvenliğini sağlayan askerler ise genelde yabancı ve ücretli kimselerdi. Rajput405 adı verilen bu askerler, savaş zamanlarında komşu racalara karşı başarılı406, ancak dışarıdan gelen barbar anlamına eşit bir sıfat olan mlecchalara407 karşı da bir o kadar zayıf idiler.
Hindistan’da tarih, kültür ve medeniyet iki büyük akarsu boyunca meydana gelmiştir: İndus ve Ganj. Bu iki ana kol da üst ve aşağı bölgelerde, denize ulaştıkları yerlerde, dünyanın birçok yerindeki gibi büyük deltalar oluşturmuştur. Indus’un kaynakları karlı zirveleri ile tanınan yüksek dağlardır. Süleyman ve Himalayalardan başlayan vadilerde kaynaklanan akarsular aşağılarda Hindistan’a, Afganistan’ın bağlantısını sağlayan geçitlerin hemen güney-doğusunda Pencab’ı meydana getirir. Beş büyük koldan oluşan Pencab, Farsça isimlendirme olup “beş nehir, su” anlamındadır. Böylece güney-batı, güney yönünde akışını sürdüren nehrin suları oldukça boldur. Tam orta kısımlarda başlayan, Pencab’ın güneyini ve birleşik kısmını meydana getiren ana kola ise yerliler Sind/Sindhu demektedirler. Bu nehir, Hind Okyanusu’na dökülmeden önce de büyükçe bir delta oluşturur.408
Ganga ise Hindce isimdir. Coğrafya literatürüne Ganj diye geçmiştir. Himalayalardan başlayan uzun yolculuk, Kuzey Hindistan-Bangla ve Calcutta yakınlarında, Dakka/Daka’nın güneyinde, oldukça geniş alanı içine alan delta ile Hind Okyanusu’nun Bengâle Körfezi’nde son bulur. Ganga’nın Dehli yakınlarındaki iki nehir arası Miyân-dü-Âb adını taşımaktadır. Kara’dan sonra Bangla’ya girer. Bangladeş’te Brahma-putra Nehri ile birleşerek engin bir derya oluşturur.
Kaynaklara, konu teşkil eden siyasi kuruluşlar daha çok Pencab, Ganj ve Bengâle’dedir. Tarihî açıdan yapı itibarı ile Hindular ve yabancı hâkimler, ülke tarihinin seyrini sağlamıştır.
Kuzey Hindistan’da kurulan devletler, Racalar ve Sultanlar tarafından uzun süre idare edildi. Hindular için Guptalar örnek verilebilir.409 Bunların tarihî başkentleri, XVIII. yüzyıla kadar istisnasız model olan Delhi’dir. İlk devirden başlayarak 1526’daki Babürlülere kadar merkez rolünü oynayan kent, Ganj’ın Yamuna/Jamuna batısındaki Delhi, Dili, Köhne Dehli, Türk Sultanlıkları zamanında yedi değişim ile son durumuna kavuşmuştur. Dili, ilk devir Müslüman kaynaklarında “h” ilâvesi ile Dehli’ye dönüşmüştür. XVIII. yüzyılda, İngiliz yönetiminin başlaması ile söyleyişe uygun olarak “h:l” değişmesi ile Delhi ismi ortaya çıkmıştır. XIX. yüzyıldan sonra da “Yedi Kentli” Yeni Delhi artık kabuk değiştirmiş, Türklerin köhne olarak devraldığı şehir, bu asırda da aynı sonuçtan kurtulamamış, tekrar örenleşmeye bırakılmıştır. Kuzeyde Babürlülerin Dehli’sine, İngiliz hâkimiyeti ile de New Delhi/Yeni Delhi eklenmiştir.410 Diğer başkentler ise Pencap’daki Lahor, Dehli yakınlarındaki Agra, Fetihpur Sikri ve Evrengâbâd’dır. Kuzeydeki Türk Sultanlıklarına bağlı, sonraları bağımız devletlerin başkentleri de Ahmedabad, Mandu, Dhar, Multan, Uçç, Bengâle’de ise Lakhnauti’dir.411
KUZEYDEKİ DEVLETLER:
Hind kaynaklarındaki ilk yabancılar Makedonyalılardır. İskender, İndus boylarına kadar gelmiş ve barış yaparak geri dönmüştür. Onun Hindistan dışındaki, Belh merkezli Baktria Helenleri, Tarn’ın deyimi ile Forgotten Kingdom/ Unutulmuş Krallık’tır.412 Perslerin hâkimiyeti ise Makedonyalılardan öncedir. Firdevsi’ye destan yazımında konu teşkil eden destanî şahlar, kahramanların Hindistan ile ilgileri de Şahname’nin zevkle okunan bölümlerini oluşturmuştur.
