Doğal ve Toplumsal Süreçlerde Kritik Sınırlar ve Senkronizasyonların Önemi
Doğada bazı sınırlar vardır, bu sınırlar aşıldığı an yepyeni yasalar ve güçler devreye girerler. Örneğin bir yıldızın oluşumu böyledir. Bir bulutsunun belli bir noktasındaki yoğunlaşma, çekim gücünün etkisiyle orada daha fazla yoğunlaşmaya; daha fazla yoğunlaşma daha büyük bir çekim gücüne; daha büyük bir çekim gücü daha büyük ve hızlı bir yoğunlaşmaya yol açar. Bu nedenle yıldızlar son derece hızla oluşurlar astronomik ölçülerle bakıldığında. Öyle bir noktaya gelir ki, yığılan maddenin kendi ağırlığı, onun merkezinde yüksek bir basıncın dolayısıyla da yüksek sıcaklıkların oluşmasına, bu da sonunda termo nükleer reaksiyonların başlamasına ve bir yıldızın doğuşuna yol açar.
Ancak bu tür süreçlerden her zaman yıldızlar da doğmayabilir. Tıpkı bazı bebeklerin tümüyle olgunlaşmadan erken doğması, düşük olması gibi, bir çok yıldızın erken doğumu da olur. Yani ısı ve basıncın belli bir uyum içinde artması gerekir, aksi takdirde, bir yıldız değil, bir “Kahverengi Cüce” de doğabilir. Evren aynı zamanda, yıldız olmayı başaramamış düşükler, “kahverengi cüceler” mezarlığıdır.
Toplumda da benzer süreçler görülür. Bir toplumsal kriz, bir toplumdaki bütün sınıfları eşit olarak etkilemeyebilir. Ya da bu etki o sınıfların ruh halinde aynı hızla değişikliklere yol açmayabilir. Ya da bir sınıfın ya da politik partinin siyasi ve ideolojik olgunlaşması, bir devrimci krizin olgunlaşmasından çok daha yavaş ve hızlı gelişebilir. Böyle durumlarda genellikle “düşük”ler, “kahverengi cüce”ler ortaya çıkar.
1970’ler bir bakıma böyleydi. Türkiye’nin sosyalistleri ideolojik ve politik olarak olgunlaşmadan, aşağı yukarı bir devrim öncesi bir durum olgunlaşmıştı. Sonuç, biraz erken doğum gibi, bir devrim değil ama 12 Eylül öncesi döneminin, biraz ikili iktidarı andıran, programsız ve perspektifsiz geniş kitle hareketlenmesi oldu. Keza aynı dönemde, Küçük burjuvazinin işçiler ve Kürt hareketinden önce gelen bir radikalleşmesi yaşanmıştı. Bu önceki radikalleşme hem işçilerdeki radikalleşmeyi geciktirmiş hem de perspektiften yoksun kılarak olumsuz etkilemişti. Ama işçiler radikalleşmeye başladığında, önce radikalleşenler, yani küçük burjuvazi yorulmuştu. Bu ortamda 12 Eylül darbesi mümkün olabilmişti
Başka bir örnek. Seksenlerden sonra, Kürt ulusunun radikalleşmesi başladı, ama aynı dönemde Türk İşçi ve küçük burjuvaları yorgun ve yenilmiştiler. Seksenlerin sonuna doğru, tam tekrar Türkiye işçi ve emekçilerinin mücadelesinin tekrar yükselişi başlamıştı ki, bu sefer bir süpernova patlamasının şok dalgaları, Yani Sovyetler ve Doğu Blokunun çöküşü, Türkiye’deki bu radikalleşme ve politizasyonu olmamışa çevirmiş, Kürt hareketi, gericilik ve yenilgi ortamında dünyada yükseliş eğilimi gösteren bir hareket olarak yapayalnız kalmıştı. Bunun en traji komik sembolü, Türkiye emekçilerindeki mücadelenin yükselişinin bir örgütsel, ideolojik ve politik yansısı olan Kuruçeşme Birlik Tartışmaları’nın Sovyetlerin çöküşünün gürültüsü altında yapılmasıdır. Tartışmalara katılanlardan birisi, “Akşamları televizyona bakmaya korkuyorum bu akşam da hangi ülke düştü diye” konuşmuştu. Durumu bundan daha güzel açıklayan bir önek bulmak zordur.
