Stephen King Sis



Yüklə 1,35 Mb.
səhifə9/27
tarix04.11.2017
ölçüsü1,35 Mb.
#30621
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   27

Yetenek nedir bilir misiniz? Beklenti denilen lanet. Daha çocukken onunla boğuşmak ve onu yenmek zorunda kalırsınız. Yazı yazabiliyorsanız, Tanrının sizi yeryüzüne Shakesoeare'i gölgede bırakmak için yolladığını düşünürsünüz. Resim yapabiliyor-sanız, benim gibi, Tanrının sizi babanızı aşmak için yarattığına inanırsınız.

Sonunda babam kadar yetenekli olmadıöım ortaya çıkmıştı. Belki onu yenmek için, gerektiğinden çok daha uzun süre didin-miştim. New York'ta bir sergi açmıştım ve yapıtlarım pek beğe-nilmemişti. Sanat eleştirmenleri babamı bir sopa gibi kullanarak, beni güzelce pataklamışlardı. Bir yıl sonra evimi geçindl-rebilmek için ticari resimler yapmaya başlamıştım. Karım o şifada hamileydi. Bir köşeye çekilmiş ve kendi kendimle ciddi cid-

— 101 —


di konuşmuştum. Bunun sonucu olarak da ciddi sanatın, benirn için sadece bir hobi olabileceğine karar vermiştim.

Ondan sonra Altın Kız Şampuanı reklamlarının resimlerini yapmaya başladım. Hani şu, kızın bisiklete bindiği, kumsalda topla oynadığı, elinde içki kadehiyle apartmanının balkonunda durduğu resimleri. Ünlü dergilerin kısa hikâyelerini resimledim Ama bu pazara girebilmek için, önce erkekler için çıkarılan, açı|< saçık dergilerde çalışmak zorunda kaldım. Film afişleri de yap-tim. Artık iyi para kazanıyordum. Durumumuz iyiydi. Güzelce geçiniyorduk.

Geçen yaz Bridgton'da yapıtlarımı son kez sergiledim. Beş yıl içinde yaptığım dokuz tabloyu. Resimlerden altısını sattım. İşin garibi, satmaya yanaşmadığım tek tablo, bu supermarket^ ilgiliydi. Park yerinin resmini yapmıştım. Tabloda park boştu. Sadece türlü boyutlarda konserve kutuları vardı. Bunlardan sonuncusu sanki iki buçuk metre boyundaymış gibi duruyordu. Tablonun adı, «Konserveler ve Yalancı Perspektif »ti. California'lı bir adam tabloyu almak için çok uğraştı. Oysa dümdüz tahta çerçevenin alt sol köşesine takılmış olan kartta, «Satılık Değildir,» diye de yazılıydı. Adam tenis raketleri ve topları gibi türlü spor malzemesi üreten bir şirketin ileri gelenlerindendi. Pes etmeye yanaşmıyordu. Tabloya altı yüz dolar vererek başladı, sonunda dört bine kadar çıktı. Tabloyu çalışma odası için istediğini söylüyordu. Resmi satmadım. Adam hayretler içinde çıkıp gitti. Ama yine de vazgeçmiş değildi. Fikir değiştiririm ümidiyle, kartını bırakmıştı.

O para işime yaradı. O yıl eve eklemeler yaptırmış ve cipi satın almıştık. Ama içimden tabloyu satmak gelmiyordu. Çünkü bunun o zamana kadar yaptığım resimlerin en iyisi olduğuna inanıyordum. Biri bilinçsiz bir acımasızlıkla, «Ne zaman ciddi bir çalışma yapacaksın?» diye sorduğunda, o tabloya bakacaktım.

Sonra geçen sonbaharda, bir gün tabloyu Ollie Weeks'e gösterdim. «Tablonun resmini çekebilir miyim?» diye sordu. «Gazetede bir hafta reklam için kullanacağım.» Böylece benim kendi yalancı perspektifim de sona ermiş oldu. Ollie resmin ne olduğunu iyi anlamış ve beni de anlamaya zorlamıştı. Aslında tablo

— 102 — ...

çarpıcı bir ticari resimdi. Bundan ne fazla, ne de eksik. Buna şükrediyordum.

Ollie'nin istediğini yapmasına izin verdim. Sonra da San Lois Obispo'ya o şirketin müdürüne telefon ettim. «Resmi istiyorsan, onu sana iki bin beş yüz dolara satarım,» dedim. İstiyordu. Tabloyu ona yolladım. O günden sonra da, beklentinin hayal kırıklığıy'a titreyen o ses, güzel ya da iyi gibi hafif övgülerle yetinemeyen ve aldatılmış bir çocuğunkini andıran o ses sustu. Artık arada sırada bir iki homurtu dışında pek duyulmuyor. Homurtuları sisli gecede dolaşan, göremediğimiz o yaratıklarınkine benziyor biraz. Belki siz bana o ısrarlı, çocuksu sesi susturmanın, neden ölmeye benzediğini açıklayabilirsiniz.