Asya’dan, Mâverâünnehr’den, Ceyhun’u geçerek, Baktria Krallığı’na son verenler de Kuşanlar413 ve Sveta Huna adı ile tanınan Akhunlardır414, Afganistan ve Hindistan’ın kuzeyinde yaşayan ilk Hun devleti dolayısıyla Huna-Mandala adının yerleşmesini sağlayan bu Türklerin en meşhur hükümdarları Toramana ve Mihiragûla idi.415 Hindûların ve büyük racaların boyun eğdiği Akhunlar, Asya-Avrupa ticaretinin geçtiği hemen bütün yollara hâkimdi. Göktürk-Sâsâni işbirliği sonunda yıkılan Akhunların enkazı üzerinde, gerçi Sâsâni-Göktürk hâkimiyeti vardır, ama el-Harezmî’nin de işaret ettiği, bu arada İslam kaynaklarının da belirttiği Türk kabileleri, Afganistan-Hind Geçidleri yakınlarında, Akhunların/Eftalitlerin kalıntıları olarak göze çarpmakta idi. Bunların başında gelen ve Gazneliler zamanında da rol oynayacak olan Oğuznâme’de de zikredilen Ka1aç, yani Halaçlar gelmekteydi.416 Kalaçlar ve diğer Türk gruplarının meydana getirdiği Türkşahilerden417 sonra yönetim kısa süreli, Gaznelilerin gelişine kadar Hindûşahilerin merkezi, el-Birûni’nin de bahsettiği Ohind/Vayhand kültür ve medeniyet merkezi idi418. Gaznelilerden Afgan geçitlerini aşarak kuzeybatı topraklarına giren Türk lideri, Türkistan kökenli ve Sâsânilerin de memlûklarını teşkil eden Türklere dayanan Sebük Tiğin idi. O ve oğlu Mahmud’un (998–1030) Pencab ve hatta Gucerat’a kadar uzanan on altı tarihî seferi, Utbi ile Beyhâki’nin tarihlerinin konularını teşkil etmektedir.419 Böylece, Hindistan’da, Mleccha yerini Turukka/Turuskalar: Türkler almaya başlamış ve XII. yüzyıldan sonra da Türk Sultanlıkları bunu devam ettirmiştir. Hemen hepsi memlûk kökenli olan devlet kurucularının asker kaynağı ve kendileri Seyhun ve Ceyhun ötesi Türklerdi.
