Uluğ Beg
Timur’un ölümünün ardından uzun mücadelelerden sonra Halil Sultan tutsak alınıp (1409) Acem Irak’ına gönderilince, Mâverâünnehr’in idaresi Uluğ Beg’e bırakıldı ve ölünceye kadar Semerkand’da kaldı. Paralar üzerinde ve hutbede Şahruh’un adı geçmekle birlikte, çağdaşı tarihçiler Uluğ Beg’e bir vali gözü ile bakmıyorlardı. 1425 tarihli bir kitabe de o, daha babasının sağlığında ve Şahruh’tan hiç söz edilmeksizin “En büyük Sultan, bütün kavimlerin hükümdarlarının efendisi ve yeryüzünde Tanrı’nın gölgesi” olarak gösterilmiş; 1427’de kendisine ithaf edilen bir eserde ise “Sultanların en büyüğü, en âlimi, en âdili” olarak nitelendirilmiştir.
Uluğ Beg babası Şahruh zamanında başkent Herat’a seyahatinden başka, ülkenin diğer yörelerine gitmemişti. Babasının batıya yönelik seferlerine onun gönderdiği yardımcı birlikler katılıyor, fakat o, kendi bölgesine yakın yerlerde cereyan eden savaşlara bile katılmıyordu. O, babasının sağlığında, tek oğlan olmasından dolayı, veraset konusu ile ilgilenmemişti. Şahruh Rey’de ölünce hanımı Gevherşad, Uluğ Beg’e yaranmak için Uluğ Beg’in oğlu Abdüllatif’e kumandanlığı üstlenmesini teklif etmişti. Bu görevi yüklenen Abdüllatif, dedesinin cesedi ile birlikte Horasan’a doğru yola çıkmış ve Nişabur’a gelmişti. Ancak burada iken Şahruh’un Herat’ta bırakmış olduğu torunu Alauddevle’nin hazineyi ele geçirerek Meşhed’e ordu gönderdiğini öğrenmişti. Herat’tan gönderilen ordu Nişabur yakınında baskınla Abdüllatif’i tutsak aldı. Bu durumda Uluğ Beg’in hükümdarlığı tehlikeye düşmüş oluyordu. Bunun üzerine Horasan’a yürüyen Uluğ Beg oğlunu kurtarmayı başarmış, ancak Horasan’da kalmayı kendisi için uygun görmeyip Özbeklerin Semerkand yakınlarına gelip şehrin etrafını yağmaladıklarını haber alınca babasının cesedi, Şahruh’un dünyanın çeşitli yerlerinden Herat’a getirttiği sanatkârlar ve bazı değerli eşya ile ele geçirebildiği kadar hazineyi alıp Herat’ta oğlu Abdüllatif’i bırakarak Semerkand’a doğru uzaklaşmıştı (1448). Buna rağmen o ertesi yılın başlarında Horasan’ı işgali düşünürken kendi oğlu ile savaşmak zorunda kaldı. Uluğ Beg ve Abdüllatif’in orduları Ceyhun Irmağı’nın iki yakasında karşılıklı olarak bir süre beklemişler, ancak çarpışma olmadan Uluğ Beg dönmek zorunda kalmıştı. Bir süre sonra o yeniden Abdüllatif üzerine yürümüştü. Baba ile oğul arasında meydana gelen savaş Uluğ Beg’in yenilgisi ile sonuçlanmıştı (Eylül 1449). Kendiliğinden oğluna teslim olmayı uygun gören Uluğ Beg’e Abdüllatif başlangıçta Mekke’ye gitme izni vermiş, fakat gıyabında yapılan yargılama sonucunda Uluğ Beg’in vaktiyle Abbas adında birinin babasını öldürtmüş olmasından dolayı şeriata göre kısas hükmü verilmişti. Mekke’ye gitmek üzere Semerkand’dan ayrılan Uluğ Beg birkaç saat sonra yolda durdurulmuş ve Abbas kılıcı ile onu öldürmüştü (Ekim 1449)511.
