SELÇUKLU’DAN BERİYE
BUGÜNDEN ÖTEYE..
2006 yılında; EĞER “ESTETİK” BUYSA, İTİRAZIM VAR !. başlıklı makaleme şu sözlerle başlamıştım: “Bu yazı, 40 yıldır severek taşıdığım mimarlık mikrobunun omuzlarıma yüklediği mesleki sorumluluk gereği olarak kaleme alınmıştır. Bir tespit, mesleki bir uyarı ve meslektaşlarıma bir çağrı olsun istedim. Belki de sevgili meslek odamız, aslında nelerle uğraşması gerektiği konusunda bir daha düşünme fırsatı bulur !..”
O faydalı mikrop 45 yılı çoktan devirdi.. Ama itirazımın gerekçeleri hala geçerli.. Hatta giderek güçlenmekte..
Konu; Milli Eğitim Bakanlığınca, ülkemiz için önerilen ve kerameti kendinden menkul okul projeleri idi.. “Toplumsal belleğin yanlış yönlendirilmesi, tarih bilincinin tahribatıdır !” diye itiraz etmiştim. Önerilen ve maalesef önemli sayıda inşa edilip hayata geçenlerde görüleceği gibi, aslen estetikten ve temel görev fonksiyondan bi-haber örnekleri toplumsal belleğe katma çabaları tüyler ürpertici idi.. Temel itirazım da bu idi..
“Ayrıca bütün bunların nerede ise
tarihi bir hamle olarak takdimi, beraberinde tarihi yanılgıları ve tamiri yıllar sürecek kavram kargaşalarını da getiriyordu. Aldığımız duyuma göre, doğu illerimizden birinde inşa edilen kuleli bir modelin halk tarafından, tarihi eser niyetine ziyaret ediliyor olması bence hiç de sevindirici değil…” diye devam etmiştim..
İşte kavram kargaşası buydu.. Aynı kaygıları duyup, aynı satırları bu kez 2010 yılında Konya’da inşa edilen bir üst geçit için yineliyor olmaktan gerçekten üzüntü duyuyorum.
Gereksiz ölçüde tekrara düşmemek için EĞER “ESTETİK” BUYSA, İTİRAZIM VAR !. başlıklı makalemi baştan sona okumanızı tavsiye ederim. O yazıdaki “okul” sözcüklerini çıkarıp yerine üst geçit ya da cami koyunuz, her satırımın altına tekrar imza atarım… Hani belki de bu konuda mimarlık camiasında bir merak uyanırsa, bir dahaki sayıda tüm görselleri yani delilleri ile o makaleyi de yayınlamak yararlı olacaktır..
Biz tekrar dönelim bugünkü Konya’ya…
ÜST GEÇİT NİYETİNE..
3 Aralık 2010’da “BİR ÜST GEÇİT, ÜST KİMLİĞE DÖNÜŞÜRSE !..” diyerek, aşağıdaki satırlar eşliğinde müdahil oldum konuya.. Olmamayı seçemezdim. Çünkü sanırım anlaşıldığı gibi bu konu, benim de baş koyduğum bir davanın başat konusu idi..
“Selçuklu mimarisini mutlaka barındıracak bir üst geçit önerisi bekliyoruz biçiminde yöneltilince, o durumun en iyisini yapmaya çalışmak mimarın görevleri arasındadır” diyordu müellif meslektaşımız.. Yani açıkça; “patron istedi, ben yaptım. Ne var bunda ?” diyordu kardeşimiz..
Nereye varır bu işgüzarlığın sonu düşünebiliyor musunuz ?.. Sizden bir konser salonu istense ama “mehterhane gibi olsun” dense, ayda bir uzay üssü tasarlamanız istense ama “kerpiçten olsun” diye tutturulsa, ne diyeceksiniz ?.. Medrese modeli ilköğretim okulu, sazdan kamıştan Genel Kurmay binası veya ille de papatya desenli, iğne oyası cepheli Ana Yasa Mahkemesi istenebilir.. Eğer maksat mimarı ve mimarlığı aşağılamaksa !.. Madem ki işveren patron; daima bir bilen ve günahsız ve de sorumsuz !?..
MİMAR KİMDİR ?
