"Evet. Hatırlıyorsun. Hatırlıyorsun. Ama ben onu görüyorum, Sully. Yüzündeki iltihaplı sivilcelere kadar görüyorum. Onu duyuyorum, çektiği esrarın kokusu bile burnumda... Ama daha çok onu görüyorum, kadını nasıl yere devirdiğini, kadının nasıl yamyassı yerde yattığını ve bir şeyler haykırarak ona yumruk salladığını..."
"Lütfen kes."
"...bunun olacağını tahmin edememiştim. Sanırım, Malenfant da önceleri düşünememişti. Sadece süngüyü birkaç kez kadına batırmış, süngünün ucuyla onu dürtmüş, sanki şaka yapıyormuş gibi davranmıştı, ama sonra gerçekten yapacağını yapmış, süngüyü saplamıştı. Kadıncağız haykırdı, elleri, ayakları titremeye başladı. Hatırla, kadını ayaklarının arasına sıkıştırmıştı. Ötekiler de koşuyorlardı. Ralph Clemson, Mims ve bilmem kaç kişi daha. O Clemson piçinden hep nefret etmişimdir. O, Malenfant'tan da beterdi. Ronnie hiç değilse sinsi değildi. Onun ne yapacağı belliydi. Clemson çılgın ve sinsiydi. Ölesiye korkuyordum, Sully, ölesiye korkuyordum. Yapılanları durdurmam gerektiğini biliyordum. Ama denersem beni boğacaklarından korktum. Hepsinin, hepinizin. Çünkü, o an sizler vardınız, bir de ben vardım. Shearman'a diyecek bir şeyim yok. Helikopterlerin düştüğü o açıklığa yarını yokmuş gibi koştu, ama ö kentte... Ona baktım, ama hiçbir şey yoktu."
Sully, "Sonra pusuya düşürüldüğümüzde hayatımı kurtardı," dedi.
"Biliyorum. Seni bir superman gibi kucaklayıp taşıdı. Açıklıkta, patikada öyleydi, ama sonra kentte hiçbir şey. Kentte yalnız başımaydım. Sanki tek yetişkin bendim, ama kendimi bir yetişkin gibi hisetmiyordum."
Sully zahmet edip ona susmasını tekrar söylemeye gerek görmedi. Dieffenbaker anlatmaya başladığı şeyi bitirecekti. Onu yalnızca ağzına vurulacak bir yumruk susturabilirdi.
"Süngüyü sapladığı zaman kadının nasıl haykırdığını anımsamıyor musun? O ihtiyar kadının? Malenfant da onun üzerinde duruyor, ağzından salyalar akıyor ve saplıyordu. Slocum'dan Tanrı razı olsun. Bana baktı ve bir şey yaptırdı... Bütün yaptığım, ateş etmesini ona söylemek dahi olsa."
Sully, hayır, diye düşündü. Onu bile yapmadın sen. Sadece başını eğdin. Mahkemede bu gibi palavralarla yakanı kurtaramazsın. Seni yüksek sesle konuşturur ve söylediklerini kaydederler.
Dieffenbaker, "Bence Slocum o gün ruhlarımızı kurtardı," dedi. "Biliyorsun, o kendini öldürdü. Evet. '86'da."
"Bir araba kazasında öldüğünü zannediyordum."
"Berrak bir akşamda arabayı saatte yüz on kilometreyle bir köprü ayağının üzerine sürmek kazaysa, tamam, kazaydı."
"Ya Malenfant'tan ne haber? Biliyor musun?"
"Toplantılarımızın hiçbirine gelmedi, ama son duyduğumda hayattaydı. Andy Brannigan onu Güney Kaliforniya'da görmüş."
"Kirpi mi onu görmüş?"
"Evet, Kirpi. Nerede görmüş, biliyor musun?"
"Tabii ki hayır."