Buhara’da inşa ettirdiği medresesinin kapısı üzerinde “İlim tahsil etmenin kadın-erkek bütün Müslümanlara farz olduğu” hadisini yazdıran Uluğ Bey’e gelinceye kadar İslam dünyasında bir bilginin tahta oturduğu görülmemişti. Astronomi ile ilgili eser yazarı olması dolayısıyla onun hükümdarlığı gölgede kalmıştır. Tarihçilerin deyimiyle “Eflatun’un bilgisi ve Feridun’un haşmetini” üzerinde toplamış olan Timur’un bu torunu, küçük yaştan itibaren devlet işlerine sırt çevirerek kendini matematik ve astronomiye adayan idealist bir bilgin hüviyetine bürünmüştür.
Ana dili olan Türkçe’den başka dinî konularda tartışacak kadar Arapça ve şiir yazacak kadar Farsça bilgisi olmakla birlikte o, “dinlerin ve dillerin zamanla değişikliğe uğradığı halde, müsbet bilimlerin hükmünün her millet için devamlı kalacağı, bunların ilahiyat ve edebiyata üstün olduğunu” ifade ile kendisini matematik ve astronomiye adamıştı.
Abdüllatif
Uluğ Beg’in öldürülmesi ile devletin idaresi Herat ve Semerkand olmak üzere iki kola ayrılmıştır. 1449 yılı sonlarına doğru Mâverâünnehr’de Abdüllatif’in hâkimiyeti artık tamamen yerleşmiş gibi idi. Semerkand’ın hayatı da Uluğ Beg zamanındakinden oldukça farklı bir görünüm almıştı. Abdüllatif babası gibi astronomi ve tarihle ilgileniyor, bunun yanında din adamları ve dervişlere saygıda kusur etmiyor, onların derslerine devam ediyordu. Ulu Cami’de hutbe, halifeler zamanında olduğu gibi hükümdar tarafından okunmaya başlanmıştı.
Abdüllatif devri Uluğ Beg devri ile kıyaslanacak olursa, din adamları için iyi, ahali ve asker için kötü bir devir olmuştur. O, itaatte en ufak bir kusur göstereni cezalandırırdı. Bu yüzden onun idaresinden memnun olmayanlar ayaklanmaya bir türlü cesaret edememişlerdi. Buna rağmen kendisine suikast düzenlendi. Bu teşebbüsün başında ise beglerinin öcünü almayı kendine görev bilen Uluğ Beg ve Abdülaziz’in adamları bulunuyordu.
Suikast, hükümdar, konağından sabah namazına giderken 8 Mayıs 1450 günü meydana geldi. Katil, hükümdarı öldürdükten sonra kaçarak Türkistan (Yesi) şehrine gelmiştir. Fakat aslında kaçmasına gerek yoktu. Çünkü Abdüllatif’in öldürülmesinden sonra idare Abdüllatif’in düşmanlarının eline geçmişti. Abdüllatif, suikast sırasında Türkçe olarak “Allah ok teğdi” diyerek atından düşmüş ve başı gövdesinden ayrılmıştı512.
Abdullah
Suikastçılar, İbrahim Sultan’ın oğlu Mirza Abdullah’ı tahta oturttular. Abdüllatif’in şiddete dayanan idaresinden sonra, nisbeten ılımlı olan Abdullah ile Şeyhülislamın örnek aldıkları Uluğ Beg zamanı geri gelmiş bulunuyordu. Devlet idaresindeki bu değişiklik özellikle din adamlarının yaşadığı Buhara’da iyi karşılanmamıştı. Abdüllatif’in ölüm haberi üzerine şehrin daruga ve kadısı tutsak bulunan Ebu Said’i serbest bırakarak ona biat etmişlerdi. Ebu Said hemen Semerkand üzerine yürümüş, lakin yenilerek bozkırlara kaçmıştı. Abdullah’ın ise Semerkand’ı ele geçirmek isteyen başka bir rakibi Baysungur oğlu Alauddevle ile mücadele etmesi gerekmişti. Abdullah, Alauddevle üzerine yürümüş, ancak taraflar savaşmadan dönmüşlerdi.
