SEYYİD ABDULKADÎR-İ GEYLÂNÎ
27
lib oluyorsun. Bilmiyor musun, dünyâda rahat edenler, hiçbir dine söz vermeyen dinsizler, kâfirlerdir. Çünkü müminin rahatı, Rabbine kavuşacağı günde olacaktır..."
O, müritlerine şöyle nasihat ederdi: "Allahü Teâlâ, şeriatla dış âlemimizin düzenini, mârifetlede iç âlemimizin düzenini emreder. Her ikisinin birleşiminden ise, hakikat peyda olur."
"Ey sûfi elbisesi giyen! Onu önce içine giy! Sonra nefsine... Sonra bedenine ... Zühdün ilki buradan başlar; yâni içten... dışa doğru süzülür. Dıştan içe pek geçmez... Bir insanın iç âlemi temiz olunca kalbi nurla dolar; oradan nefsine, duygularına, yemesine, içmesine ve diğer hâllerine de tesir eder."
Kalbinde bin tanrı varken, yatarken dilinle: -"Allah, en büyüktür" demen neye yarar?
"Merkep, kitaptan ne anlar? Yalnız yükünü taşır ve yorulur. Bir kimsenin ilmi çoğalınca, Allah'tan korkusu da çoğalmalıdır. Bilgi çoğaldıkça Hakk'a karşı, itaat ve ibâdet de artmalıdır."
"Peygamberin rızâsını gözeterek işler yapınız. Kur'ân'a uyunuz. İşleri, onun emri dâhilinde yapmadıktan sonra, yapılan her iş boştur. Onunla amel etmedikten sonra, Allah kelâmı olduğunu kuru kuru iddia etmek neye yarar? Dâima iki yüzü olan, bir yüzünü bize, öbür yüzünü şahsî arzularına uyduran şahıstan bize ne hayır gelir? Sonra kendisi neye yarar?"
"Peygamber aleyhisselâmın getirdiğine, yâni Kur'ân'a, sünnete devam et. Çünkü, bir kimse onları bı-
28
HATME-İ HÂCEGÂN SULTANLARI
rakırsa zındık olur. Ve İslâm bağından kendini salıverir. Yarın ahirette sıkıntı ve azabı hakeder. Ve dünyâda iken umulmadık sıkıntılara düşer.
Ey kalbleri ölü olanlar!.. Ve ey sebepleri ilâh olarak kabul edenler ve etrafında toplanan kullara ve kuvvet sahiplerine tapanlar, siz ne hâl olacaksınız? Ağalara ve sultânlara ibâdet edenler, sonunuzu düşününüz. Onlar hiç bir yönü bilmezler; onları bırakıp Allah'a dönün. Kârı ve zararı Allah'tan bilmeyen O'na kulluk edemez. Herhangi bir şeyi kimden görmekte isen onun kulu olursun.
Yazık sana! Halka doğruluk söylersin, ama işin yalan... Halka Allah'ın birliğinden dem vurursun; ama işin şirk... Halka, ihlâs ve sağlam işin yolunu gösterirsin; fakat sen, görsünler ve desinler diye işler tutarsın... Sen, bütün kötü işleri yaptığın halde halkı onlardan sakmdır-maya kalkarsın.
Şirk koşma. Halkı Hakk'a ortak etme. Mevlâ'ya gitmene halk perde olmasın.