Olaylara böyle baktığımızda, ilk kez senkronize bir radikalleşme dalgasıyla karşılaşıyoruz. Türkiye’nin emekçileri hızla düzen partilerinden kopuyor, Kürtler ise hazır onları bekliyor. Sadece nesnel olarak değil, bir politika olarak da onları bekliyor. İmralı’da geliştirilen Demokratik Cumhuriyet stratejisinin özü, Kürt Kurtuluşunun bir yan ürün olarak Türkiye’de demokratik bir dönüşümü sağlaması değil; Türkiye’deki demokratik dönüşümlerin bir yan ürünü olarak Kürt Kurtuluşunu sağlamaktır. Bunun anlamı, Türk ezilenlerinin de, Kürtlerin demokratik dönüşümler programına gelmesidir. Şimdi ilk kez bu olasılık doğmuş bulunuyor.
Yeni strateji Kürt hareketini bir yenilgi ve moral bozukluğundan kurtardı, 12 Eylül sonrasında Türk solunda görülenin aksine. Kurtarmakla kalmadı, Kürt hareketine kendini yenileme ve yeni güçlere açılma olanağı sundu. Şimdi Türklerin de politizasyon ve radikalleşmesi başlamış bulunuyor, hem de bu tıpkı bir dizel motoru gibi, başlangıçta ağır hareket etmesine, çok zor harekete geçmesine rağmen, giderek artan bir hızla gerçekleşecek gibi görünüyor.
Ne var ki, toplumda farklı süreçlerin farklı gelişim ritimleri ve hızları vardır farklı koşullarda. Bir ordunun ilerleyişi, aşağı yukarı ordunun temelini oluşturan zırhlı birliklerin ilerleyiş hızına yakındır. Yani bir günde birkaç on kilometreden birkaç yüz kilometreye kadar değişebilir. Ama fikirler, ruh halleri, toplumsal sınıflardaki radikalleşmeler ve görüş değişiklikleri, en devrimci zamanlarda bile böyle bir hıza ulaşamaz.
Hele bir de buna ön yargıların yarattığı ek engeller; medyanın sansürü ve kontrolü gibi faktörler etkilenince, bu sürtünmelerin etkisiyle hız daha da yavaşlar.
Şimdi blok açısından sorun tam da böyledir. Dünyanın dönüş hızıyla, Bloğun yarattığı dinamizm ve coşkunun, kitlelerin derinlerinde gerçekleşen bu depremin yarattığı dalgaların, yani manevi Tsunaminin yayılış hızı arasında çok ciddi bir fark var. Yani bu Tsunami, Türkiye’nin ezilenlerinin bilincine ve davranışlarına varamadan, Türkiye seçim tarihine varacaktır büyük bir olasılıkla. Dolayısıyla, devrimci bir kabarış ile seçim propagandası döneminin çakışması ve devrimci kabarışın, seçime ön gelen günlerde zirvesine ulaşması, yani devrimci bir kabarışla seçim döneminin senkronizasyonu olasılığı şimdilik pek görünmemektedir. Devrimci kabarış, muhtemelen seçimden sonraki bir dönemde zirvesine ulaşma ve Türk ezilenlerinin bilinç ve davranışlarında bir değişme etkisi gösterecektir. Tabii bu arada, bloğun yüzde on barajını aşması veya aşamaması da bu devrimci kabarışın hızını ve şiddetini etkileyecektir.