Bu sırada Ebu Said Türkistan (Yesi) şehrini ele geçirmişti. 1451 yılı başında Abdullah’ın gönderdiği ordu şehri kuşattı. Fakat Ebu Said, Özbek elbisesi giydirerek etrafa gönderdiği adamları ile Özbek Han’ı Ebu’l-Hayr’ın yardım için gelmekte olduğu söylentisini çıkararak kuşatanları aldatmayı başardı. Bunun üzerine Semerkand’dan gelen ordu kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı. Fakat bu defa bizzat Abdullah’ın kendisi sefere çıktı. Bu durumda Ebu Said, gerçekten Özbeklerden yardım istedi. Ebu’l-Hayr bunu fırsat bilerek Ebu Said ile birlikte Semerkand üzerine yürüyerek Şiraz köyü yakınlarında 1451 yılı Haziran ayında kendilerinden daha kalabalık olan Çağatayları yenilgiye uğrattılar. Öyle ki Abdullah dahi öldürülenler arasında bulunuyordu513. Galipler bundan sonra hiçbir direnme ile karşılaşmadan Semerkand’ı ele geçirerek Ebu Said’i tahta oturttular.
Ebu Said
Ebu Said’in saltanatı (1451–1469) ise Uluğ Beg’inkinin aksine din adamlarının hâkimiyeti devri idi. Daha başlangıçta Abdüllatif’in katilleri öldürülmüşler ve böylece Semerkand’da Uluğ Beg’in 40 yıl süren hoşgörülü hâkimiyeti yerine, Ebu Said’in Taşkent’ten davet ettiği Nakşibendî tarikatı şeyhi Hoca Ahrar’ın yine 40 yıl sürecek olan hâkimiyeti başlamış oluyordu.
Mâverâünnehr’de bunlar olurken, Irak-ı Acem’de kendini hükümdar ilan etmiş olan Sultan Muhammed, Kara Koyunlu Cihanşah’ın saldırısına uğramış ve Kazvin ile Sultaniye Kara Koyunuluların eline geçmişti. Herat hâkimi Babûr, 1451 yılında kardeşi Sultan Muhammed’i öldürdükten sonra Acem Irak’ı ve Fars bölgelerini de kendi topraklarına kattı. O bundan sonra Şahruh’un halefi tavrını takınarak, Rey’den Kara Koyunlu Cihanşah’a amirane bir mektup gönderip vaktiyle Şahruh’u olduğu gibi şimdi de kendisini metbu tanımasını, eskiden olduğu gibi vergi göndermesini istemişti. Kendisini ondan daha güçlü gören ve Timurluların artık çöküntüye yüz tuttuklarını bilen Cihanşah, Tebriz’de bütün kuvvetlerini toplamış ve oğlu Pir Budak idaresindeki bir orduyu Acem Irak’ına göndermiştir. Sâve, Kum, Isfahan şehirleri ile Fars ve Kirman bölgeleri kolaylıkla ele geçirildi.
1457 yılı baharında Timurlu mirzaları arasındaki mücadelelerden yararlanmaya karar veren Cihanşah ertesi yılbaşında kuvvetlerini Rey’de toplamış, bundan sonra oğlu Muhammedî Mirza’yı göndererek, Meşhed, Nişabur ve Horasan’ın batı yörelerini işgal ettirmişti. Cihanşah Meşhed’e geldikten sonra Timurluların başkenti Herat’ı almaya hazırlandı ve Haziran ayında şehre girdi. Cihanşah artık sadece Mâverâünnehr hâkimi Ebu Said’den endişe etmekte idi. Sonbaharda ordusu ile Belh’e gelen ve ardından Murgab suyu kıyısında konan Ebu Said’in hareketleri Türkmenleri gerçekten endişelendiriyor ve onun durumu hakkında Kara Koyunlu ordusunda söylentiler dolaşıyordu. Bu yüzden Cihanşah Kirman’daki oğlu Yusuf Mirza ile Fars ve Irak-ı Arab valisi olan oğlu Pir Budak’ı yanına çağırdı. Ebu Said’in Herat’a doğru ilerlediğini öğrenen Cihanşah bu sırada Makû kalesinde hapsettirilmiş olan oğlu Hasan Ali’nin kurtularak Tebriz’i ele geçirdiğini işitince Horasan’da daha fazla kalmanın gereksiz olduğunu düşünerek, Ebu Said ile anlaşıp dönmeye karar verdi. Cihanşah’ın Horasan’dan ayrılması, Irak-ı Acem, Fars ve Kirman’ın Kara Koyunlularda kalması şartı ile barış yapıldı514.