Saat dörde doğru Billy uyandı. Daha doğrusu yarı uyandı. Mahmur gözlerle şaşkın şaşkın çevresine bakındı. «Hâlâ burada mıyız?»

«Evet, canım,» dedim.

Bitkin bir-çaresizlikle ağlamaya başladı. Çok acı bir şeydi bu. Amanda da uyanmıştı. Sonra, «Buraya gel, ufaklık,» diyerek Billy'yi kendisine çekti. «Sabah her şey daha iyi görünecek.»

Billy, «Hayır,» diye başını salladı. «Hayır, görülmeyecek. Görünmeyecek. Görünmeyecek.»

«Hişş...» Amanda, Billy'nin başının üzerinden bana baktı. ¦ Hişş. Uyku zamanı çoktan geçti.»

«Annemi istiyorum!»

Amanda, «Tabii istersin,» dedi. «Tabii istersin.»

Billy genç kadının kucağında döndü. Uzun bir süre süzdü beni. Sonra da yeniden uykuya daldı.

Amanda'ya, «Teşekkür ederim,» dedim. «Onun sana ihtiyacı vardı.»

«Beni tanımıyor bile.» «Olsun.»

Amanda, «E, ne düşünüyorsun?» diye sordu. Yeşil gözleri-n' gözlerime dikmişti. «Gerçek düşünceni soruyorum.» «Bunu sabah sor.» «Şimdi soruyorum.»

— 103 —


Yanıt vermek için ağzımı açtım ve aynı anda Ollie, kort. hikâyelerindeki yaratıklardan biri gibi, karanlıkların arasında be. lirdi. Elindeki fenerin üzerine bir kadın bluzu geçirmişti. Işığı k vana doğru tutuyordu. Tavandan yansıyan ışık, Ollie'nin yorg^. yüzünde garip gölgeler oluşturuyordu. «David,» diye fısıldadı Amanda ona önce şaşkınlıkla baktı, sonra da korkuyla. «Ne oldu, Ollie?» diye sordum. Yine fısıltıyla, «David,» dedi. «Haydi gel... Lütfen...» «Billy'yi yalnız bırakmak istemiyorum. Yeni uyudu.» Amanda atıldı. «Ben ona bakarım. Gitmen daha iyi olur., Sonra sesini alçaltarak ekledi. «Tanrım, bu hiç sona ermeyecek...»

VIII. Erlerin Başlarına Gelenler. Amanda'yla. Dan Miller'le Bir Konuşma.

Ollie'yle gittim. Depoya doğru yürüyordu. Buzdolabının önünden geçerken bir bira kaptı.

«Ollie, ne var?»

«Bir şeyi görmeni istiyorum.»

Kapının çift kanadını iterek açtı. Kapılar havayı hafifçe dalgalandırarak arkamızdan kapandı. İçerisi soğuktu. Depodan hoşlanmıyordum. Özellikle Norm'un başına gelenlerden sonra. Zihnim bana, içeride bir yerde, ölü bir dokunaç parçasının yattığını anımsatmakta diretiyordu.

Ollie fenerin ucundaki bluzu çekti. Işığı yukarı doğru tuttu. Önce birinin, tavanın hemen aşağısındaki kalorifer borusuna, iki manken asmış olduğunu sandım. Onları piyano teli ya da buna benzer bir şeyle asmış olması çocukça bir şakaydı herhalde.

Sonra beton yerden sadece bir karış yukarıda sallanan ayakları fark ettim. Az ötede, devrilmiş karton kutular vardı. Başım1 kaldırıp mankenlerin yüzlerine baktım ve gırtlağımdan bir çığlık yükseldi. Çünkü bunlar bildiğimiz mankenlere hiç benzemiyordu. ikisinin kafası da, çok komik bir fıkra dinliyormuş gibi yana doğ' ru eğilmişti. Sanki bu fıkraya morarıncaya kadar gülmüşlerdi-

— 104 —

Gölgeleri... Uzun gölgeleri arkalarındaki duvara vuruyordu. Dilleri.¦• Dilleri sarkmıştı...



jkisî de üniformalıydı. Daha önce gördüğüm, sonra da unuttuğum o delikanlılardı bunlar. Şu erler...