Mimarın görevi; kültürel geçmişini, mesleki bilgisini, toplumsal sorumluluğunu iğfal edecek her türlü teklife sorgulamadan boyun eğmek değildir.. Bir mekan kurucu olarak, geleceğe en sağlam göndermeleri yapması, toplumunun önünü açması, bayrağı taşıması gerekirken, tarihin imbiğinden süzülen gerçek ve anlamlı ışığı göremeyip, çağdaş yorumla kullanmayı beceremeyip, geçmişin kötü taklitlerinde boğulmak hiçbir meslektaşıma yakışmaz.. Bu bir..
Mimarlık, önce fonksiyon demektir. Fonksiyona kazandırılan en uygun biçim demektir. Bu da iki..
Bir üst geçit; internet sitesinde görüldüğü gibi; “ürkütücü”, “dar”, “kullanışsız”, “yorucu”, “yeri bile yanlış” tanımlamaları ile anılıyorsa geriye ne
kalır ?.. Hele de, varlığına rağmen bir gencin hayatını riske atması ile sonuçlanan elim kazayı engelleyemiyorsa, bu savaş baştan kaybedilmiştir. Yapılanın günahını ne Selçuklu affettirir ne de Osmanlı !.. Özeleştirinin zamanıdır.. Hem müellifi, hem de Konya adına..
MİRASIN YANSIMASI
2008’de yazdığım bir makalede bu kez söyle diyordum: “Osmanlı kültür mirasının yakın tarihimizi etki altında bırakmadığını söylemek haksızlık olur. Bundan böyle etkilemeyeceğini söylemek ise insafsızlık !.. Kültürel değerlerin oluştuğu coğrafyada, Balkanlar örneğindeki gibi, daha sonra farklı ırklar ve milletler barınsa bile bu etkileşim kaçınılmaz olarak kuşaktan kuşağa devam eder. Bu kültür, sadece Anadolu’da bin yıla uzanan birikime sahiptir. Mevcut temelin, üstelik aynı yörede yaşamını hala sürdüren bir milletin son 100 yılını etkisi altına almayacağını söylemek olası değildir.
Önemli olan, bu etkinin ne biçimde tezahür edebileceğini, nasıl yorumlanacağını ve nasıl ölçülebileceğini bilimsel verilerle tanımlayabilmektir.. Evet en zor olan fakat mutlaka yapılması gereken budur..”
MİRASIN YANSIMASI idi yazının başlığı..
Kopyala yapıştır ile, hazmedilmiş kültürün çağdaş yorumu arasındaki farkı fark edemeyecek isek, baştan söyleyeyim boşa kürek çekeriz..
Şimdi söyleyebileceklerim ile o gün yazdıklarım arasında hiçbir fark olmayacak anlaşılan. Müsaadenizle, “gidin ona da bir göz atın” demek yerine, derginiz için tamamını aktaracağım kaldığım yerden.. Çünkü ne değişen bir anlayış var, ne de beklenen örnekler henüz hayata geçmekte..
ÖYKÜNME
1908’de ikinci meşrutiyetin tetiklediği ve cumhuriyetin ilk yıllarında etkisi devam eden, “milli mimari” yaftası altında yapılmaya çalışılan, çağdaş teknolojinin ve bilimin gerisinde kalmış, hantal, gayrı ekonomik, gösteriş düşkünü binaların yıllardır “bize özgü, Türk mimarisi” olarak anılması esef vericidir.. Bu yaklaşım, konut yapılarına yansımamıştır ne mutlu ki. Yani bu akım açıkça, sağduyu sahibi halkın umurunda olmamıştır… Adeta yönetim katında bir tercih olarak kalmıştır.
Birtakım kubbe ve kemerler, ağır taş kaplamalar, biraz ahşap kafesler ve gereksiz cephe süsleri ile ortaya çıkan sahte Osmanlı taklitlerinin dünya kültür tarihinde “kötü kopyacılık” dışında tanıma sahip olamayacağı aşikardır. Bunların tümü, maalesef gerçek değil gerçeğin öykünmesi, taklit mücevher olarak anılabilir ancak.. O devri sembolize etmeleri yüzünden benim de doğru bulduğum; “Her şeye rağmen korunması gereken” tarihi eserler arasında fakat “sıradan !” yerlerini almışlardır..