"Duyunca aklını oynatacaksın, Sully-John. Brannigan Alcoholics Anonymous'da. Onun dini bu. O cemiyetin hayatını kurtardığını söylüyor ve sanırım doğrudur. Herhangi birimizden daha tutkulu içiyordu belki hepimizin toplamından daha çok. Sonuç olarak şimdi tekila yerine AA'nın tiryakisi. Haftada on iki toplantıya katılıyor, o bir GSR -ne olduğunu bana sorma, grup içinde politik bir konumdur- ve direkt bir telefonu var. Her yıl da ulusal düzeydeki kongrelerine gidiyor. Ayyaşlar beş yıl önce San Diego'da toplanmışlardı. Elli bin alkoliğin San Diego Kongre Merkezi'nde bir ağızdan Huzur ilahisini söylemelerini düşünebiliyor musun?"
"Sayılır," dedi Sully.
"Kahrolası Brannigan bir ara soluna bakınca kimi görmüş dersin: Ronnie Malenfant'ı. Gözlerine inanamamış, ama gerçekten Malenfant'mış. Büyük kongreden sonra Malenfant'ı yakalamış ve birlikte içmeye gitmişler." Dieffenbaker konuşmasına kısa bir ara verdikten sonra devam etti. "Alkolikler bunu da yapıyorlar. Ama limonata ve kola gibi şeyler içiyorlar. Malenfant bu arada Kirpi'ye iki yıldır içmediğini, Tanrı dediği bir güç bulduğunu, yeni baştan doğduğunu, her şeyi hayatın koşullarına göre yaşadığını vs. vs. söylemiş. Brannigan elinde olmayarak Malenfant'a Beşinci Adım'ı atıp atmadığını sormuş. Bunun, yaptıklarını itiraf etmek ve kefaretini ödemeye hazır olmak anlamına geldiğini biliyorsun. Malenfant da gözünü kırpmadan bir yıl önce Beşinci Adım'ı da attığını ve o zamandan beri kendini çok daha iyi hissettiğini söylemiş."
"Lanet olsun." Sully duyduğu öfkeye kendisi de şaştı. "Ronnie'nin o olayı atlattığını bilse yaşlı mamasan herhalde sevinir. Onu bir dahaki görüşümde söylerim." Sully böyle derken yaşlı kadını o günün sonraki bir saatinde göreceğini tabii ki bilmiyordu.
"Evet, söylersen iyi edersin."
Bir süre konuşmadan oturdular. Sully, Dieffenbaker'den bir sigara daha istedi, Dieffenbaker de verdi ve yine Zippo'sunu çaktı. Köşenin öbür yanından konuşma kırıntıları ve hafif gülüşler kulağa geliyordu. Pags'in cenaze töreni sona ermişti. Ronnie Malenfant o sırada Kaliforniya'da bir yerde belki AA'nın Büyük Kitap'ını okuyor ve Tanrı demeyi seçtiği o ulu güçle bağlantı kuruyordu. Belki Ronnie de, her ne haltsa bir GSR'ydi. Sully, Ronnie'nin ölmüş olmasını isterdi. Keşke Viet Kong' un bir siperinde burnu yara içinde ve fare boku kokularına bulaşarak, iç kanama geçirip kendi mide zarından parçalar kusarak ölseydi. Dürtüleri ve iskambil kâğıtlarıyla Malenfant, süngüsüyle Malenfant, yeşil pantolonlu, turuncu gömlekli ve kırmızı patikli yaşlı mamasan'ı ayaklarının arasına sıkıştıran Malenfant.
Sully, "Niçin Vietnam'daydık zaten?" diye sordu. "Herhalde filozofça düşünmek için değil. Nedenini sen keşfedebildin mi bari?"
"'Geçmişten bir şey öğrenmeyen onu tekrarlamaya mahkûmdur,' sözünü kim söylemişti?"
"Aile Kavgası'nın hoştu Richard Dawson."
"Patla sen, Sullivan."
"Kimin söylediğini bilmiyorum. Önemi var mı?"
"Evet," dedi Dieffenbaker. "Çünkü biz o ormandan hiç çıkamadık. Bizim kuşağımız orada öldü."
"Bu biraz..."
"Biraz ne? Biraz fazla iddialı mı? Olabilir. Biraz aptalca mı? O da olabilir. Kendini fazlaca önemser olmak mı? Evet, efendim. Ama biz buyuz. Baştan başa buyuz. Nam'dan beri ne yaptık ki, Sully? Gidenlerimiz, yürüyüşlere katılıp protesto edenlerimiz, evde kalıp Dallas kovboylarını seyredenlerimiz, bira içip divan yastıklarının içine osuranlarımız?"