HÂCE MUHAMMED BAHÂEDDÎN
NAKŞJBEND (ŞÂH-I NAKŞÎBEND)
(Kuddise sırrı hu) .<,:':
• *' fiil '{ \' I"V \'*'* *' \'"U" V • '
p *J)\ ıL»\j U^U^ bU U£k U
Şeyh mâ ve melâzinâ ve kıdvetinâ ve imâminâ ve imâmi't-tarîkati zi'l-feydı'l carî ve'n-nûri's-sârî, eş-şeyh bahâi'l-hakkı ve'l-hakîkati ve'd-dîn, hazreti eş-Şeyh Mu-hammedini'İ-Üveysiyyi'I-Buhârî, ei-ma'rûfi bî Şahı Nak-
Şİbend. (Kaddesallahu Sırrahu)
Şeyhimiz, sığınağımız, imamımız, akan feyiz ve kalplere sirayet eden nurun sahibi, elinin, hakkın ve hakikatin kıymeti ve süsü, Şah-ı Nakşibendi lakabıyla meşhur Hazreti Şeyh Muhammedi el-Üveysi el-Buharî (Allah sırrını yüceltsin)
HATME-İ HÂCEGÂN SULTANLARI
HÂCE MUHAMMED BAHÂEDDÎN NAKŞİBED
31
Silsile-i Âliyyenin 15 'incisi
Doğum yeri : Buhârâ'nın Kasr-ı Ârifân beldesi
Doğum târihi : 1318
Vefatı : 1389
Kabr-i şerifi : Kasr-ı Ârifân'da
Bahâeddîn Nakşibend Hazretleri daha doğumunun üçüncü gününde köyüne misafir olarak gelmiş olan Hâ-cegân Tarikat Şeyhlerinden Baba Muhammed Semmâ-sî tarafından manevî evlâdlığa kabul edilmiş ve manevî eğitimi Seyyid Emîr Külâl Hazretlerine havale edilmiştir. Nakşibend Hazretleri küçük yaşlarda Semerkand'a gidip ilim tahsil etti. Yedi sene Seyyid Emîr Külâl'in sohbetlerine devam etti. Sonra da onun izni ile Mevlânâ Arif Dikgerânî'nin sohbetlerine katıldı. Bundan sonra Kuşam Şeyhin ve Hakim Atâ'nın sohbetlerinde bulundu. Mevlânâ Bahâeddin Kışlâkî'den hadîs ilmini öğrendi. Sonra Adbulhâlik Gücduvânî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı. Üveysî olarak yetiştirildi. Böylece tasavvufta ve diğer ilimlerde çok yüksek derecelere yükseldi.
İki defa Hacc'a giden Bahâeddîn Nakşibend Hazretleri ikinci haccında Herat'a gidip Mevlânâ Zeynüddîn Hazretleriyle üç gün sohbet etti. İkinci Hacc'a gidişinde Hicaz'dan dönüp, bir müddet Merv şehrinde ikâmet etti. Daha sonra Buhârâ'ya dönüp orada yerleşti. Emîr Külâl Hazretlerinin vefatından sonra, insanlara doğru yolu gösterip, irşada başladı.
ŞEMAÎLİ
Bahâeddîn Buhâri Hazretleri orta boylu, mübarek yüzlü (şemaili düzgün) olup, yanakları kırmızıya yakın idi. İki kaş arası açık, gözleri sarı ile ela renk karışımı olan kestane renginde idi. Sakalının beyazı siyahından çok idi. Ne hızlı, ne de yavaş yürürdü. Konuşmaları Peygamber Efendimiz'in (s.a.v) konuşması gibi tane tane idi. Konuştuğu kimseye yönünü dönmüş olarak konuşurdu. Kahkaha ile gülmez, tebessüm ederdi. Her gün kendini yirmi kere ölmüş ve mezara konmuş olarak düşünürdü. Kimseyi küçük ve hakîr görmez, dâima güler yüzle karşılardı. Ancak celallendiği zaman kaşlarını çatardı. Bu zamanda heybetinden karşısında durulmaz olurdu. Şemaili, görünüşü birçok bakımından Resûlul-lah Efendimize (s.a.v) benzediği gibi, sözleri, işleri ve bütün hareketleri sünnet-i seniyyeye uygun idi.
İRŞADI
Emîr Külâl Hazretleri vefat etmeden kısa bir süre önce müridlerine, "Bahâeddîn'e uyun" diye işaret buyurması üzerine etrafında büyük bir kalabalık toplandı ve irşâd faaliyetlerini bundan sonra hızlandırdı.
Nakşibend Hazretlerinin en önemli teşvik edici hususiyeti; şeriat karşısındaki tavrı, yabancı tesir ve unsurlardan uzaklığı, İslâm âlemini etkisi altına alan bâtınî ve sapık felsefî hareketlere karşı oluşu oldu. İslâm Tasavvufu O'nunla en mükemmel şekline ulaştı. Gönülden gönüle iş gören, tamamen Allah'a yönelen bir hayatın gerekliliği üzerinde ısrarla durdu. O'nun için, Allah'ın hu-
32
HATME-İ HÂCEGÂN SULTANLARI
zûrundaymış gibi düşünmek, Allah aşkıyla dolu olmak, dikkati başka tarafa yöneltmemek, araya bir şey sokmadan dünyevî bir mükâfat, hattâ bir insan tarafından met-hedilmeyi beklemeden sırf Allah'a ibâdet etmek asıldır. Müridlerini sohbetle yetiştirerek: "Bizim yolumuz sohbet yoludur. Halvette şöhret ve musibet vardır."derdi. Zikir metodu olarak da "Hafi (gizli) zikri"tercih etti.
