Bu yazıyı yazmaya başlayacağım ana kadar Seçim Yasakları konusu aklıma gelmemişti. Bu nedenle kafamda başka bir konuyu olgunlaştırmaya çalışmıştım. Ama son anda aklıma seçim yasaklarının başladığı ve yazacağım yazının belki de bu yasaklar nedeniyle gazeteye koyulamayabileceği gelince, böyle olduğu takdirde başka bir yazı yazıp yollamak için de arada zaman olmaması nedeniyle, var olan tek atışı riske etmemek için, bizzat bu yasaklar konusunda yazmak en doğru davranış gibi görünüyor.
Seçim yasakları, medya alanında özel mülkiyet veya devlet kontrolü ile demokrasinin bir arada düşünülemeyeceğinin bizzat burjuvazi ve onun devleti tarafından itirafından başka bir şey değildir.
Seçim yasaklarının ardında, yurttaşın farklı partiler ve programlar arasında özgürce karar vermesi için, bunların arasındaki biçimsel eşitsizliklerin giderilmesi gerektiği var sayımı yatar. Yani diyelim ki bir parti iktidarda ise ve seçimlerde devletin olanaklarını kullanma olasılığı var ise bunun eşitliği bozacağı, dolayısıyla, yurttaşın bütün görüşler arasında özgürce bir seçim yapmasının mümkün olmayacağı ve demokrasinin gerçekleşemeyeceği ön kabulüne dayanır. Benzer şekilde, zengin veya zenginlere dayanan bir partinin, fakir olan karşısında fikirlerinin ve programının içeriği değil, zenginliğin verdiği olanaklar nedeniyle insanları kendisine kazanma olanağının önünü kesme amacını taşırlar.
Ortaya koyulan biçimsel kuralların, yani seçim yasaklarının, bu gerekçe ile ne kadar uyumlu oldukları ayrı bir tartışma konusudur. Türkiye’de kuralların bu gerekçeye hiç uymadığı, hele uygulamalarının en gerici gazetecileri bile çileden çıkardığı ortadadır. Ama bizim ele almak istediğimiz sorun bakımından bunun önemi yok. Var sayalım ki, seçim yasakları o yasakların ortaya koyulmasına neden olan gerekçelere hizmet edecek şekilde formüle edilmişlerdir ve bir biçimsel eşitsizliğe yol açmamaktadırlar.
Tam da bu ideal durumda onlar medya üzerindeki devlet veya sermaye kontrolünün gerçek bir demokrasinin ve özgürce kararın önünde bir engel teşkil ettiğinin resmi itirafı olurlar. Eğer öyle olmasa, seçim yasaklarına gerek kalmazdı. Seçim yasakları, küçük bir zaman dilimi için, örneğin seçimlerden önceki bir kaç hafta için bu özgürce kararın oluşmasını sağlama çabasıdır. Yani seçim yasakları olmadığı zamanlarda, sermayenin ve devletin kontrolünün, yurttaşların bilgilere özgürce ve eşitçe ulaşma olanağını engelleyeceğinin itirafıdır.
Bu durumda gerçek çözüm ne olabilir? Bu demokrasi ile uyuşmadığı kabul edilmiş sistemi olduğu gibi koruyup, sadece seçimlere ön gelen bir kaç haftada kimi kurallarla bu sözde eşitliği sağlamak mı, yoksa medya alanında devlet ve sermayenin kontrolünü ortadan kaldırmak mı? Elbette bu ikincisi.
Ancak bütün medya olanakları ve kaynaklarının, devletin ve sermayenin kontrolünden çıkarılıp, çeşitli toplum kesimleri arasında, nüfus içindeki oranları veya aldıkları oy oranlarında dağıtımı, gerçek bir demokrasinin gerçekleşmesini sağlar.
Sakın bu sosyalizmin veya sosyalist demokrasinin bir koşulu sanılmasın, bu normal burjuva demokrasisinin koşuludur. Medya alanında sermaye ve devlet egemenliğinin kaldırılması, burjuva demokrasisiyle çelişmez, aksine onun ideal koşuludur.