A. Kutbiler (1206-1210)
Hindistan’da, Dehli merkezli kurulan ilk Türk devleti, sultanlığı Kutbilerdir.420 Saltanat süreleri kısa olmasına rağmen, bu unvanı taşıyan, Cüzcâni tarafından da Kutb ed-Dîn unvanı, sıfatı ile tarihine kaydedilen hükümdar, sultan Aybeg’dir. Onun diğer sıfatı da “şell” olup “kırık parmak” anlamına gelmektedir. Gurlular hizmetindeki Aybek’in, Türkistan kökenli olduğu biliniyor. Cüzcâni’nin uzun uzadıya bahsettiği gençlik günlerinde Gur Sultanı Mu’izz ed-Dîn yanında geçmiştir. I. ve II. Tarain Meydan Savaşlarında yer almış, sultanın Gazne’ye dönmesi ve az sonra da hayata veda etmesi öncesi Hindistan’da âdet olduğu üzere bırakılan “naib”lik müddetince, Dehli de dâhil kuzey toprakları Gur Devleti topraklarına katılmıştır. Kutb ed- Dîn Aybek, 1206 hâdisesi nedeni ile Cüzcâni’nin tarihinde özel yer ayırdığı “Mu’izzî Melikleri”nin421 ilki ve en önemli şahsiyetidir. Melik olarak, Gazne hâkimi Tac ed-Dîn Yıldız, Multan ve Uçc’da Nâsır ed-Dîn Kabaca, doğuda Bengâle’de, Kalaçlardan Muhammed bin Bahtiyar meseleleri ile ilgilenmek zorunda kalmıştır. Ancak, talihsiz ve beklenmeyen zamanda, yoğun devlet işleri arasında bulduğu vakitleri, çevgan ile dolduran Aybeg, atının sürçmesi sonunda yaralandı ve tabii olarak yaraların tesiri ile de hayatını kaybetti (1210). Gucerat-Bengâle, Lahor-Gvalior gibi geniş sahaları içine alan toprakların hâkimi olan Kutbîler, Ârâm Şah’ın yeteneksizliği nedeni ile birden bire idari değişikliğin kurbanı oldu. Aybek’in kudretli meliklerinden İl-Tutmuş, Türk beylerinin de ricası ile ayrıca saraya damad/küregen oluşu nedeni ile geniş taraftar kazandı ve akrabası ve kayınçısı Ârâm Şah’ı tahtından indirerek Dehli’ye sahip oldu.422
B. Şemsîler (1211-1360)
Unvana dayalı ikinci Dehli Sultanlığı’nı Şemsîler temsil etmektedir. Devletin kurucusu İl-Tutmış gibi Türkçe bir isme sahip olan sultanın unvanı da tahta geçer geçmez Şems ed- Dîn’dir. Cüzcâni ve onun izindeki tarihçiler de o yüzden ikinci sultanlığı “Şemsîler” diye isimlendirmişlerdir. İl-Tutmış Türkistan kökenlidir. Orada, asil bir aileye mensuptu.423 Kabilesinin adı İl-Barı diye anılan Uluğ Borlı’dur. Aylam, han oğlu idi ve çocukluğunda dahi ayrıcalıklı bir kişiliği oluşmaya başlamıştı. Hz. Yunus’a benzer bir şekilde, ülkesinden koparıldı. Tüccarlara satıldı ve böylece yeni ufuklara doğru hayatının yönünü belirledi. Talihinin yardımı ile Gazne yolu ile Hindistan’a geldi. Aybek’in sarayına intikal ile emirü’l-ümeralığa kadar yükseldi. Kendisindeki özellikler, aynen efendisi Aybeg’de de vardı ve bu yüzden gözden hiç düşmedi. Aybeg öldüğünde Bedaun’da idi ve Dehli’den gelen haber üzerine, Türk beylerinin de ricası ile başkent üzerine yürüyerek, tahtı ele geçirdi (1211). İlk iş olarak Aybeg’den kalan Sind ve Pencab işlerini yoluna koydu. Kuzeybatıdaki Tac ed-Dîn Yıldız ve Multan ile Uçç hâkimi Nâsır ed-Dîn Kabaca işlerini hâlletti. Savaşlar sürerken, Mu’izzî Melikleri ile anlaşamayan Kalaç ileri gelenlerinin sığınma tekliflerini geri çevirmeyerek, onları ordusuna dâhil etti. İl-Tutmış, tarihin seyrinin