Benliğin, insanlardan ayrılarak inzivaya çekilmek suretiyle güçlendirilmesi yerine, sosyal hayâta aktif olarak katılmak ve buna rağmen Allah'a kullukta kusur etmemek suretiyle hayata iştirak etmek mânâsına gelen "Halvet der Encümerf\ temel prensip edindi.
Bahâeddîn Nakşibend Hazretleri, "Sofi muhaddis değil, muhaddis sofi" esprisini yaymaya çalıştı. Şer'î kaidelere ve Ehl-i Sünnet akidesine sıkı sıkıya bağlı kalarak bâtıl birtakım hareketlere karşı durdu. Müridlerine hayâtta iken kendisi ve söyledikleri hakkında bir şey yazmalarını yasakladı.
Bahâeddîn Nakşibend Hazretleri, çok mütevazi bir hayât yaşadı. Misafirlerine ikramdan hoşlanır, mahlûkâ-tın hepsine şefkatle muamele ederdi. Müridlerinin dâima en ilerde olmasını arzular ve onlara şöyle öğüt verirdi:
-"Eğer himmetinizi yüksek tutmaz, bu yolda gayret sarfetmezseniz, size hakkımı helâl etmem. Üstün himmette öyle olmalısınız ki, ayaklarınızla başıma basmalısınız, yâni sizin manevî dereceniz benden daha yukarılara ulaşmalı."
Kerametin açıklanmasını hoş görmezdi. Kerametin bir imtihan aracı olduğunu söyler: "Hakk Teâlâ bazen ve-
HÂCE MUHAMMED BAHÂEDDÎN NAKŞİBED
33
// kulunu kerametle taltif ederek kendisi ile keramet arasında muhayyer bırakmak suretiyle imtihan eder. Kul, gayenin keramet değil, istikâmet ve Hakk rızâsı olduğunu anlarsa kurtulur; değilse ayağı sürçer ve tökezler. Maneviyat yolunun en tehlikeli geçidi burasıdır,"derdi.
Cezbe ve taşkınlıktan, meclisinde sayha ve nâra atılmasından hoşlanmazdı. Nitekim birisi, bulunduğu mecliste: "Allaaah!" diye haykırınca şöyle dedi: "Bu haykırı-ş, gaflet işaretidir. Bizim meclisimizde gafillere yer yok!" dedi.
"Bizim, yolumuz sünnet yoludur" diyen Muhammed Nakşibend Hazretleri, Hâce Abdulhâlik Gucdüvânî tarafından tesbit edilen "on bir" esası ihya etmişti.
Nakşibendiyye tarikatını sağlığında Buhara, Semer-kand ve Mâverânünnehir bölgesinde yaymış ve güçlendirmişti.
HÂLLERİ:
Bahâeddîn Buhari Hazretlerine, "Siz nasıl bir yolda bulunuyorsunuz?" diye suâl sorulunca, buyurdu ki:
-"Ancak arif olanların istifâde edebileceği bir yolda bulunuyoruz. Bu yol üç şeyden ibarettir. Bunlar; murakabe: Bu yola giren kimsenin her şeyi bırakıp, Allahu Teâlâ'ya dönmesidir. Murakabe ehli pek azdır. Olanlar da gizlidir. Biz şu neticeye vardık ki, murakabeyi elde etmenin yolu, nefse muhalefet etmektir.
Müşahede: Gayb âleminden gelir ve kalb üzerine işlenen bir tecellidir. Celâli ve cemâli olmak üzere ikiye ayrılmıştır.