Eğer devrimci kabarışla, seçimin takvimi denk düşse, arada bir senkronizasyon olsaydı, muhtemelen, bloğun çoğunluğu oluşturduğu ama gerçek gücü elinde bulundurmaktan çok uzak bir meclis ve gerçek iktidarı elinde tutan ama hiçbir meşru dayanağı olmayan şu “derin devlet” de denen, Osmanlı yadigarı devlet sınıflarının, daha özlü ifadesiyle ordunun arasında ikili bir iktidar (“diyarşi”) durumu doğabilirdi. Böyle bir durumda, meclis Ordunun elinden iktidarı alıp, onu halkın gerçek temsilcilerinin eline verecek bir devrimin organı haline dönüşebilirdi. Tabii ki bu kararlılığı ve kitle hareketlenmesini gösterebilmesi koşuluyla. Yani, hiç durmadan inisiyatifi eline alıp saldırması, peş peşe kanunlar çıkarıp, bunları kitle mobilizasyonuyla destekleyerek, bu günkü pahalı, baskıcı, bürokratik devlet cihazını hızla tasfiye etmesi, karşı tarafın kendini toplamasına zerrece fırsat vermemesi gerekirdi. Aslında esas sorun, Bloğun bir araya getirdiği güçlerin, bu kararlılığı gösterecek yetenekte olup olmadığı; bu yönde teorik hazırlıklarının olup olmadığı noktasındadır. Bloğu oluşturan unsurların, karakterlerine bakınca, bunu yapabilecek hazırlık ve yapılarının pek olmadığını söylemek gerekiyor.
Biraz Paris Komünü gibi bir durum söz konusu olurdu böyle bir durumda. Paris Komününde, hemen hemen hiç Marksist yoktu. Onun esasını, Blankici ve Prohudoncu geleneklerden işçiler ve onların temsilcileri oluşturuyordu. Ve Paris Komünü’nün hataları, özünde, bu hareketlerin tam da kendilerinin iddialı oldukları alanlarda yaptıkları ve yapmadıklarından oluşur. Yani eğer, bileşenler, teoride önem verdiklerini gerçekleştirselerdi; bloğun şimdiki halinde görüldüğü gibi, nispeten birbirlerinin olumsuzluklarını nötralize edebilirlerdi; fakat tam tersi olmuştur. Her iki tarafın da eksiklikleri damgasını vurmuştur. Blokta tohumu görülen, ve kitle hareketlenmesi içinde birbirlerinin olumsuzluklarını yok eden eğilim, Meclis’te pek ala tersine eğilimleri besleyebilirdi. Türk emekçileri ve Kürt Ulusal Hareketinin çoğunluğunu oluşturduğu bir Meclis de, muhtemelen gerekli kararlığı ve gösteremezdi, Türk sosyalistlerinin ekonomizmi ve Kürt Ulusal Hareketi’nin Mecliste daha güçlü yansıyacak ulusal dar görüşlülüğü ve reformizme yatkınlık, kararlı bir saldırıyı engeller, bu da karşı güçlerin toparlanması için fırsat yaratır ve devrimci kabarışın enerjisinin yok oluşuna yol açar, onu da bir restorasyon dönemi izlerdi; Türkiye, ciddi bir demokratikleşmeye uzun bir süre için tekrar veda ederdi.
Bu nedenle, radikalleşme dalgasının böyle yavaş yayılışı, bir yanıyla da iyidir. Belki yüzde on barajının aşılmasını tehlikeye atacak, aşılsa bile bir hükümet veya birinci parti olma durumu yaratmayacaktır ama aynı zamanda bu eksiklikleri gidermek için bir zaman kazanma anlamına gelmektedir. Daha yavaş hızla yayılan ve şiddetini daha yavaş artıran bir radikalleşme, gerekli hazırlıkları yapabilmek için daha geniş bir zaman aralığı demektir. Arada geçen yılların muazzam tahribatı unutulmamalıdır. Muazzam bir hafıza kaybı söz konusudur. Bu hafızanın tazelenmesi, unutulanların hatırlanması vs. bunlara ihtiyaç duyan bir yükselişi de gerektirmektedir. Bir yükseliş olmadan, unutulanların yeniden hatırlanması da söz konusu değildir. Unutulanları hatırlamadan ise, bir devrimci kabarışı başarıya götürecek siyasi olgunluğa erişilemez. Yani, yükseliş ve yayılış hızı, politik önderlerinin olgunlaşma ve ortaya çıkışından daha hızlı bir radikalleşme de bir düşük sonucu verebilir.