Çığlık attığımda bir inilti olarak başladı, sonra polis sireni gibi tizleşti. Ollie dirseğime yapıştı. «Bağırma, David. Bu olayı sen ve benden başka bilen yok. Öyle kalmasını istiyorum.»

Çığlığı durdurmayı başardım. Sonra da, «Şu erler...» diyebildim.

Ollie, «Ok Başı Projesi'nden,» diye karşılık verdi. Elime soğuk bir şey sıkıştırdı. Biraydı bu. «İç bunu, David. İçkiye ihtiyacın var.»

Şişeyi başıma diktim.

Ollie, «McVey'in kullandığı gazlf ızgara için yedek tüp olup olmadığına bakmaya geldim. Ve onları gördüm. Anladığım kadarıyla, ilmekleri hazırlamış ve kutuların üzerine çıkmışlar. Birbirlerinin ellerini bağlamış olacaklar. Herhalde bağlı ellerini arkaya geçirirken de, dengelerini yitirip düşmemek için birbirlerine yardım ettiler... Ellerinin arkada olmasını istemişler... Sonra başlarını ilmeklere sokmuş ve ilmeğin gerilmesi için kafalarını hızla yana doğru eğmişler. Belki biri üçe kadar saymış ve ikisi de aynı anda kendilerini bırakmışlardır. Bilmiyorum...»

«Olarrjaz...» Ağzım iyice kurumuştu. Çocukların elleri arkalarında bağlıydı gerçekten. Gözlerimi ellerinden alamıyordum.

«Olabilir... Çok istemişler ve başarmışlar.»

«Ama neden?»

«Nedenini bildiğini sanıyorum. Turistler, Miller gibi buraya yazları gelen kişiler bir şey anlayamazlar. Ama burada oturanlar bir tahminde bulunabilirler.»

«Ok Başı Projesini mi kastediyorsun.»

Ollie, «Her gün o kasalardan birinin başında duruyor ve türlü şeyler duyuyorum,» dedi. «Bütün bahar o lanet olasıca Ok Başı Projesinden söz edildi. Söylenenlerin hiçbiri de hoş şeyler değildi. Göllerdeki kara buzlar filan...»

Arabanın penceresinden başını içeri uzatarak, yüzüme sıcak alkol buharları üfleyen Bili Giosti'yi düşündüm. Atom değil... Başka atomlar. Ve şimdi yukarıdaki borudan sarkan bu iki

— 105 —


ceset. Yana eğilmiş başlar. Sallanan ayaklar. Yaz sucuklarına benzeyen, sarkmış diller.

Ani bir dehşetle, yeni algı kapılarının açıldığını fark ettim, Yeni mi? Hayır, değildi. Eski algı kapılarıydı bunlar. Evrenin y(j2. de doksanını görmesini engelleyen at gözlükleriyle kendisini korumayı henüz öğrenmemiş olan bir çocuğun algısı... Çocuklar gözlerinin iliştiği her şeyi görür, duyma alanlarına giren her sesi işitirler. Ama yaşam bilincin yükselişidir. (Karımın lisedeyken işlediği bir örtüde böyle yazılıydı.) Ama bu aynı zamanda bilgi akışının azalması anlamına da gelir.

Dehşet algıyı ve bakış açısını genişletir. Bebek bezlerinden kurtularak lastik külot giydiğim çağa dönmekte olduğumun far-kındaydım ve bu bana korku veriyordu. Ollie'nin yüzünden, onun da aynı durumda olduğu belliydi. Mantık sarsılırken insan beynindeki devreler fazla zorlanır. Hayaller parlaklaşır. Kuruntular gerçek sanılır. Perspektifteki paralel çizgilerin, uzaklarda, o cıva parlaklığındaki noktada gerçekten birleştikleri düşünülür. Ölüler yürür ve konuşur. Bir gül şarkı söylemeye başlar.

Ollie, «Belki yirmi üç yirmi dört kişiden aynı şeyleri duydum,» dedi. «Justin Robards. Nick Tochai. Ben Michaelson... Küçük kentlerde sırlar kolay kolay saklanmaz. Bazı şeyler dışarı sızar. Bazen tıpkı bir kaynağa benzer. Topraktan fışkırır. Kimse o suyun nereden geldiğini bilmez. Kütüphanede bir şey duyor, bunu bir başkasına yinelersin. Ya da Harrison'daki yat kulübünde. Ama bütün bahar ve yaz boyunca. Ok Başı Projesinden söz edildiğini duydum. Ok Başı Projesinden...»

«Ama bu ikisi,» diye mırıldandım. «Tanrım, Ollie! Çocuk onlar.»