Muhasebe: Bizim yolumuzda olan kimse, düşünüp araştırır. Kendini hesaba çekip bakar. Geçmiş zamanı gaflet ile mi, huzur ile mi geçti? Eğer huzur ile geçmişse, o kimsenin vakti değerlendirilmiştir. Allahu Teâlâ'ya hamd etsin. Eğer geçen zaman gaflet ile geçmişse, o kimse vaktini zayi etmiştir. Yapacağı iş, geleceği için tedbirli olup, tevbe etmektir. Arif olmadan istifâde edemezler. Bizler, maksada ulaşmakta vâsıtayız. Allahu Teâlâ'nın inayeti ve rehberi olmadan maksada erişmek mümkün olmaz. Şu hâlde bu yolda ilerleyen kimse, Kıyamete kadar yaşasa, kendisine rehber olan zâtın terbiye nimetinin, lütuf ve himmetinin şükrünü yerine getiremez. "
Bahâeddîn Buhârî, Allahu Teâlâ'nın kullarına şefkat ve acımalarının çokluğundan, on iki gün başını secdeye koyup, Allahu Teâlâ'dan, tasavvufta kolay ilerlenen, kolay ele geçen ve muhakkak hedefe kavuşturucu olan bir yol istedi. Duası kabul edildi. Bu yol; yemede, içmede, giyimde, oturmada ve âdetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi çeşitli düşüncelerden korumaktır. Her ân güzel ahlâkla ahlâklanmaktır.
En başta gelen talebelerinden Alâeddîn-i Attâr şöyle anlatmıştır; "Hâce Behâeddîn Nakşibend Hazretleri o derece fakirdi ki, evlerinde kış günleri namaz kılmak için yere serecek bir şey bulunmadığından, eski bir kilim serip onun üzerinde namaz kılarlardı. Maişet ve geçimlerine bir çekirdek bile haram karıştırmazlardı. Kendilerinin ve aile efradının helâl yemesine çok dikkat ederdi. Şüphelendiği herhangi bir şeyden uzak dururlardı. "İbâdet on kısımdır. Dokuzu helâl rızık aramaktır. Diğer kısmı
HÂCE MUHAMMED BAHÂEDDÎN NAKŞİBED
35
sâlih ameller ve ibâdetlerdir,"15 buyurulan hadîs-i şerifi bildirirlerdi.
Fakir olmalarına rağmen, lütuf ve keremleri bol olup, cömert idiler. Bir kimse bir hediye getirse, mümkünse getirilen hediyenin iki misli kıymetinde bir hediye verirlerdi.
Tanıdığı ve tanımadığı bir kimse evlerine ziyarete gelse, güleryüzle karşılar, nezâketle yol gösterir, evde ne bulunursa ikram ederlerdi. Misafirlerine bizzat kendisi hizmet ederdi. Eğer ev soğuk olursa, kendi giyeceğini ve yatağını misafire verirdi. Nafakasını çalışarak temin ederdi. Bunun için eker, biçerdi. Bir miktar arpa, biraz da hayvan yemi eker kaldırır, bununla geçinirdi. İşinde bizzat kendisi çalışır, bütün işlerini görürdü.
Zamanında âlim ve sâlih kimseler ziyaretine gelip, hâlis ve helâl yemek yiyelim diye O'nun yemeklerini yerlerdi. Her zaman ve her işte sünnet-i seniyyeye uyar ve bilhassa yemek hususunda Peygamber Efendimize uymaya çok dikkat ederdi. Çoğu zaman ekmeği kendi pişirir ve sofra hizmetini kendi yapardı. Yemek yerken;
-"Sofra başında kendinizi Allahu Telâlâ'nın huzurunda biliniz. O'nun verdiği nimeti yediğimizi unutmayınız," buyururdu. Cemâat ile toplu halde yemek yerken, içlerinden biri gaflet ile ağzına bir lokma alsa;
-"Önündeki yemeği Allahu Teâlâ'nın huzurunda olduğunu unutmadan ye! Allahu Teâlâ'yı hatırla, başka şeyler düşünme. Allahu Teâlâ, sana senden yakındır. O'nu
15 Aclûni Keşf'ul-Hafâ no: 1696 Deylemî Firdevs'ul-Ahbar no: 4061-4062.
düşün, "buyururdu. Bir yemek gafletle, öfkeyle, veya zorla pişirilse, o yemekten kendisi yemez, yedirmezdi.