Yani, eğer, eğer uyumlu bir doğum, diyelim ki yüzde on barajını aşmak olarak tanımlanırsa, radikalleşmenin ritmi ve hızı bu anlamda yetmeyebilir ve yüzde onun altında bir sonuca, dolayısıyla bir düşüğe yol açabilir. Ama Doğum ile, bir devrimci durumu kast edersek, seçim bağlamında düşüğe yol açan hız yavaşlığı, devrimci durumda, bir düşüğü engelleyici, olgunlaşmaya zaman tanıyıcı bir işlev görebilir.
En ideal koşul, radikalleşme dalgasının yüzde onu aşmaya yetecek yükseklikte olması ve buna uygun bir hızla yayılması; ama iktidar veya birinci parti olmasına, yani hazırlıksız bir biçimde devrimci bir kabarışla karşı karşıya gelmesini de engelleyecek alçaklıkta ve yavaşlıkta olmasıdır. Bu gerek hazırlık, gerek devrimci kabarış için en optimum gelişmenin yolunu açar.
Şu an için görünen o ki, böyle bir tehlike yok, tehlike yüzde on barajı noktasında toplanıyor. Devrimci bir kabarış için ideal koşulları sağlayacak olan yüzde on barajının aşılması temel hedef olmalıdır. O halde kafamızı buna yoralım.
Bütün gözlemler Bloğun Kürt Ulusal hareketinin gücünü ikiye katladığını, Batı’da şimdiye kadar Kürt hareketine uzak duran ve genellikle şehirlerin proletaryasının en yoksul kesimlerini oluşturan Kürtlerin, bloğa yöneldiğini gösteriyor. Seçimlerde Kürt hareketi yüzde Dörtten fazla almıştı. Gücünü ikiye katladığı hesaplanırsa dokuz civarına ulaşılır. Eğer yüzde bir civarında Bloğun Türk tarafı harekete geçirebilse, yüzde on aşılabilir. Bu günkü durumun böyle olması büyük bir olasılıktır. Ama Bloğun sadece yüzde onu aşması yetmez, bunun bir iki puan üstüne çıkması gerekir. Fehmi Erbaş’ın dediği gibi hırsızın ve uğursuzun hakkını unutmamak gerekir. Yani çalınacak, sayılmayacak oyları da hesaplamak zorundayız. Seçim sandıklarının nasıl kaybedildiği kimse için bir sır değil. Bu nedenle yüzde onun birkaç puan üstüne çıkmak gerekiyor. Bunu ise Bloğun Türk tarafında ciddi bir kıpırdanma sağlayabilir. Ama Bloğun Türk tarafında, henüz hiçbir ciddi kıpırdama yok, Batı’daki kıpırdama Kürt işçilerle sınırlı. Türk orta sınıfları CHP, ANAP hatta ÖDP peşinde, işçiler ise büyük oranda AKP’nin veya Genç Parti’nin etki alanında.
Soru şudur, bunlara ulaşmak küçük de olsa bir hareketlilik yaratmak için neler yapmak gerekiyor?
Bunun için neler yapmak gerektiğine kafa yormak ve bunları uygulamaya koymak an acil sorundur şu an.
Bunları tartışmaya diğer yazılarda başlayalım.
24 Ekim 2002 Perşembe
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
Dostları ilə paylaş: |