Lakin bir süre sonra Cihanşah’ın Ak Koyunlu Hasan Beg tarafından öldürüldüğü haberinin ulaşması üzerine Ebu Said İran’ın batı bölgelerini ele geçirmeye karar verdi. Esasen Cihanşah’ın oğlu Hasan Ali babasının öcünü almak için Ebu Said’den yardım istiyordu. 1468 yılı başlarında hareket eden Ebu Said’e, Hasan Beg tarafından birkaç kere barış teklifinde bulunulmuş ise de, o bunları kabul etmeyerek ilerlemiş, lakin Hasan Beg’in çok iyi tanıdığı bölgelere gelince, Ak Koyunlu hükümdarı, Timurlu ordusunun ikmal ve iaşe yollarını kesmiştir. Bunun üzerine güç duruma düşen Timurlu ordusu dağılmış, Ebu Said tutsak alınarak 1469 yılı Şubat ayı sonunda öldürülmüştür515. Onun ölümü ile Timurlular Horasan’ın batısında kalan toprakları Ak Koyunlulara terk etmiş oldular.
Hüseyin Baykara
Ebu Said’in ölüm haberinin Herat’a ulaşmasının ardından Hüseyin Baykara (1465–1506) şehre girdi. Onun başkenti Herat ortaçağların öteki medenî merkezleri gibi hem medeniyet hem de eğlence merkezi idi. Hâkimiyetinin ilk 6–7 yılında sultan dindarca bir hayat sürdürmüş, ondan sonraki 30 yılda ise her gün öğle namazından sonra içmiştir. Fetih ve sefer düşüncesi artık kalmamış olup devlet sınırlarının genişlemesi ve gelirlerin artması da söz konusu olmuyordu.
Hüseyin Baykara’nın başlangıçta Şiiliğe eğilimi vardı. O bakımdan 12 imam adına Şii hutbesinin okunmasına izin vermişti. Fakat zamanla Ali Şir Nevaî’nin tesiriyle Sünniliği tercih etmiştir. Zamanında siyasi, idari ve mali güçlükler eksik olmadı. En büyük sıkıntı mali hususlarda idi. Buna çare olarak çeşitli kimseler vezirlik makamına getirildiler. Zaman zaman iki kişi aynı zamanda vezirlik makamına getirildi ise de, iki vezirin iş başına gelmesi de beklenenin aksine devlet işlerinde aksaklık ve aralarında uyuşmazlığa yol açtı.
Hüseyin Baykara’yı meşgul eden en önemli iç meselelerden biri ise oğullarının ayaklanmaları olmuştur. 1500 yılı yazında o yeniden ayaklanan oğlu Muhammed Hüseyin’e karşı Astarâbad’a yürüdü. Hâlbuki bu sırada Özbekler Semerkand’ı ele geçirmeye çalışıyorlardı. Muhammed Şibanî, Semerkand’ı zapt ederek, buranın hâkimi Sultan Ali’yi öldürttü. Daha sonra geçici bir süre için burasını geleceğin Hindistan Timurlu hükümdarı Babûr’e bırakmak zorunda kaldı ve nihayet 1501 yılında Semerkand’ı kesin olarak ele geçirdi.