Aynı yıllarda batıdaki gelişmeye baktığınızda ise, teknolojinin ve çağdaş yaşam tarzının onlara çok başka tasarımlar ve davranışlar kazandırdığını görüyoruz.. Hiçbirisi Fransa’daki Versay sarayının ya da İtalya’daki Sen Piyer Kilisesinin çağdaş mimariyi ve yaşamı biçimsel ipotek altına alması gerektiğini düşünmemiştir.. Böyle bir öykünme 1920’lerde nerede ise tamamen göz ardı edilmiştir. Ya da bu etkileşim kayda değmez ölçeklerde kalmıştır diyelim..
MİMAR SİNAN
Ama nedense bizde, örneğin yeni bir cami tasarlanacaksa, kubbenin olmazsa olmazlığından başlayan bir tartışma hemen alevlenmektedir. Eğer bunca yıllık mimarlık yolcusu olarak bendeniz doğru tanıyabilmiş isem, pirimiz Mimar Sinan’ın “hala beni mi taklide çalışıyorsunuz ?” diyerek bu yeni yetmeleri sopa ile kovalayacağına eminim.
Çünkü büyük üstat, 86 yaşında meydana getirdiği Selimiye Camii şaheserine kadar, ve o muhteşem eser de dahil olmak üzere daima, çağdaşı olduğu teknolojinin uç noktalarında çözümler üretmiştir. Gerideki birikimden ayrımcılık yapmadan güç almıştır sadece. Örneğin, o günün en ileri tekniği olan; kiliseden öğrendiği kubbeyi İslami mekana teknik olarak mükemmelen adapte ederken, bağnazlık aklının ucundan geçmemiştir.
Bir önceki kültürel alt yapıyı oluşturan Selçuklu eserleri ile onun yapıtları arasındaki fark ise, bu işi bilenlerce bir bakışta fark edilecek kadar büyüktür. Yani, mirasın devrini hiçbir zaman biçimsel anlamda yorumlamamıştır. Marifeti; günün gereklerini ve olanaklarını en üst düzeyde kullanmakta ve o günün yaşam tarzına ve icaplarına en iyi şekilde cevap vermekte aramıştır. Elbette aradığını bulmuş ve bu marifetin de sahibi olmuştur.. Dünya kültür tarihinin en büyüklerinden diye anılıyorsa, bu yüzden büyüktür..
TAKLİTÇİLİK, EKLEMECİLİK
Yoz taklitçiliğe başka örnek yok mudur mimarlık tarihinde ?.. Elbette vardır. Örneğin; cebi para gördüğü andan itibaren, Avrupa’nın kültürsüz kesiminden gelip Amerika’yı oluşturan göçmenlerin, eski vatanlarından akılda kaldığı kadar görsel değerler, mimariye taşınmaya başlamıştır.. Bir Yunan mabedinden alınan giriş kapısının ve bilmem ne sarayından biçimsel aşırma pencerelerin oluşturduğu kallavi bir ön cepheye, “maksat merdiven olsun” ilavesi, görgü yoksunu, sonradan olma Amerikalı burjuvayı tatmin eder olmuştur. Bu davranışın Beyaz Saraya kadar uzanan izleri tarihe tanıklık etmektedir.. O yılları başarı ile temsil eden bir Amerikan halk ezgisi vardır. Mutlaka duymuşsunuzdur; “If I were a rich man” Adam o şarkıda diyor ki; “eğer zengin olursam, hiçbir yere çıkmayan ama çok gösterişli bir merdiven yaptırırım evime..”
“Eklektik” yani oradan buradan eklemecilik tarzı olarak anılan bütün bu yapılar, kültür tarihi açısından, sosyal oturmamışlığın patolojik yansımaları olarak mimarlığın tarihsel sürecinde yerlerini almıştır..
ÇAĞDAŞ ÖRNEKLER
Peki, kültürel çağrışımlarını koruyan fakat çağdaş örnekleri hiç mi yaşamadı mimarlık tarihi ? Elbette yaşadı ve yetmişli yıllardaki Japon mimarlığı buna en güzel örnektir.. Gerçekten Japon kültürünün ruhunu bir kilometreden yansıtan ama sapına kadar modern çözümler ve fonksiyonlar içeren örneklerle yeni mimarlık, bence o yıllarda şaha kalkmıştı. Daha sonra “globalizm” değirmeni içinde öğütülen Japon mimarlığının günümüzde, “artık birbirimizden yok hiç farkımız !” noktasına geldiğini üzülerek söyleyebilirim.