sonucu olarak, Cengiz Han Moğollarının önünden kaçan Harezmşah Celal ed-Dîn’in geçici olarak kendi arazisinde kalmasına izin verirken, onun işbirliği teklifini de geri çevirerek, Harezm gailesinin önüne geçti (1221). Yine Cüzcâni’nin kaydına göre de Cengiz’in, Hindistan yolu ile ülkesine dönmesi isteğini geri çevirmekle, Moğollardan korkmadığını ortaya koymuştur.424 Ülke içindeki haydutların kökünü kurutmada herkesin sevgisini kazanan İl-Tutmış, merkezî yönetimin sağlanmasında, kendisine yardımcı olacak Kırklar/Çihilgânileri425 teşkil etmesi ile de Dehli Sultanlıklarında revaç bulacak bir destek sistemini hayata geçirdi. Bu teşkilatla içine hemen her cins ve kabileden insan, yetenekleri ve güvenilirliği çerçevesinde Kırklara katılabilmiştir. Kendisinden sonraki hanedanlar da bu modeli benimseyecekler, ama kendi isimleri ile meselâ Balabanî, Celalî, Alâ’î ve Tuğlukî diye maiyette bulunduracaklardır. İl-Tutmış, doğu meselesi ile de ilgilendi. Önceleri Aybeg’e dost ama Şemsîlere düşmanca davranan Lakhnâuti Kalaçlarına karşı sindirme harekâtını başlatmış, aşılamayacak zannedilen Bengâle bataklıkları ve ormanları onun için engel teşkil edememiştir. 1230’da Kalaç beyleri itaat altına alınmış, ani bir kararla da Bilge Melik’i saf dışı ederek, mali imkânları bolca sağlayacak, tabii ordu için filler de dâhil, mali ve diğer kaynaklar da temin edilmiştir. Hindu racalarına da göz açtırmak niyetinde olmayan İl-Tutmış, üzerlerine ordu yollayarak onları da itaat altına almıştır. Kendi düşüncesine göre önemli yerler Dehli’ye bağlanmalı, uzaktaki racalar için de itaat sözü alınarak, yıllık vergiye bağlanmaları gerçekleştirilmiştir. İl-Tutmış 30 Nisan 1236’da öldü ve Kutûb Camii yanında türbesinde toprağa verildi. Hindistan’daki çağdaş tarihçilere göre İl-Tutmış Hindistan’ın en büyük yöneticisi ve devlet adamı idi. Tam bir devlet adamı, muktedir, zeki, insana değer veren, askerinin gözdesi ailesinin de medar-ı iftiharı idi. Dış siyasetteki azimli tutumu Celâl ed- Dîn Harezmşah ve hepsinden önemlisi Hindistan kapılarına dayanmış Moğollara, yani Cengiz Han’a bile önem vermemesi, onun ne kadar güçlü ve korkusuz olduğunu göstermektedir.
Şems ed-Dîn İl-Tutmış’un meydana getirmeye muvaffak olduğu Sultanlık, 1236’da ölümünden sonra, beklenmeyen bir şekilde sarsıldı. 1266’ya kadar, kendi çocukları ve eşleri devlet yönetiminde söz sahibi oldular. Büyük emeklerle oluşturduğu Çihilgâniler ise diğer Türk Beyleri gibi kaypak siyaset güderek, güçlü gibi görünen saray mensuplarının yanında gözüktüler. Rükn ed-Dîn Firûz, Râziye, Mu’izz ed- Dîn Behram (1240–1242), Alâ ed-Dîn Mes’ûd ve son sultan Mahmud babalarının yerini hiç bir şekilde dolduramadılar. Türklük sıfatlarından ayrıldılar ve isimlerinin sonlarına Farsça “Şah”ı aldılar. Devletin çöküş sebepleri çağdaş tarihçi Cüzcâni tarafından açık bir şekilde anlatılmaktadır. Ama onun yazdıklarından anlaşıldığına göre Su1tanlar yeteneksiz, eğlence düşkünü ve naiblerin, uluğ hanların elinde oyuncak hâle düşmüş ve İl-Tutmış zamanında hiç görülmeyecek şekilde kadınlar