1501 yılı başında Ali Şir Nevaî’nin ölümünün ardından Hüseyin Baykara ve Herat pek az yaşayabildiler. Şibanîlerin zaferini kolaylaştıran ve Babûr’ün hatıralarında söz ettiği Hüseyin Baykara’nın ölümünden sonra (1506)516 birbirinden nefret eden oğulları Muzaffer Hüseyin ile Bediüzzaman’ın ortak olarak sultan ilan edilmeleri gerçekten hayret edilecek bir şeydi. Mâverâünehr’de durumunu kuvvetlendiren Muhammed Şibanî, 1507 yılında Herat’ı da ele geçirdi. Bu medeniyet merkezinde Babûr’un ifadesine göre “Dünya görmemiş olan köylülük” hüküm sürmeye başlamıştı. Fakat aslında ahlak telakkileri zaafa uğramış, canlılığını kaybetmiş bir şehir topluluğunun yıpranmamış, diri Özbekler karşısında tutunmaları zaten beklenemezdi.
XVI. yüzyıl Timurlular için felaket devri oldu. Göçebe Özbekler, bu yüzyılın başında önce Harezm ve Mâverâünehr’i ve Hüseyin Baykara’nın ölümünün ardından Horasan’ı ele geçirerek Timurlu hâkimiyetine son verdiler. Safevî hükümdarı Şah İsmail’in 1510 yılında Muhammed Şibanî Han’ı ortadan kaldırmasından yararlanan Babûr’un bütün gayretlerine rağmen Mâverâünehr ve Harezm bölgeleri Özbek hâkimiyetinden kurtarılamayarak Timurlu sülalesi ancak Babûr’un Hindistan’da kurduğu devlet sayesinde varlığını sürdürebildi. Horasan bundan sonra sık sık Özbek sefer ve istilalarına uğramakla birlikte Safevîlerin idaresinde kalmış, Mâverâünehr ile Harezm yöresi ise Özbeklerce idare edilmiştir. 12 İmam Şiiliğini resmî mezheb olarak kabul eden Safevîlere karşı Özbekler Sünnilik siyaseti takip ettiler. Daha çok siyasi sebeplere dayanan bu ayrılık Horasan ve Mâverâünehr’in düşünce ve kültür hayatlarının, günümüze kadar gelmek üzere birbirinden farklı bir gelişme göstermesine de yol açtı.
İdari, İktisadi ve Kültürel Durum
Hâkimiyet Anlayışı
Müslüman bir çevrede yetişen Timur eski Türk ve Moğol geleneklerini de yaşatmaya çalışmış, yasayı da ihmal etmemişti. İbn Arabşah’a göre o, yasayı şeriata tercih ediyordu ve bu yüzden bazı ulema tarafından kâfirlik ile suçlanmıştı. Buna karşılık tarihçiler onun oğlu Şahruh’u ise şeriata bağlı bir İslam hükümdarı olarak anarlar.
Uluğ Bey’den sonraki hükümdarlar hâkimiyeti ele geçirebilmek veya sürdürebilmek için, din adamları ile ilişkilerini oldukça arttırdılar. Abdüllatif, Ebu Said ve Sultan Ahmet şeriatın oldukça tesiri altında kalmışlardı. Hüseyin Baykara ise daha serbest düşünceli olup ne dinin etkisinde kalmış ne de devleti töre ile idare etmiştir517.
Timur’un gayesi mümkün olduğu kadar ve hatta mümkünse o zamanın dünyasını hâkimiyeti altına almaktı. Tarihçi Şerefeddin-i Yezdî ona “Dünya iki hükümdara yetecek kadar büyük ve değerli değildir. Tanrı nasıl bir tane ise sultan da bir tane olmalıdır” sözünü isnat etmektedir518. Babür de “Aynı zamanda bir vilayette iki padişah karışıklığı ve haraplığı icap ettiren fitne ve perişanlığa sebep olur” sözleri ile merkeziyetçi hâkimiyetin gereğini ifade ile Hüseyin Baykara’nın ölümünden sonra iki oğlunun ortak olarak tahta oturmaları karşısında hayretini dile getirir519.
Hükümdar Ailesi
Timur, Cengiz Han ailesi ile akrabalığa özel bir önem veriyordu. Emir Hüseyin’in haremindeki Kazan Han’ın kızı Saray Mülk hanımı nikâhına almış ve böylelikle Küregen yani Güveyi unvanını taşımaya hak kazanmıştır. Timurlular zamanında hanımların devlet idaresinde önemli bir rolü olduğu görülüyor. Timur’un hanımları ve sarayındaki kadınların durumu genellikle İslam kanunlarına değil, eski Türk-Moğol geleneklerine uygundu. Timur’a giden İspanyol elçisi Clavijo şerefine verilen ziyafetlere hanımların yüzleri örtülü olmadan katıldıkları anlaşılıyor. Elçi için hanımlar da ziyafet düzenlemişlerdi520.
Diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Timurlularda da belli bir veraset usulünün bulunmayışından, ülke hanedanın ortak malı kabul ediliyor, bu bakımdan veliaht belli olsa bile, onunla öteki mirzaların yetiştirilmesi arasında bir fark gözetilmiyordu. Mirzalar arasında bir fark gözetilmemesinin sonucu olarak eyalet merkezlerine gönderilen mirzalar orada devlet merkezindeki idare teşkilatını aynen kurarak âdeta bir hükümdar gibi bölgeyi idare ederlerdi. Mirzaların hukuk’ durumları sık sık ayaklanmalara, dolayısıyla taht mücadelelerine ve nihayet devletin kısa sürede zayıflayıp ortadan kalkmasına yol açmıştır.
Ordu Teşkilatı
Askerî bir devlet özelliği taşımasından dolayı Divan-ı Buzurg-i Emaret başta gelmektedir. Tavacı Divanı adı da verilen bu divanın begleri diğer bütün görevlilerden önde geliyorlardı. Divanın başında bir Divan Begi bulunmakla birlikte pek çok Tavacı Emiri mevcuttu. Geniş yetkileri bulunan Tavacılar asker topluyor, ordunun düzeni ile meşgul oluyorlar, ganimeti paylaştırıyor, hükümdarın önünde geçit törenlerini de yaptırıyorlardı.
Hükümdarların hassa alayı olarak 1/000 kişilik Kavçin bölüğü bulunduğu gibi, hükümdarın yakınlarından olarak İçki, İnak, Yasavul ve Çehrelere rast geliyoruz. Ordu asıl anlamı on bin demek olan Tümen, Binlik (Hezare) ile Yüzlük yani Koşunlardan meydana geliyor, sağ kanat (Baraungar), sol kanat (Caungar) ve merkez (Kol) kısımları ile öncü (Monglay veya İrevül) ve artçı (Çagdavul) kısımlarına ayrılıyordu.
Ordunun silah ihtiyaçlarını karşılamak üzere başında Kurbegi’nin bulunduğu Cebehane veya Kurhane mevcuttu. Savaşta yararlılık gösterenler ödüllendiriliyor ve kendilerine Suyurgallar veriliyordu. Bununla daha çok bir arazi kastedilmekte olup Suyurgal sahibi bütün vergilerden muaf tutuluyordu. Bu Suyurgallara zaman zaman Tarhanlık da ekleniyordu. Tahranlık genellikle askerî ve ticari olup, Tarhan sahibi bütün vergilerden muaf tutuluyor, işlediği dokuza kadar suçtan kendisine hesap sorulmuyordu521.
Timur’un başarılarının sırrı muhakkak ki hükümdarlar için kendilerini feda edecek derecede sadık, düzenli ve disiplinli bir ordu meydana getirebilmiş olmasında aranmalıdır. Timur’un yıllarca süren seferlerinin büyük bir şiddetle cereyan etmesine rağmen bazı beglerin kahramanlıkları, onların hükümdarlarına karşı tavırları karakterlerini ortaya koymaktadır.