Bu, işin hamasi yanı.. Diğer taraftan şu olguyu da göz ardı edemeyiz. Artık Dubai’nin sembolü olarak anılan Burj-el Arab otelinin çağdaş olmadığını kimse söyleyemeyeceği gibi, bir acayip dekorasyonu hariç, mimarisinin Arap kültüründen etkilendiğini de kimse iddia edemez. Fakat bundan böyle, o toplumun bu gününü ve yarınlarını tanımlayan üç boyutlu bir kültür ögesidir artık...
Bizden, tersine bir önek olarak; ille de kubbeli ve Osmanlı çağrışımlı olacak diye Ankara’da inşa edilen kötü Osmanlı kopyası, koskoca Kocatepe Camiinin ve onun yolunda gidenlerin hiçbir hakkaniyetli mimarlık tarihinde “seçkin bir eser” olarak yer alamayacağı bellidir. Buna karşılık, Vedat Dalokay’ın ellili yıllarda aynı yer için yaptığı projesi ülkemizde reddedilmiş ama aynı yaklaşımda benzeri Pakistan’ın İslamabat kentinde yetmişli yıllarda Kral Faysal camii olarak inşa edilmiştir. Ve artık o ülkenin sembolü olarak kendi kültür tarihindeki yerini çoktan almıştır..
Yani, kültürel çağrışımlar gündeme geldiğinde, eskiye kopya derecesinde benzemenin tehlikeleri göz ardı edilmemeli, var olan kültürün temel amacının; geleceğin kültürünü esir almak değil sadece ona sağlam bir taban oluşturmaktan ibaret olduğu unutulmamalıdır.
Şöyle bir güncel benzetme yapabiliriz: Bir otomobil fabrikasındaki onca malzeme ve teknik donanımın görevi, sadece mevcut modellerin imalatı için değildir. Esas amaç; üretimin “kendisini taklitle” son bulmaması için, mevcut deneyimi ve estetiği altyapı olarak kullanan fakat onların ötesinde, “gelecek beklentilerini” karşılayan yepyeni modellerin oluşturulmasıdır.
KÜLTÜREL DEĞERLER
Şunu bilmek gerekir ki kültürel değerler de canlı bir organizmadır. Değişmez kurallardan değil, güncel yaşamda özünü korumaya çalışarak devinen bir değerler bütününden söz edebiliriz kültür adına.. Olması ve korunması gereken, elenmiş ilişkiler yumağıdır. Taklit yolu ile değil, ancak üzerine bir şeyler katarak, geliştirerek, çağdaş yorumlarla aktarabiliriz gelecek kuşaklara..
Kültür adına tahakküm yaratmak, ve özellikle mimarlıkta anıtsallık adına insani ölçekleri kaybetmek en büyük tehlikesidir kültürel öykünmenin. Ürkütmeyen, huzur veren mekan, alçak gönüllü, insan ölçeğinde ve eşitlikçi yaşam, hem dini hem de ahlaki özümüzü oluştururken akidemiz olmalıdır. Bunları tamamen unutup, kültürel görselliğe atıf yaparak yani biraz da suçu haksız yere onlara atarak, görkem ve gösteriş peşinde koşmak ne mimara ne insana yakışır..
Ülkesinin kültürel değerlerini özümsemiş, yaşam ve düşün tarzını benimsemiş kişilerin, çağdaş olanakları kullanarak inşa edecekleri yapıların o ülkenin gerçek malı olacağından ve kültürünü geleceğe taşıyacağından şüphe etmemek gerekir..
Atalarımızın mirası, sadece görsel ve resimsel anlamda yani kılıf ölçeğinde ele alınmamalıdır. O yapıların “kendisini çağının ötesine taşıyan kurgusundan” ilham alınmalı ve geriye değil ileriye referans verecek örneklerin kültürümüzün köşe taşları olması gerektiğine inanılmalıdır diye düşünüyorum.
Y.Mimar Çelik ERENGEZGİN
www.erengezzgin.net
Dostları ilə paylaş: |