Talebelerinden biri anlatır: "Merv'de, Bahâeddîn Bu-hârî Hazretlerinin huzurunda idim. Buhârâ'daki ehlimi, akrabamı görmeyi çok arzuladım. Kardeşim Şemsüd-dîn'in vefat haberi geldi. Hz. Hâce'den izin istemeye cesaret edemedim. Yakınlarından olan Emîr Hüseyin'e, bana izin almasını rica ettim. Cum'a namazını kılıp mescidden çıkınca, Emîr Hüseyin, kardeşimin ölüm haberini Hz. Hâce'ye arz etti:
-"Bu nasıl haberdir! O'nun kardeşi sağdır. O'nun kokusunu alıyorum, hem de pek yakından,''buy'urdu.
Sözleri biter bitmez, kardeşim Buhârâ'dan çıkageldi. Bahâeddîn Buhâri'ye selâm verdi. Bunun üzerine hocam: "Ey Emîr Hüseyin, işte ŞemsüddînI" buyurdu.
Damadı ve yüksek talebelerinden Alâeddin Attâr Hazretleri şöyle anlatır: Hz. Hâce Buhârâ'da idi. Esbabının ileri gelenlerinden Mevlânâ Arif, Harezm'de idi. Bir gün eshâbı ile, "görme" sıfatı üzerinde konuşuyordu. Söz arasında; "Mevlânâ Arif, şu anda Harezm'den Se-râ'ya doğru yola çıktı ve filân yere ulaştı" buyurdu. Bir müddet sonra, "Kalbime geldi ki, Mevlânâ Arif, Serâ'ya gitmekten vazgeçti. Şu anda Harezm istikâmetine doğru geri döndü"buyurdu. Talebeleri, bu konuşmanın olduğu gün, saat ve tarihi bir yere yazdılar.
Bir zaman sonra, Mevlânâ Arif, Harezm'den Buhâ-râ'ya geçti. Behâeddin Buhâri'nin buyurduklarını ona anlattılar. "Tam buyurduğu gibi olmuştur" dedi. Talebeleri hayretler içinde kaldı.
HÂCE MUHAMMED BAHÂEDDÎN NAKŞİBED
37
Talebelerinden biri anlatır: "Hz. Hâce'nin sohbeti ile şereflendiğimde, talebelerinin büyüklerinden olan Şeyh Sadî, bana çok nasihat etti ve edebden bahsetti. Bana emrettiklerinden biri; "Hz. Hâce'nin bulunduğu yere doğru hiçbirimiz ayağımızı uzatmayız" nasihati idi. Bir gün hava çok sıcaktı. Gazyût'tan Kasr-ı Ârifân'a Hâce Hazretlerini ziyarete geliyordum. Bir ağacın gölgesinde dinlenmek için yattım. Bir hayvan gelip, ayağımı iki kere kuvvetlice tekmeledi. Fırladım kalktım. Ayağım çok fazla ağrıyordu. Tekrar yattım. Yine o hayvan gelip beni tekmeledi. Kalkıp oturdum ve sebebini düşünmeye başladım. Nihayet Şeyh Sadî'nin nasihatini hatırladım ve ayaklarımı, hocamızın bulunduğu Kasr-ı Ârifân'a doğru uzatarak yattığımı anladım."
Alâeddîn-i Attâr şöyle anlatmıştır: "Hocamız, Emîr Hüseyin'e, kış mevsiminde çok odun toplamasını emr etti. Odun toplama işi bittiğinin ertesi günü, kırk gün devam eden bir kar yağışı başladı. Sonra Hâce Hazretleri, Harezm'e gitmek için yola çıktı. Şeyh Sadî de hizmetinde idi. Hirâm Nehrine geldiklerinde, suyun üzerinden yürümesini ona emretti. Şeyh Sadî korktu, çekindi. Bir defa daha emretti. Yine yapamadı. O zaman büyük bir teveccühle ona baktı. Bununla kendinden geçti. Kendine gelince ayağını suyun üzerine koyup yürüdü. Suya batmadı. Hocamız da arkasından yürüdü. Suyun üzerinden karşıya geçince, Hocam: "Bak bakalım, pabucun hiç ıslandı mı?" buyurdu. Baktığında, Allahu Teâlâ'nın kudreti ile en küçük bir ıslaklık yoktu."