Maliye
Türk-Moğol toplulukları dışındaki ahalinin işleri ve mali konularla ilgilenen ikinci divan ise Divan-ı Mal veya Sart Divanı diye adlandırılıyordu. Bu divanın begleri teşrifatta Tavacı Emirleri ile Darugalar arasında yer alıyorlardı. Başlıca görevleri ise vergi işlerini yürütmek, tarım faaliyetleri ile ilgilenmek ve gelirlerin arttırılmasını sağlamaktı. Para bastırılması, hesapların tutulması ve vergiler ile ilgili yolsuzluklara dair şikâyetler de bu divanın görev alanına giriyordu. Devlet hazinesi Semerkand kalesi ve Herat’ta İhtiyareddin kalesinde saklanıyordu. Ancak hazinenin miktarı hakkında pek bilgimiz yoktur. Ayrıca gelirlerle bütçenin durumu hakkında herhangi bir fikre sahip değiliz. En yüksek para birimi Tümen olmakla birlikte, en çok kullanılan para biriminin Irak ve Kepekî dinarı ile dirhem ve tenge olduğu anlaşılıyor. Vergi memuru olarak Muhassıl ve Tamgacılardan söz edilmektedir. Vergi olarak İslamiyet’in alınmasını uygun gördüğü vergilerden başka özellikle ticaretle zanaat ehlinden alınan Tamga bunların başında geliyordu. Ekili arazi ve köylüden Kılan; göçebelerden ise hayvan vergisi olarak Gavane payı alınmakta idi.
Diğer Görevliler
Hükümdara çok yakın olan Mühürdar, Yargucu ve hazineden sorumlu olarak Hazineci’den söz edildiğini görmekteyiz. Saray idaresi içinde muhafız olarak Korciler, mutfak ve yemeklerden sorumlu olan Bökevul, aşçı durumunda olan Bavurci veya Suci, ahırlardan sorumlu olan Ahtacı, nevbet çalınması ile görevli Nekkareci ve av hayvanlarından sorumlu olan Kuş Begi, ordugâhın düzenlenmesinden sorumlu Yurtçu ve Yasavulların var olduğunu biliyoruz.
Herhangi bir şehir veya bölgenin idari ve askerî işleri Hâkim ve Darugaların üzerinde idi. Kale komutanlığı vazifesini ise Kutvallar yürütüyordu. Dinî görevliler olarak ise Sadr, Şeyhülislam, Kadı, Nakib, Müderris ve Muhtesib sayılabilir522.
İmar, Ziraat ve Ticaret Faaliyetleri
Timur göçebeler tarafından hoş karşılanmayan bir harekette bulunarak Semerkand’ı başkent olarak seçmiş, burada binalar inşa ettirmişti. Özellikle Semerkand’ı imara çok önem vermiş, ele geçirdiği ülkelerden getirttiği usta ve sanatkârlara Semerkand yakınında yeni yerleşim yerleri kurdurtmuş, bağ ve bahçeler inşa ettirmişti. Semerkand’daki yapıların en muhteşemi Bibi Hanım Mescidi adı verilen Semerkand Camii idi. Timur’un inşa ettirdiği binalardan biri de Gök Saray olup, devlet hazinesinin saklandığı yer ve hapishane olarak kullanılıyordu. Sarayların duvarları Timur, oğulları, torunları ve begleri ile askerlerinin zaferlerini gösteren resimlerle süslenmişti. Timur ve hanedan mensuplarından bazılarının gömülü olduğu türbe ise (Gur-i Mir), Timur tarafından Ankara Savaşı’ndan dönüşte inşa edilmişti. Onun inşa ettirdiği eserlerin en önemlilerinden biri ise Ahmed-i Yesevî’ye hürmeten onun mezarı üzerine inşa ettirdiği türbe ve hankâhtır.
Timur’dan sonra Şahruh zamanında devlet merkezinin Herat olması bu şehrin yükselmesini sağladı. Timur’un Semerkand’da yaptığı gibi, Şahruh da Herat’ı devletin merkezi haline getirmeye gayret sarf etmiş, bu faaliyete onun hanımları, oğulları ve begleri de katılmışlardı.
Ulug Beg’in inşa ettirdiği eserlerin en ünlüsü “kadın erkek bütün Müslümanlara ilim tahsil etmenin farz olduğu” hadisinin kapısı üzerinde yazılı olduğu Buhara’daki medrese idi. Semerkand’daki medrese ise 1420 yılında tamamlanmış olup burada Uluğ Beg’in de katıldığı ilmî tartışmalar yapılıyordu. Kûhek tepesinin eteğinde ise Rasathane inşa ettirilmişti. Hüseyin Baykara devrinde Herat, kültür ve sanat merkezi olarak zirveye ulaştı. O, burada medrese, hankâh ve darüşşifa inşa ettirdiği gibi, Ali Şir Nevaî de Herat ve Horasan’da pek çok hayır eseri yaptırarak, bunları idare için bir vakıf kurmuştu. Bunların sonucu olarak Timurlu devri mimarisi gerçekten üstün bir seviyeye ulaşmış ve Avrupa’da “Timurlu Rönesansı” tabirinin ortaya çıkmasına yol açmıştır523.