Yeni teğmenin yanaklarını renk basıyordu. Oyuncak atını bulup üstüne tırmanan ve üstünde sallanmaktan başka bir şey yapamayan bir adam görüntüsü veriyordu. Ellerini uzattı ve Vietnam deneyiminin miraslarını sayarken Sully'nin yaptığı gibi parmaklarını şaklatmaya başladı.
"Görelim şimdi. Süper Mario Kardeşleri, ATV'yi•, lazerli güdümlü mermi sistemlerini ve krak kokaini icat eden kuşağız. Richard Simmons'u, Scott Peck'i ve Martha Stewart Yaşamı'nı keşfettik. En radikal bir yaşam tarzı değişikliğimiz bir köpek almaktan ibaret. Sutyenlerini yakan kızlar şimdi iç çamaşırlarını Victoria's Secret'ten satın alıyorlar. Ve barış uğruna korkusuzca seks yapan gençler şimdi gece geç saatlerde bilgisayar ekranlarının önünde oturup İnternet'te çıplak on sekizliklerin resimlerine bakan ve muhallebi gibi önleriyle oynayan şişko herifler oldular. İşte bu biziz, kardeşim, gözlemeyi seviyoruz. Sinema filmlerini, video oyunlarını, canlı araba yarışı yayınlarını, Jerry Springer Şov'undaki boks gösterilerini, Mark McGwire'i, Dünya Federasyonu Güreşleri'ni, devlet memurlarına karşı açılan dava duruşmalarını seyrediyoruz. Umurumuzda değil, biz sadece seyretmeyi seviyoruz. Ama gülme sakın... Her şeyin elimizde olduğu bir zaman vardı. Biliyor musun bunu?"
Sully "evet" der gibi başını eğerken Carol'u düşünüyordu. Ama kanepede onunla ve şarap kokan annesiyle oturan Carol'u değil. Yüzünün bir yarısına kanlar süzülürken kameralara karşı barış pankartlarını sallayanı da değil. Onun düşündüğü, annesinin hepsini Savin Rock'a götürdüğü günkü Carol'dı. Arkadaşı Bobby o gün bir iskambil cambazından para kazanmıştı. Carol o gün kumsalda mavi mayosunu giymişti. Bazen Bobby'ye öyle bir bakışı vardı ki. Bobby'nin onu öldürdüğünü, ölmenin ise tatlı olduğunu anlatan bir bakıştı bu. O zamanlar her şey ellerindeydi; buna emindi Sully. Ama çocuklar her şeyi kaybederler; çocukların parmakları kaygan, cepleriyse deliktir, bu yüzden her şeyi kaybederler.
"Borsada keselerimizi doldurduk, spor salonlarına gittik, kendi kendimizle iletişim kurmak için terapi seanslarına katıldık. Güney Amerika yanıyor, Malezya yanıyor, kahrolası Vietnam da yanıyor, ama biz sonunda kendi kendimizden nefret etme sürecini aştık, sonunda kendi kendimizden hoşlanmaya başladık ki bu çok iyi.
Sully, Malenfant'ın kendi kendisiyle iletişim kurmasını, içindeki Ronnie'den hoşlanmayı öğrenmesini düşündü ve ürpermekten kendini alamadı.
Dieffenbaker bütün parmaklarını yüzünün önünde tutuyordu; Sully onun bu halini Mammy'yi söylemeye hazırlanan Al Jolson'a benzetti. Dieffenbaker de Sully ile aynı zamanda bunun farkına varmış olmalı ki ellerini yüzünden çekti. Yorgun, şaşkın ve mutsuz görünüyordu.