Bu tıpkı, kendi başına sosyalist değil demokratik olan, toprakta özel mülkiyetin tasfiyesi ve toprakların kamulaştırılması gibi bir taleptir. Burjuvazinin somut tarihte buna gönülsüz olması, onun burjuva bir talep olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Aynı şekilde, burjuvazinin, medyada sermaye ve devlet kontrolünü kaldırmaya gönülsüzlüğü, bu talebin burjuva demokratik bir talep olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Devrimci demokrasi, demokratik bir talep olarak, tüm medyada, yani frekanslarda, dalga boylarında, kanallarda, kağıtlar ve matbaalarda özel mülkiyet ve devlet kontrolünü kaldıracağını, bunları yurttaşlar ve onların örgütleri arasında; nüfus içindeki oranları veya üyelerinin sayısıyla orantılı olarak dağıtacağını açıkça ilan etmelidir. Bu talep, medyanın muazzam önem kazandığı çağımızda, on dokuzuncu yüzyılın, toprakların kamulaştırılması talebi gibi, temel bir talep olmalıdır.
29 Ekim 2002 Salı
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
Can Dündar’dan Al Haberi
Milliyet Gazetesinin bu günkü nüshasında (31.Ekim.2002) Can Dündar “Ada” başlığı altındaki köşesinde bu yorumun altına koyduğumuz yazıiii yer alıyor.
Bu yazıda da, her zaman olduğu gibi, söylenenler değil, söylenmeyenler ve söylenenlerin nasıl söylendiği önemlidir..
Can Dündar, ÖDP’ye yakın eğilimleri olan ve bunları çeşitli vesilelerle dışa vurmaktan çekinmeyen bir gazeteci. Ve yine bu gün artık ÖDP’ye damgasını engelsizce vuran çizgi gibi, Kürt Ulusal Hareketi’ne karşı alerjilerini ve hasmane duygularını da gizlemeyen bir gazeteci. Tam ideal bir ÖDP’li denebilir. Bir yandan “Sarı Zeybek” gibi filimler yapar, diğer yandan, sosyalisttir, humanisttir, moderndir ve aynı zamanda Kürt ulusal hareketinin önderi hakkında en ağır sözleri doğrudan veya dolaylı etmekten çekinmez. Hasılı, temiz aile çocuğu, humanist, şehirli, batılı bir Türk.
Can Dündar da, DEHAP karşı bütün basının yürüttüğü susuş konspirasyonunun bir ortağı oldu. Onun okuyan ve eğilimlerini yansıttığı; onun yazılarında kendini bulan tabakaların beklediği bir davranıştı bu.
Şimdi birden bire, DEHAP’tan söz ediyor, tabii, tam da Türk, Şehirli ve Batılı orta sınıfların beklentilerine ve meşrebine uygun bir şekilde. Bir Komünist’in, Mihri Belli’nin Meclis başkanı olacağı vesilesiyle. Yani Kürt Ulusal Hareketi’ni ağzına almadan, bir “Türk” Komünist’inden söz ederek. Yani o Türk ve batılı ve de şehirli orta sınıfların stiliyle.
Bu Komünist’in, Kürt Ulusal Hareketi’nin varlığı ve gücü sayesinde Meclis’i açabileceğine dair hiçbir ima bile olmadan. Bunun tarihsel ve sosyolojik anlamlarına hiç dokunmadan ve hiç böyle bir şey yokmuşçasına. Mihri belli’nin, hangi gerekçe ile olursa olsun, Kürt Ulusal Hareketini, yani o kendilerinin “Bebek katili”, “terörist” “bölücü” dediklerini destekleyen bir avuç insandan biri olduğuna zerrece dokunmadan.
Mihri Belli o koltuğu oturur ise, “Komünist” olduğu için oturmayacak. Bu gün “Komünist” adıyla seçimlere giren ve sadece Kürt Hareketi’ni susuşa boğmak ve onu muhtemel müttefiklerinden uzak tutmak için bir magazin haberi edasıyla şişirilen “Komünist” çok. Mihri Belli oraya, Kürt Hareketi ile ittifakı savunduğu, Türkiye’deki demokratik dönüşümler için Kürt ulusal hareketini desteklediği için oturacak. Biraz magazin havasından sıyrılıp, olayların özünü vermeye eğilimli bir insan, “Düşünebiliyor musunuz? Leyla Zana’ların hapiste yattığı bir ülkede, Kürt ulusunun haklarını savunanların tekme tokat meclisten atıldığı bir ülkenin Meclis’ini, yine bu hareketin bir milletvekili açacak” demek çok daha açıklayıcı ve olayın özünü verici olurdu.
Ama böyle bir koyuş, “Burası Türkiye” diyerekten, yani “burada her şey olur, bizde ne cevherler vardır” demeye getirerekten, tam da humanist, ilerici, modern Türk şehir orta sınıflarının rafine ve incelmiş, gizliden Türklükleriyle övünen dünyalarına denk düşmezdi.