Timur zamanında imar faaliyetlerinin yanında göçebe geleneklerinin üstünlüğüne rağmen tarım da ihmal edilmemişti. Yezdî’nin ifadesine göre onun işlenebilecek hiçbir yerin boş kalmasına gönlü razı değildi. Bu maksatla o, ele geçirilen ülkelerden pek çok kabileyi başka yerlere göçürerek bazı yerleri yerleşime açmış, pek çok kanal kazdırmıştı.
Şehirlerin imarı ve kanallar açılmasına Şahruh zamanında da devam edildi. O, 1410 yılında yaklaşık 200 yıldan beri harap bir halde bulunan Merv şehrinin imarını buyurmuştu.
Devletşah her ne kadar Uluğ Bey zamanında arazi vergisinin en düşük seviyeye indirildiğini ve bunun köylünün refahını arttırdığını, İsfizarî de Hüseyin Baykara devrinde tarıma açılmayan yer kalmadığını, işlenmeyen toprakların kanallar açılmak suretiyle işlenir hale geldiğini ifade ediyorsa da, köylünün sıkıntı içinde yaşadığını dile getiren kayıtlara da sahip bulunmaktayız524.
Timur, ticaretin hazine için büyük bir gelir kaynağı olduğunun farkında idi. Clavijo’nun ifadesine göre o, başkentini dünyanın en mükemmel şehri yapmak için ticareti daima teşvik etmişti525. Bu düşünce iledir ki 1402 yılında Fransa kralına gönderdiği mektubunda karşılıklı olarak tüccarların gidip-gelmesini, onlara güçlük çıkarılmamasını, zira dünyanın tüccarlar sayesinde bayındır bir hal aldığını yazıyordu526.
Tüccarları koruma siyaseti Şahruh zamanında da devam etti. Zira bu tarz ifadelere biz onun Çin imparatoru ve Memlûk sultanına gönderdiği mektuplarında da rastlıyoruz.
Tebriz ile Sultaniye’nin ticari önemi Timurlular zamanında da devam etti. Sultaniye beynelmilel bir pazar durumunda idi. Ancak güneydeki Hürmüz ve civarındaki adaların beynelmilel ticaretin merkezi olduğu anlaşılıyor. Abdürrezzak-ı Semerkandî, dünyanın her tarafından çeşitli dinlere mensup tüccarların buraya geldiklerini, rahatlıkla alış-veriş yaptıklarını kaydetmektedir527.
Menşei Uygurlar devrine kadar giden, Moğollar devrinde canlandırılan, devlet sermayesine dayalı olan ortaklık kurumu bu devirde de varlığını sürdürmekte idi. Devlet hazinesinden kredi alan ortaklara büyük imkânlar sağlanıyor, hatta Tarhanlık verilerek vergilerden muaf tutulup hiç kimsenin onları rahatsız etmemesi, rüşvet istememesi ve hayvanlarına dokunmaması buyruluyordu. Hissedarları arasında hükümdar ailesi ve ileri gelenlerin bulunduğu bu ortaklıklarda faizli kredi usulü de uygulanmış, bu ise şeriata aykırı sayıldığından zaman zaman anlaşmazlıklara ve ulemanın muhalefetine yol açmıştır.
Başkent olması dolayısı ile Herat devletin gelirleri ve servetin toplandığı yerdi. Hüseyin Baykara devrinde Herat’ta biriken servet her türlü iktisadi faaliyetleri de arttırmış, eski çarşı ve pazarlar genişletilmişti. Herat’a bağlanan ticaret yolları üzerinde bu devirde yeni pek çok ribat inşa edilmiş olması bunun en büyük göstergesidir528.
Dostları ilə paylaş: |