"Bizim yaşımızdaki insanların birçoğundan yalnız oldukları zaman hoşlanıyorum, ama kuşağımızdan tiksiniyor ve nefret ediyorum, Sully. Her şeyi değiştirme fırsatı elimizdeydi. Bunun yerine marka kot pantolonlarla, Radio City Müzikholü'nde Mariah Carey'i dinlemek için iki biletle, sık sık uçak yolculukları yapmakla, James Cameron'un Titanic'iyle ve emeklilik portföyleriyle yetindik. Saflık, bencillik ve isteklerimize düşkünlük açısından bize biraz olsun yakın olan tek kuşak, yirmili yılların Kaybolmuş Kuşağı'dır, ama onların birçoğu en azından sarhoş kalmak dürüstlüğünü gösterdiler. Biz bunu bile yapamadık. Battık, dostum."
Sully yeni teğmenin ağlamaklı olduğunu görüyordu. "Deef," diyecek oldu.
"Geleceği satmanın bedelini biliyor musun, Sully-John? Geçmişi hiçbir zaman gerçek anlamda terk edemezsin. Geçmişi aşamazsın. Benim tezime göre, sen New York'ta değilsin bile. Delta'dasın, bir ağaca sırtını dayamışsın, sarhoşsun ve ensene böcek ilacı sürüyorsun. Packer de orada, çünkü hâlâ 1969'dayız. 'Sonraki hayatım' diye düşündüğün her şey sabun köpüğünden farksız. Ve böylesi daha iyi. Vietnam daha iyi. Onun için orada kalıyoruz."
"Öyle mi düşünüyorsun?"
"Kesinlikle."
Siyah saçlı ve kahverengi gözlü bir kadın köşeden başını uzattı. "Oradasınız demek."
Kadın yüksek ökçelerinin üstünde ağır ve zarif hareketlerle onlara doğru yürürken, Dieffenbaker ayağa kalktı. Sully de ayağa kalkmıştı.
"Mary, bu arkadaş John Sullivan. Askerlik hizmetini benimle ve Pags'le yapmıştı. Sully, bu hanım, arkadaşım Mary Theresa Charlton."
Sully ona elini uzattı. "Tanıştığımıza sevindim."
Kadının el sıkışı sağlam ve güvenliydi. Ama uzun ve serin parmakları Sully'nin avucundayken Dieffenbaker'e bakıyordu. "Bayan Pagano seni görmek istiyor, sevgilim."
Dieffenbaker binanın ön tarafına yöneldi, sonra dönüp Sully'ye baktı. "Biraz bekle," dedi. "Gider, bir şey içeriz. Vaaz çekmeyeceğime söz veriyorum." Ama bunun tutamayacağı bir söz olduğunu ikisi de biliyorlarmış gibi, böyle derken bakışını Sully'den kaçırmıştı.
Sully, "Teşekkür ederim, ama gitmek zorundayım. İş çıkışı trafiğine yakalanmak istemiyorum," dedi.
Ama Sully paydos saatinin yoğun trafiğinden kurtulamamıştı, şimdi de güneşte ışıldayan bir piyano kendine özgü bir müzikle üstüne düşmek üzereydi. Sully kendini yüzükoyun yere attı ve bir arabanın altına yuvarlandı. Piyano bir buçuk metreden daha yakın bir noktada yere çarpıp patlamaya benzer bir sesle parçalandı. Bu sırada dişe benzeyen sıra sıra tuşları dört bir yana saçıldı.