Can Dündar’ın özetlediği Mihri Belli’nin biyografisinde her şey var. Amerika, Gerillacılık, hapisler. Tam da şehirli, ilerici ve modern ve de solcu ve hatta sosyalist Türk orta sınıfının hoşuna gidecek her şey var. Ama onun yıllardır, Kürt hareketinin bir destekçisi olduğu yok.
Bu şöyle de okunabilir. Mihri Belli aracılığıyla, Kürt hareketi ile ittifak, Türk şehirli, modern sosyalist ve hatta komünist orta sınıflara, kabul edilebilir hale getirilerekten sunuluyor. Yani Kürt Hareketi, bu tabakaları sarsmaya ve bu tabakalar tarafından kabul edilmeye başlıyor. Tabii her yiğidin bir yoğurt yiyişi olur. Bu tabakalarınki de böyle olacaktır.
Neyse, bütün bunlar önemli değil. Akrebin sokması kötülüğünden değil, tabiatı icabıdır. Can Dündar da temsilcisi olduğu eğilimleri yansıtmaktadır. Can Dündar gibi yazarların yazıları, bir tür sensor, duyarga gibi ele alınabilir. Eğilimlerini yansıttığı tabakaların değişmeleri bu gibi yazarların yazılarından izlenebilir.
Peki neden birden bire Can Dündar, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi ilacını, niçin Komünist, Uzun Hapisçi, işkence görmüş, Enternasyonalist, Gerilla, hem Amerika görmüş ve orada Komünist olmuş hem de Sovyetler’de tedavi görmüş Komünist şekeriyle kaplayarak bu sınıflara sunma gereğini duyuyor?
Bu anlamda, Can Dündar’ın yazısı, Kürt Hareketi’nin Türk sosyalistleriyle oluşturduğu Blok’un artık Türk şehirli, modern, orta sınıfların duvarlarında gedikler açmaya başladığının bir göstergesidir. Elbette, Bloğa bu yönelişlerin bu tabakalarda başka türlü dile gelmesi beklenemez.
Ama bu yazı basının gizlediği bir vargının, farkına varmadan ele verilmesidir.
Mihri Belli’nin Meclis Başkanlığı’ndan neredeyse kesin bir dille söz ediyor. “Seçim sonrası kimin başbakan olacağı belli değil ama, Meclis Başkanlığı kürsüsüne kimin oturabileceği aşağı yukarı "belli" diyor.
Türk Basını, DEHAP’a karşı kesin bir sansür uyguluyor ve onu olduğundan çok güçsüz ve etkisiz gösteriyor. Gerçeği bir parça açıklayanlar hemen azarlanıyor. Tarhan Erdem, DEHAP’ın barajı aşabileceğini söylediği için Ertuğrul Özkök tarafından azarlandı savunmaya itildi.
Ama Gazeteciler, her türlü bilginin toplandığı ve gerçeklerin gizlendiği merkezlerde çalışan ve yaşayanlar olarak, DEHAP’ın İstanbul mitinginden ve diğer Anadolu’dan gelen haberlerden biliyorlar ki, bu seçimlerin en büyük sürprizi ve alt üst oluşu DEHAP ile olacak. Gazetelerin satırlarına hiç yansımayan ama gazete idarehanelerinde bilinen gerçeğin bu olduğunun bir “güdük fiil” bir dil sürçmesiyle, dışa vuruluşu Can Dündar’ın satırları.
Ayrıca bu Mihri Belli’nin başkanlığı konusunu ele alması da bununla ilgili. Yani bir gazeteci olarak, tam da bu bilgiye dayanarak, sonraki dönemde gündeme gelecek bir konuda şimdiden yer edinmiş, kariyerini pekiştirmiş oluyor.
Yani bu satırlar, DEHAP’ın barajı aştığının gazete idarehanelerinde herkesin bildiği bir Lapalis hakikati ama aynı zamanda kendisinden söz edilmemesi gereken tabu olduğunun bir delili olarak okunabilir. Ve tabii aynı zamanda, bu henüz herkesin bilmediği hakikate uygun olarak güçlerin yeni mevzilenişinde bir yer kapma denemesi.
Ve yine henüz o sınıfın bilmediği veya görmek ve kabul etmek istemediği bilgilere dayanarak, onları bu yeni duruma hazırlama ve yeni konumlarına ısındırma denemesi.
Ben Can Dündar’ın satırlarını böyle yorumladım. “Çocuktan al haberi” derler ya, “Can Dündar’dan al haberi”.
Anlayacağınız DEHAP yüzde onu çoktan geçmiş. Bizlerden gizlenen ve gazete idarehanelerinin bildiği bir gerçeğin kendini dolaylı dışa vuruşu.
(31.10.2012)
Dostları ilə paylaş: |