Talebelerinden biri anlatır: "Hâce Hazretlerini sevmem ve sohbetlerinde bulunmamın sebebi şudur: Bir
38
HATME-İ HÂCEGÂN SULTANLARI
gün Buhârâ'da dükkânımda idim. Gelip dükkânıma oturdu ve Bâyezid-i Bistâmî'nin bâzı menkıbelerini anlatmaya başladı. Anlattığı menkıbelerden biri şu idi: "Bâyezid-i Bistâmî buyurdu ki: "Elbisemin eteğine bir kimse do-kunsa, bana âşık olur ve ardımdan yürür." Ve sonra buyurdu ki: "Eğer kaftanımın kolunu hareket ettirsem, Bu-hârâ'nın büyükleri, küçükleri bana âşık ve hayran olup, ev ve dükkânlarını bırakarak bana tâbi olurlar." O sırada elini yeni üzerine koydu. O anda gözüm elbisesinin yenine daldı. Beni bir hâl kapladı. Kendimi kaybettim. Uzun zaman öyle kalmışım. Kendime gelince, muhabbeti beni kapladı. Ev ve dükkânı terk edip, hizmetini canıma minnet bildim."
Şeyh Ârif-i Dikgerânî, Seyyid Emîr Külâl'in halîfelerinin büyüklerindendi. O anlatır: "Bir gün, Behâeddîn Bu-hârî Hazretlerini, Kasr-ı Ârifân'da ziyarete gittik. Buhâ-râ'ya döndüğümüzde, oranın göçebelerinden bir grup da bizimle beraberdi. Onlar Hâce hakkında ileri geri konuşuyorlardı. Biz: "Sen onu tanımıyorsun, Allah'ın evliyasına karşı sû-i zan ve sû-i edebte, kötü zan ve edeb-sizlikte bulunman* uygun değildir" dedik. Susmadı. Bir eşek arısı gelip, ağzına girdi ve dilini soktu. Dayanamayacak kadar canı yandı. "Bu, o büyük zâta edebsizliği-nin cezasıdır" dedik. Çok ağladı, pişman oldu, tevbe etti. Ona karşı itikâdlarını düzeltti ve hemen ağrısı geçti.
Bir defasında Kıpçak çölü askerleri, Buhârâ'yı bir müddet kuşattılar. Buhârâlılar çok zor günler yaşadı. Birçok insan öldü. Buhara valisi, husûsî adamlarından birini Hz. Hâce'ye gönderip; "Düşmana karşı koyacak gücümüz yok. Her çâremiz tükendi, sizin yüksek kapını-
HÂCE MUHAMMED BAHÂEDDÎN NAKŞİBED
39
za sığınmaktan başka çâremiz kalmadı. Bizi bu zâlimlerden ancak siz kurtarırsınız. Müslümanların onların elinden kurtulması için Allahu Teâlâ'ya, dua ediniz. Şimdi yardım zamanıdır" dedi ve ricada bulundu. Hz. Hâce; "Bu gece Allahu Teâlâ'ya dua ediniz. Bakalım Allahu Teâlâ ne yapar," buyurdu. Sabah olunca, onlara; altı gün sonra bu belânın kalkacağı müjdesini verdi ve; "Valinize böyle müjde verin!" buyurdu. Buhârâlılar bu müjdeye son derece sevindiler. Buyurduğu gibi oldu. Altı gün sonra, şehri kuşatan düşman askerleri çekilip gitti.