Sully arabanın altından dışarı kaydı, bu arada sıcak egzostan sırtı yanmıştı. Zorlukla ayağa kalktı. Paralı yolun kuzey yönüne bakınca, şaşkınlıktan gözleri iri iri açıldı. Gökten neler düşmüyordu ki: kayıt cihazları, halılar, üstüne otlar yapışmış bıçağı yuvasının içinde fırıl fırıl dönen bir çimen kırpma makinesi, içinde hâlâ balıkların yüzdüğü bir akvaryum... Sully, yaşlı bir adamın arıza şeridinde koşmakta olduğunu gördü. Derken bir merdiven üstüne düşerek sol kolunu kopardı ve adamcağız dizüstü yere çöktü. Gökten inen cisimlerin arasında saatler, masalar, sehpalar ve kablosu arkasında yağlı bir göbek kordonu gibi çözülürken dikine yere düşen bir asansör de vardı. Yakındaki bir endüstri kompleksinin park alanına klasör yağarken açılıp kapanan kapaklarının çıkardığı gürültü kulağa alkış gibi geliyordu. Bir kürk manto koşmakta olan bir kadının üstüne düşüp onu hapsetti. Hemen arkasından bir kanepe de kadının üstüne düşerek onu ezdi. Bir seranın koca koca camları maviliğin içinden düşerken hava bir ışık fırtınasıyla doldu. Ardından, bir iç Savaş askerinin heykeli bir kamyonun tepesini delerek içeri düştü. Bir ütü tahtası ilerdeki üst geçide çarptıktan sonra kilitlenmiş trafiğin içine pervane gibi döne döne indi. Doldurulmuş bir aslan bir kamyonetin kasasının içine oturuverdi. Her taraf kaçışan ve haykıran insanlarla doluydu. Her yanda tavanları çökmüş arabalar ve tuzla buz olmuş oto camları göze çarpıyordu. Sully tavanı bir camekân mankeninin doğal olmayan pembelikteki bacakları tarafından delinmiş gözüken bir Mercedes gördü. Hava iniltiler ve ıslıklarla sarsılıyordu.
Bir başka gölge Sully'nin üstüne düştü. Sully başını eğip elini kaldırırken, cisim, kafatasını parçalayacak türden bir şey olursa iş işten geçerdi. Daha da büyük bir cisim olursa otoyolunun üstünde yağlı bir lekeden farkı kalmayacaktı.
Düşen cisim eline çarptı ve zerrece canını acıtmadan yaylanarak ayaklarının dibine düştü. Sully cisme önce şaşkınlıkla; sonra huşuyla baktı. "Tanrım."
Eğildi ve gökten düşen beysbol eldivenini yerden aldı. Onca yıldan sonra onu görür görmez tanımıştı. Sonuncu parmaktaki derin çizikle karmakarışık olmuş kaytanın parmak izinden geri kalır tarafı yoktu. Bobby'nin adını yazmış olduğu eldivenin yan tarafına baktı. Ad hâlâ oradaydı, ama harfler olması gerekenden daha netti, derinin bazı bölümleri üstüne yazılan ve silinen isimler yüzünden iyice eskimişti.
Yüzüne daha fazla yaklaştığında eldivenin kokusu sarhoş edici olduğu kadar karşı konulmazdı. Sully onu eline geçirdi, bunu yaptığında da küçük parmağının altında bir şey çatırdadı; eldivenin içine bir kâğıt parçası sıkıştırılmıştı. Sully aldırmadı. Eldiveni yüzüne yapıştırarak gözlerini kapadı ve kokladı. Deri, el kremi, ter ve ot kokuları burnuna doldu. Bütün yazların kokusu vardı eldivende. Örneğin, 1960 yazı. O yaz kampta geçirdiği haftanın dönüşünde her şeyin değişmiş olduğunu görmüştü. Bobby'nin suratı asıktı, Carol mesafeli ve düşünceliydi (en azından bir süre için), Bobby'nin binasının üçüncü katında oturan o hoş yaşlı adam -Ted- ise gitmişti. Her şey değişmişti... Ama hâlâ yazdı, o da hâlâ on bir yaşındaydı ve her şey de hâlâ...
Sully eldivenin içine, "Ebedi görünüyordu," diye mırıldandı ve aromasını tekrar tekrar içine çekti. O sırada kelebeklerle dolu cam bir mahfaza bir ekmek kamyonetinin üstünde parçalanıyordu. Ardından bir dur işareti de fırlatılmış mızrak gibi arıza şeridine titreyerek saplandı. Sully yoyosunu, şekerleme parçalarının damağa çarpıp sonra dilin üstünde sekişini hatırladı. Yakalayıcı kaskının yüzüne nasıl tam olarak oturduğunu hissetti, Broad Sokağı'ndaki çimen kırpma makinesinin çıkardığı hişa-hişa-hişa sesini duyar gibi oldu, çiçeklerine fazla yakın yürüdüğünüz zaman Bayan Conlan'ın nasıl kızdığını, Asher Empire gişesindeki Bayan Godlow'un, hâlâ on iki yaşından küçük olamayacak kadar büyük olduğunuzu düşünürse kimliğinizi görmek isteyişini, Brigitte Bardot posterini (O çöpse çöpçü olmak isterim), silahlarla oynayışlarını ve Bayan Sweetset'in dördüncü sınıf dershanesinin arka sırasındaki marifetlerini anımsadı.