«Vietnam'da da çocuklar vardı. Düşmanın kulaklarını kesen delikanlılar. Ben oradaydım. Her şeyi gördüm.»

«Ama bu çocuklar neden intihar etsin?»

«Bilmiyorum. Belki de bildikleri bir şey vardı. Belki de bazı şeylerden kuşkulanıyorlardı. Eninde sonunda, buradakilerin onlara sorular sormaya başlayacaklarının farkındaydılar. Tabut eninde sonunda diye bir şey olabilirse...»

«Haklıysan, o zaman gerçekten kötü bir şey var demektir.»

Ollie o sakin ve yumuşak sesiyle ekledi. «O fırtına... Belki

— 106

de o gizli merkezde bir şeyleri devirdi. Belki bir kaza oldu. Kimdir orada nelerle uğraşıyorlardı? Yüksek güçte laser ve ma-serle çaılştıklarını iddia edenler var. Atom gücünden söz edildiğini de duydum... Ya başka bir boyuta bir delik açtılarsa?»



«Saçma,» dedim.

Ollie, «Öyle mi dersin?» diyerek cesetleri işaret etti. «Onları da saçma buluyor musun?»

«Hayır. Şimdi sorun şu: Ne yapacağız?»

Ollie hemen, «İpleri kesip onları indirelim ve saklayalım.» diye yanıt verdi. «Ölüleri kimsenin bakmayacağı şeylerin altına gizleyelim. Köpek maması, bulaşık sabunu gibi şeylerin. Bu olay duyulursa, durum daha da kötüleşir. İşte bu yüzden sana geldim, David. Gerçekten güvenebileceğim tek insan sensin.»

Homurdandım. «Bu Nazi savaş suçlularının, yenilgiden sonra kendilerini mahzenlerde asmalarına benziyor.»

«Evet. Aynı şey benim de aklıma geldi.»

Sessizleştik. Sonra birden çelik kapının dışından o yumuşak hışırtılar geldi... Usul usul kapıya sürünen dokunaçların sesleri. Ollie'yle birbirimize sokulduk. Tüylerim diken diken olmuştu.

«Pekâlâ,» dedim.

«Her şeyi elden geldiğince çabuk halletmeliyiz.» Ollie, fenerin ışığını çevrede dolaştırırken, safir yüzüğü hafifçe pırıldadı. «Buradan hemen çıkmak istiyorum.»

Başımı kaldırıp baktım. Çocuklar kasketli adamın beline bağladığım ipe benzer bir iple asmışlardı kendilerini. İlmekler delikanlıların etleri şişmiş boyunlarına gömülmüştü. Yine kendime, bu çocukların canlarını kıymalarının nedenini sordum. Ollie'nin bu çifte intihar duyulursa durumun daha da kötüleşece-ğini söylediği zaman, ne demek istediğini biliyordum. Benim için durum kötüleşmişti bile. Oysa daha önce söyleselerdi, artık bundan beteri olamaz, derdim.

Bir çıtırdı duydum. Ollie Kutuları kesmek için kullandığı büyük bıçağını açmıştı. Tabii onu ipleri kesmek için de kullanıyordu.

Ollie sordu. «Sen mi, ben mi?»

Yutkundum. «Birini sen, birini ben.»

Öyle yaptık.

— 107 —

Geri döndüğümde, Amanda'nın gitmiş olduğunu gördür^ Billy'nin yanında Bayan Turman vardı. İkisi de uyuyorlardı. Geçitlerin birinden ilerledim. Biri, «Bay Drayton,» dedi. Amanda'yd, konuşan. Genç kadın müdürün bürosuna çıkan merdivenin ya. nında duruyordu. Gözleri zümrütler gibi ışıl ısıldı. «Ne oldu?»



«Hiç,» diye yanıt verdim.

Bana yaklaştı. Sürdüğü parfümün hafif kokusunu farkettim. Onu öyle istiyordum ki! Amanda, «Sen yalancının birisin,» dedi,

«Bir şey olmadı. Ollie yanılmış.»

«Madem öyle istiyorsun...» Amanda elimi tuttu. «Demin büroya çıktım. Orası boş. Kapısında da kilidi var.» Yüzü gayet sakindi. Ama gözleri vahşi bir hayvanınki gibi parlıyor, boynunda bir damar atıyordu.

«Ben...»

Amanda, «Bana nasıl baktığını gördüm,» dedi. «Bu konuda konuşmamız gerekmiyor. Oğlunun yanında Turman adındaki o kadın var.»

«Evet...» Biraz önce Ollie'yle yaptığımız şeyi, bu sayede unutabileceğimi düşündüm. Belki iyi bir çare değildi, ama yine de bir çareydi.