Âlimlerden biri, Behâeddîn Buhâri'nin talebelerinden bir grupla Irak'a gitti. O anlatır: "Yolda Semnân şehrine varınca, burada ismi Seyyid Mahmûd olan, mübarek bir kimsenin bulunduğu ve hocamızı çok sevenlerden olduğunu duyduk. Topluca onun ziyaretine gidip, hocamıza ve bağlılığının sebebini sorduk. Dedi ki:
- "Rasûlullah Efendimizi (s.a.v) rüyada gördüm. Çok güzel bir yerdeydi. Yanında heybetli bir zât vardı. Ben, Rasûlullah'a tevazu ve edeb ile yaklaşıp: "Sohbetinizle şereflenemedim, bereketli zamanınızda ve huzurunuzda bulunamadım, en büyük ve eşsiz saadeti kaçırdım, şimdi ne yapayım?" diye arz ettim. Bana: "Bereketime ve beni görmek faziletine kavuşmak istersen, Bahâed-dîn'e uy!" buyurdu. Sonra yanında duran mübarek zâtı işaret etti. Bundan önce Bahâeddîn Buhâri'yi görmemiş idim. Uyanınca, ismini ve şeklini, şemailini bir kitabın üstüne yazdım. Uzun zaman sonra, bir manifaturacı dükkânında oturuyordum. Nurlu ve heybetli bir zât gördüm. Geldi ve dükkânda oturdu. Yüzünü görünce, o simayı hatırladım. Birden bende büyük bir hâl ve değişme
40
HATME-İ HÂCEGÂN SULTANLARI
oldu. Kendimi toparlayınca, evime gelip şereflendirmesini rica ettim. Kabul buyurdu. Kalktık, o önde ben arkalarında yürüdük. Bizim eve gelinceye kadar, hiç dönüp bana bakmadı. Ondan gördüğüm ilk keramet buydu. Çünkü o, bizim evin nerede olduğunu, daha önceden bilmiyordu. Doğruca bizim eve gitti. Sonra kütüphanemin bulunduğu odaya girdi. Çok kitabım vardı. Elini uzatıp bir kitap çıkardı. Bana uzattı ve: "Bu kitabın üzerine ne yazdın?" buyurdu. Bir de ne göreyim; yedi sene önce gördüğüm ve târihini yazdığım rüya orada yazılı idi. Bu kerametlerinden, daha ilk anda bende büyük bir hâl hâsıl oldu. Kendime gelince, bana lutf ile mukabele edip, beni talebeliğe kabul buyurdu ve kapısında hizmet edenlerin saadeti ile şereflendirdi.
Bahâeddîn Buhâri Hazretleri Hac'da iken Mina'da kurban kesiliyordu. "Bizim de kurban kesmemiz lâzım, fakat bir oğlumuzu kurban edeceğiz!"buyurdu. Talebeleri bu sözde bir hikmet vardır diyerek, o günün târihini kaydettiler. Hac'dan sonra Buhârâ'ya döndükleinde, Bahâeddîn Buhârî'nin o sözü söylediği gün, oğlunun vefat ettiğini öğrendiler. Oğlunun vefatı üzerine buyurdu ki:
-"Allahu Teâlâ'nın ihsanı ile oğlumun vefat etmesi hususunda da Rasûlullah Efendimize (s.a.v) uymuş oldum. Çünkü, Peygamberimizin de oğlu vefat etti. Rasûlullah'm başından geçen işlerin hepsi benim başımdan da geçti. Yapmış olduğu her işle amel ettim: Hiçbir sünneti terketmedim. Hepsini yerine getirdim ve neticesini buldum."
HÂCE MUHAMMED BAHÂEDDÎN NAKŞİBED
Bahâeddîn Buhâri Hazretleri, kendisine karşı edeb-sizlik yapan birine kızmayıp, tebessümle karşıladı. Fakat edebsizlik yapan kimse büyük bir derde düşüp, helak olacak hâle geldi. Hatâsını anlayıp tevbe etti. Bahâeddîn Buhârî Hazretleri bir ara o adamın evinin önünden geçerken, içeri girip hâlini sordu. "Allahu Teâlâ şifâ vericidir, korkma iyileşirsin"dedi. O kimse bu söz üzerine kalkıp: "Efendim, size karşı edebsizlik ettim, hatırınızı incittim, beni affediniz" dedi. Bunun üzerine Bahâed-din Buhârî Hazretleri buyurdu ki:
- "Kalbimiz o zaman incindi; fakat, şu anda gönül aynası tertemiz. İyi bil ki, mürşidlerin, yol göstericilerin kılıcı, kınından çıkmış yalın bir kılıçtır. Ama mürşid merhamet sahibidir. Kimseye kılıç vurmaz. İnsanlardan belasını arayanlar gelip kendilerini o kılıca vururlar."
VEFATI
Buhârâ'da Şeyh Nureddîn Halveti adında, sâlih ve meşhur bir zât vefat etmiş; Bahâeddîn Buhârî Hazretleri talebeleriyle birlikte vefat eden o zâtın yakınlarına taziyeye gitmişlerdi. Taziyeye gelenlerden bir kısmı ve o evin halkı, yüksek sesle ağlayıp feryâd ediyorlardı. Bahâeddîn Buhârî Hazretleri bu hâli görüp, onları yüksek sesle ağlamaktan menetti. Orada bulunanlardan her biri bu hususta bir şeyler söyledi. Bu arada Bahâeddîn Buhârî Hazretleri buyurdu ki:
-"Benim ömrüm sona erince, ölmek nasıl olurmuş dervişlere öğreteyim!"