"Hey Amerikalı," Şu farkla ki Amellikalı demişti, Sully de bakışını Bobby'nin Alvin Dark modeli eldiveninden daha ayırmadan kimi göreceğini biliyordu. Yaşlı mamasan orada bir derin dondurucunun (Et paketleri parçalanmış kapısından donmuş bloklar halinde dışarı dökülüyordu.) ezdiği motosikletle tavanı yine başka bir nesne tarafından delinmiş bir Subaru'nun arasında duruyordu. Yaşlı mamasan yeşil pantolonuyla turuncu gömleğinin içindeydi, ayaklarında da kırmızı patikleri vardı. Yaşlı mamasan cehennemdeki bir bar tabelası gibi ışıklandırılmıştı.
"Hey Amerikalı, bana gel, ben seni korumak." Böyle diyerek Sully'ye kollarını uzatıyordu.
Sully dolu gibi yağan televizyon aygıtlarının, sigara kartonlarının, yüksek ökçeli ayakkabıların ayaklı büyük bir saç kurutucusunun ve bozukluklar kusan bir kumbaralı telefonun arasında ona doğru yürüdü. Sully büyük bir ferahlıkla, insanın evine dönünce duyduğu huzur duygusuyla ona doğru yürüdü.
"Ben seni korumak." Şimdi kollarını uzatıyordu. "Zavallı çocuk, ben seni korumak!" Sully, mamasan'ın kollarına sığınırken etrafındaki insanlar bağırıp kaçışıyor, Amerikan malları Bridgeport'un kuzeyindeki 1-95 numaralı otoyoluna ışıldayarak düşüyordu.
Kadın, "Seni korumak," dedi. Sully arabasının içindeydi. Etrafında trafik her dört şeritte de tamamen durmuştu. Radyo WKND kanalına ayarlanmıştı, The Platters Alacakaranlık Zamanı'nı söylüyor, Sully de nefes alamıyordu. Gökten hiçbir şey düşmüş değildi, trafiğin tıkanması dışında tek bir anormallik gözükmüyordu. Ama Bobby Garfield'in eski beysbol eldiveni elinde olduğuna göre, bu nasıl olabilirdi?
Yaşlı mamasan, "Beni seni korumak," diyordu. "Zavallı çocuk, zavallı Amerikalı çocuk, ben seni korumak."
Sully soluk alamıyordu. Kadına gülümsemek, çok üzüldüğünü, içlerinden bazılarının niyetinin kötü olmadığını söylemek istiyordu, ama ciğerlerinde hava yoktu ve çok yorgundu. Gözlerini kapadı ve Bobby'nin eldivenini son bir kez kaldırmaya, o yağlı, yaz kokusundan bir nefes daha çekmeye çalıştı, ama eldiven fazla ağırdı.
Dieffenbaker ertesi sabah arkasında sadece kot pantolonuyla mutfak tezgâhının başında fincanına kahve doldurduğu sırada Mary oturma odasından içeri girdi. Üstünde DENVER BRONCOLARI'NIN MALIDIR yazılı eşofman üstünü giymişti. Elinde New York Post'u tutuyordu.
"Galiba sana verecek kötü bir haberim var," dedi düşünceli bir ifadeyle. "Orta karar kötü bir haber."
Dieffenbaker ihtiyatlı bir hareketle döndü. Kötü haberlerin öğle yemeğinden sonra verilmesi gerekirdi. Öğle yemeğinden sonra insan kötü haberlerle karşılaşmaya yarı yarıya hazırlıklı oluyordu. Ama sabahın köründe alınan kötü bir haber mutlaka bir iz bırakırdı. "Ne olmuş?" diye sordu.
"Dün arkadaşının cenaze töreninde benimle tanıştırdığın adam var ya, Connecticut'ta bir araba galerisi olduğunu söylemiştin, değil mi?"
"Doğru."