saltanatı da kendisini hissettirmişti. Terken Hatun ve Melike-i Cihan isimleri her zaman ön planda kalmıştır. Sultanların kendi zevkleri nedeniyle aşırı harcamaları, hazineyi boşaltmaları, askerlere Ârız-ı Memâlik tarafından zamanında ödemelerin yapılmaması da huzursuzluk kaynağı idi. Rükn ed-Dîn Firûz (1236) bunun ilk temsilcisi olmuştur. Tarihçiler, onun için, eğlence sahibi, nezâketli, cömert, sarayı çalgıcı, müzisyen ve soytarılarla doldurması, saltanatının sonunu hazırlamıştır. Kardeşi Râziye Begüm ise Dehli’de tahtı elinde bulunduran ilk kadın Hatun idi. Nedense, tarihçinin de vurguladığı gibi İl-Tutmış ısrarla bayan olmasına aldırış etmeyerek veliaht olarak onu göstermişti. Babasına benzeyen tarafları vardı. Ancak tahtı nasıl temsil edeceği konusunda tereddütler, dinî açıdan da görünme olayı huzursuzluk yaratan ilk unsurlardı. Daha tahta geçişinin ilk senesinde, arzularının kurbanı oldu ve kardeşi için “katillerin sonu ölümdür” diyerek, ortadan kaldırması da saltanatın ilk eksilerindendir. Tarihçi Cüzcâni de o ve halefleri için iyi sözler kayd etmemektedir. Bir kısım melikler de ondan memnun değillerdi. Bu eğilimlerini daha Sultan İl Tutmış sağ iken “büyümüş, becerikli oğulları varken, bir kızın veliaht gösterilmesi münasip değildir” demişlerdi. Bu arada, Râziye’nin annesi ile işbirliği, bazı yakın adamları ile sıkı teması, diğer melikleri küstürmüştür. Bu gibi davranışlar dalgalar hâlinde Bengâle, Dekken, Sind ve Orta Hindistan’a yayıldı. Ayaklanmalar oldukça şiddetli bir şekilde bastırıldı ve devletin direği durumundaki eyalet valileri de bertaraf edilmeye başlandı. Râziye’nin sonu da Rükn ed-Dîn Firûz gibi oldu. Acımasızca öldürüldü. Ondan sonra Şemsî tahtına geçenler Mu’izz ed-Dîn Behram (1240–1242), Alâ ed-Dîn Mesud (1242–1246) ve Nâsır ed-Dîn Mahmud (1246–1266) idiler. İmad ed-Dîn Reyhan ve Uluğ Han, Han-ı Azâm, Naib-i Saltanat gibi mevkileri elinde bulunduran Balaban ise sultanları kukla duruma düşürdüler. Ancak, sonuncusu, Türk asıllı olduğu için Şems ed-Dîn ailesine karşı daha ılımlı siyaset takip etmiş, devletin muhtemel çöküşünü 1266’ya kadar geciktirmiştir. Dehli’de Şemsî Sultanlarının dış tehlikeler karşısında kaldığı da tarihçilerce ifade edilmektedir. Tabii, bunların başında, kalabalık şekilde kuzey-batı arazisinde göze çarpan Moğollar vardı. Bağdad Halifeliğinin Hülagü tarafından ortadan kaldırıldığı tarihte Moğollar da kuzeyden inerek Pencab’ı tehdit ederek korkulu anlara sebeb oldular. Nâsır ed-Dîn Mahmud, Şemsî meliklerine ve Balaban’a güvenerek, onları tehdit etmekten de geri kalmamıştır. “Şayet Moğol atlarından birinin tek nalı Sultanlık arazisine basar ise, onun dört ayağı birden kesilecektir” sözleri, meydan okuma şeklinde anlaşıldığı için Dehli sarayında yankılanmıştır. 1264’te, Sultan Mahmud hastalandı. İki yıllık süre içinde de durumunda bir değişme görülmedi. 18 Şubat 1266’da hayata gözlerini yumdu ve böylece az sonraki saltanat darbesi ile yine Türk kökenli bir melik duruma hâkim oldu ve kendi hanedanının temellerini attı.426
Dostları ilə paylaş: |