Bu sözü dâima benim hatırımda kaldı.
HATME-İ HÂCEGÂN SULTANLARI
Bahâeddin Buhârî Hazretleri hastalandılar. Bu hastalığı ölüm hastalığı olup, ömrünün son günleri idi. Husûsî odasına çekildi. Vefatına kadar orada kaldılar. Her gün talebeleri oraya giderler huzurunda bulunurlardı. Talebelerinin herbirisine şefkat gösterip, iltifatta bulunurdu. Vefat etmek üzere iken, ellerini kaldırıp dua etmeye başladı. Ellerini uzatıp uzun müddet dua etti. Sonra ellerini yüzüne sürüp vefat etti.
Alâeddîn-i Attâr Hazretleri de şöyle anlatmıştır: "Ba-hâeddîn Buhârî Hazretleri ömrünün son günlerinde bana kabrini kazmamı emretti. Gidip emredildiği gibi kabir kazdıktan sonra huzuruna geldim. Bu sırada, acaba kendilerinden sonra irşâd emrini kime verecekler diye hatırımdan geçmişti. O anda mübarek başını kaldırıp, "Söyleyeceğimi, Hicaz yolunda söylemiştim. Her kim bizi arzu ederse, Hâce Muhammed Pârisâ'ya nazar etsin," buyurdu. Bu sözü söyledikleri günden sonraki gün vefat etti.
Yine Alâeddîn-i Attâr şöyle anlatmıştır. "Hâce Bahâ-eddîn Buhârî Hazretlerinin vefatı sırasında Yâsîn-i şerifi okuyorduk. O da bizimle okuyordu. Yarısına gelince, nurlar gözükmeye başladı. Kelime-i tevhidi söyleyerek son nefeslerini verdiler."
Kasr-ı Ârifân'da toprağa verildi. Talebeleri, üzerine güzel bir türbe yaptırdılar. Daha sonra türbenin yanına genişçe bir mescid inşâ edildi. Gelen pâdişâhlar o mes-cid için vakıflar kurdular. Oranın bakımını yapmak, şanını, şerefini duyurmak için çok itinâ gösterdiler.
Bu muhabbet günümüze kadar devam edegelmiştir. Temiz ruhu vesile edilerek Cenâb-ı Hakk'tan yardım is-
HÂCE MUHAMMED BAHÂEDDÎN NAKŞİBED
43
tenmektedir. Eşiğinin toprağı gözlere sürme gibidir. Dar zamanlarda onun kapısına sığınılır, o vesile edilerek himmet istenir.
Kendisinden sonra "Nakşibendiyye" olarak anılmaya başlayan tarikatı, Çin, Türkistan ve Anadolu'da yayılmıştır. Diğer tarîkatlerin aksine, tarikat silsilesinin, Hz. Ali kerremallahü veçhe yerine Hz. Ebû Bekr radıyallahü anh'a bağlı bulunmuş olması, bu tarikatın, diğerlerinde az da olsa hissedilen Şiîlik tesîrinden uzak kalmasını sağlamıştır.
O şöyle derdi: "Müslümanlık, ahkâma bağlılık, takvaya riâyet ve azimet ile ameldir."
"Tarikat edebden ibarettir" hükmü ile bu yüce tarikata sâlik ve tâlib olan Allah'ın kullarına tam bir edeb şarttır. "Mum gibi ol ve mum gibi olma!.. Mum gibi ol ki, ışığın başkalarını aydınlatsın. Mum gibi olma ki, kendini karanlıkta korsun."
"Herkes koşmakla avı tutamaz. Avı, sürekli kovalayan kimse tutar."
Biz ilk başta kendimizi matlûb, başkalarını tâlib bilirdik, şimdi o yoldan vazgeçtik. Mürşid, mutlak olarak Hakk Teâlâ'dır. Bu yüce tarîkate girme yolunda her kimde bir taleb dâvası peyda olursa, Hakk Teâlâ onu bizim sohbetimize gönderir ve onun nasibi her ne ise kendisine erişir. Öyleyse, hakikatte taleb dâvası veren ve şeyhe gitmeye sevk eden Hakk Teâlâ olduğundan, "Mürşid hem tâlib, hem de matlûptur" sözünün manası ortaya çıkar.
Dostları ilə paylaş: |