"Emin olmak istedim. Çünkü, biliyorsun, John Sullivan o kadar da çarpıcı ya da ender rastlanır bir ad değil."
"Sen ne demeye getiriyorsun, Mary?"
Genç kadın ona yarısına yakın bir yerinden ikiye katlanmış olan gazeteyi uzattı. "Evine döndüğü sırada olmuş diyorlar. Üzgünüm, sevgilim."
Mary'nin yanılmış olması gerekirdi. Dieffenbaker'in ilk aklından geçen düşünce bu oldu. İnsanlar, sizin onları görmenizin, onlarla konuşmanızın hemen arkasından ölemezlerdi. Bunun temel bir kural olması gerekirdi.
Ama haberdeki John Sullivan oydu. Hem de olduğu üç kez doğrulanmıştı. Sully, üstünde lise beysbol üniformasıyla ve yakalayıcı maskesini başının tepesine itmiş bir halde, Sully kolunda çavuş rütbesi olan asker üniformasıyla ve Sully, yetmişli yılların sonunda kalmış olması gereken bir takım elbisenin içinde. Fotoğraf sırasının altına yalnız Post'ta rastlayacağınız türden bir manşet atılmıştı:
KATİL TRAFİK
GÜMÜŞ YILDIZ NİŞANI SAHİBİ VİET GAZİSİ CONN. TRAFİK TIKANIKLIĞINDA ÖLDÜ
Dieffenbaker ayrıntıları okurken bugünlerde kendi yaşında ve tanıdığı birinin ölüm ilanını her okuyuşunda hissettiği huzursuzluğu duyuyordu. Doğal yollarla ölmek için henüz fazla genciz, diye düşünür, bir yandan da bu düşüncesinin saçma olduğunu bilirdi.
Görünüşe bakılırsa Sully kaza yapmış bir traktör römorkunun neden olduğu trafik tıkanıklığında kalp krizi geçirerek ölmüştü. Yazı, belki de galerisinin Chevrolet ambleminin karşısında öldü diye hayıflanıyordu. KATİL TRAFİK türünden manşetler gibi bu da ancak Post'ta rastlanan yakıştırmalardandı. Times zeki biri olursanız iyi bir gazeteydi; ama Post sarhoşlarla şairlerin gazetesiydi.
Sully arkasında eski karısını bırakmıştı, ama çocuksuzdu. Cenaze töreniyle ilgili hazırlıklar First Connecticut Bankası'ndan Norman Oliver tarafından yapılmaktaydı.
Dieffenbaker, bankası tarafından gömülecek, diye düşündü ve elleri titremeye başladı. Bu düşüncenin ona neden böylesine bir dehşet duyurduğu hakkında bir fikri yoktu, ama duyuruyordu işte. "Kahrolası bankası tarafından. Aman Tanrım!
"Sevgilim?" Mary ona bir biraz endişeyle bakmaktaydı. "İyi misin?"
Dieffenbaker, "Evet," dedi. "Trafik kilitlendiği için öldü. Belki ona bir ambulans bile ulaştıramadılar. Belki de trafik yeniden akmaya başlayana kadar öldüğünü fark etmediler bile. Aman Tanrım!"
Genç kadın, "Yapma," diyerek gazeteyi onun elinden aldı.
Sully helikopterdekileri kurtarmada gösterdiği çabalara karşılık Gümüş Yıldız nişanıyla ödüllendirilmişti. Sarı adamlar ateş ediyorlardı, ama Packer'le Shearman, çoğu Delta İki-İki'lerden olan bir avuç Amerikalı askerle ileri atılmışlardı. Kurtarma operasyonu gerçekleşirken Bravo Bölüğü'nden on, on iki asker de şaşkın ve belki de etkisiz bir koruma ateşi açmışlardı. Birbirinin içine girmiş iki helikopterdekilerden iki kişi mucize sonucu hayattaydılar, en azından açıklıktan çıkana kadar hayatta kaldılar. John Sullivan birini kendi başına güvenli bir yere taşımıştı; yangın söndürme köpüğüyle kaplı havacı bu arada Sully'nin kollarının arasında avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
Malenfant da açıklığa koşmuştu; yangın söndürücüsünü kocaman bir kırmızı bebek gibi kucaklamıştı ve bir yandan koşarken ormandaki Kong'a becerebilirlerse kendisini vurmalarını, ama bir avuç frengili salak oldukları için asla vuramayacaklarını, hatta lanet olası bir ambarın geniş yüzünü bile vuramayacaklarını haykırıyordu. Malenfant da Gümüş Yıldız alacakların listesine dahil edilmişti ve Dieffenbaker emin olmasa da sivilceli salak herhalde ödülü almıştı. Sully bunu bilmiş ya da tahmin etmiş miydi? Cenaze evinin dışında otururlarken bundan söz etmez miydi? Belki söz ederdi, belki de etmezdi. Zaman geçtikçe madalyalar giderek önemini yitiriyordu. Bu ortaokulda bir şiiri ezberlediğiniz için verilen ödül ya da lisede koşarak atışı bloke ettiğinizde aldığınız mansiyon gibi bir şeydi. Sadece rafta sakladığınız bir hatıraydı. İhtiyar adamların çocukları etkilemek için kullandıkları araçlardı. Daha yükseğe atlamanız, daha hızlı koşmanız ve ileri atılmanız için kullandıkları araçlardı. Dieffenbaker, ihtiyar adamlar olmasa dünyanın büyük olasılıkla daha iyi bir yer olacağını düşünüyordu. (Bunu tam kendisi yaşlanmaya yüz tutmuşken kavramıştı.) İhtiyar kadınlar yaşasınlardı, ihtiyar kadınların genellikle kimseye zararları dokunmazdı, ama ihtiyar adamlar kuduz köpeklerden daha tehlikeliydiler. Hepsini vurmalı, cesetlerini benzine bulamalı ve ateşe vermeliydi. Çocuklar da el ele vererek ateşin etrafında bir yandan şarkı söylemeli ve dans etmelilerdi.
Mary, "İyi olduğuna emin misin?" diye sordu. "Sully'yi kast ediyorsan, tabii. Onu zaten yıllardır görmemiştim." Dieffenbaker kahvesini içerken kırmızı terlikli yaşlı hanımı, Malenfant'ın öldürdüğü, Sully'yi ziyaret eden yaşlı hanımı düşünüyordu. En azından artık Sully'yi ziyaret etmeyecekti. Yaşlı mamasan'ın ziyaret günleri sona ermişti. Dieffenbaker'e göre savaşlar gerçekte böyle son buluyordu; barış masalarında değil, kanser koğuşlarında, ofis kafeteryalarında ve trafik tıkanıklıklarında. Savaşlar minik parçalar halinde son buluyordu, her parçası anı gibi uzaklaşıyor, her biri tepelerin arasında sönükleşen bir yankı gibi kayboluyordu. Savaş da sonunda beyaz bayrağı dalgalandırıyor ya da öyle olduğunu umut ediyordu Dieffenbaker. Sonunda savaşın bile teslim olmasını diliyordu.
1999: Gelsene piç, gel evine
GECE! TANRISAL
GÖLGELERİ ÇÖKÜYOR
2000 yılından önceki son yaz içinde bir öğleden sonra Bobby Garfield, Connecticut'un Harwich kentine döndü. Önce anma töreninin yapılacağı Batı Ciheti Mezarlığı'ndaki Sullivan aile kabrine gitti. Hatırı sayılır bir dost kalabalığı Sully-John'u uğurlamaya gelmişti. Post'taki yazı onları kitle halinde oraya çekmişti. Amerikan Lejyonu şeref kıtası silahlarını ateşleyince birçok küçük çocuk şaşkınlıktan ağlamaya başladı. Mezarın başındaki ayinden sonra bir salonda resepsiyon verildi. Bobby usulen oraya uğradı -bir dilim pasta yiyip kahve içecek ve Bay Oliver'e merhaba diyecek kadar kaldı- ama tanıdığı hiç kimseyi göremedi, ayrıca ortalık henüz aydınlıkken görmek istediği kimseler vardı. Kırk yıla yakın zamandır Harwich'e uğramamıştı.
Dostları ilə paylaş: |