Dar merdivenden büroya çıktık. Amanda'nın dediği gibi içerisi boştu. Kapıda da kilit vardı. Anahtarı kilitte çevirdim. Karanlıkta Amanda'nın sadece siluetini görebiliyordum. Ellerimi uzatıp ona dokundum. Sonra genç kadını kendime çektim. Amanda titriyordu. Önce yere diz çökerek öpüştük. Kazağının altında yüreğinin hızla çarptığını duyuyordum. Aklıma Steffy'nin Billy'ye kopuk tellere dokunmamasını tembihleyişi geldi. Karım düğün gecesi kahverengi elbisesini çıkardığında, kalçasındaki çürüğe bakışımı anımsadım. Steffy'i ilk gördüğüm günü de. Steffy, Ora-no'da, Maine Üniversitesinin bahçesindeki ağaçlıklı yoldan bisikletiyle geçiyordu. Ben de koltuğumun altında resim defterimle, Vincent Hartgen'in sınıfına gidiyordum... Müthiş heyecanlıydım.

Yere uzandık. Amanda. «Beni sev David,» dedi. «Beni ısıt.» Sonlara doğru tırnaklarını sırtıma batırarak bir adı haykırdı. Benim adım değildi. Ama aldırmadım. Böylece ödeşmiş oluyorduk.

Aşağıya indiğimiz sırada, şafak söküyordu. Adeta sürünür

— 108 —

cesine. Gözetleme yerlerinin karşısındaki karanlık, sanki istemeye istemeye donuk bir griye dönüştü. Sonra krom rengine. Sonunda da arabalarla girilen sinemaların göz alan, ama parla-[tıayan beyazlığına. Mike Hatlen bir yerden bulduğu açılıp kapanır iskemlede uyuyordu. Dan Miller ondan biraz uzakta yere oturmuş, çörek yiyordu. Üzeri beyaz toz şekerli çöreklerden.



Adam, «Otursana Drayton,» dedi.

Çevreme bakınarak Amanda'yı arandım. Geçidin ortasına varmıştı bile. Arkasına da bakmıyordu. Karanlıkta sevişmemiz, artık bana bir hayal gibi geliyordu. Bu garip günışığında bile, inanılması olanaksız bir şey. Yere oturdum.

«Bir çörek ye.» Dan Miller bana kutuyu uzattı.

Başımı salladım. «Beyaz şeker ölüm demek. Sigaradan da beter.»

Dan Miller hafifçe güldü. «Öyleyse iki çörek ye.»

İçimde bir yerde, hâlâ birkaç kahkaha kalmış olması beni şaşırttı. Dan Miller o kahkahaların açığa çıkmasını sağladı. Bu yüzden ona minnet duydum. Ve uzattığı çöreklerden ikisini aldım. Çok lezzetli. Çöreklerin üzerine bir sigara yaktım. Oysa sabahları pek sigara içmezdim.

«Oğlumun yanına dönmem gerekiyor,» dedim. «Neredeyse uyanır.»

Miller başını salladı. «O pembe böcekler. Hepsi de gözden kayboldu. Kuşlar da öyle. Hank Vannerman kuşlardan sonuncusunun, dörde doğru vitrine çarptığını söyledi... Bu vahşi yaratıkların karanlıkta daha hareketli oldukları anlaşılıyor.»

«Herhalde bunu Brent Norton'a söylemezdin,» diye mırıldandım. «Norm'a da.»

Miller yeniden başını salladı ve uzun bir süre konuşmadı. Sonra bir sigara yakıp bana baktı. «Burada kalamayız, Drayton.»

«Niye? Yiyecek içecek bol burada.»

«Bunun yiyecek içecekle bir ilgisi yok, sen de biliyorsun. O hayvanlardan biri, gece cama çarpıp uzaklaşacağı yerde, içeri girmeye karar verirse ne yaparız? Süpürge sopaları ve çakmak yakıtıyla uzaklaştırabilir miyiz?»

Haklıydı tabii. Sis bir bakıma bizi koruyor, gözlerden gizliyordu. Ama daha ne kadar gizleyecekti? Zaten olay da bu ka-

.— 109 —


dar basit değildi. Yaklaşık on sekiz saatten beri süpermarkettey-dik. Gitgide miskinleştiğimi hissediyordum. Çok uzun süre yü2. dükten sonra da böyle olurdum. Güvende olmak, yerimden kı-mıldamamak, Billy'i korumak ve sisin dağılıp her şeyin eski durumuna döndüğünü görmek istiyordum. (Bir ses kulağıma, «Belki gece yarısı Amanda Dumfries'la sevişmeyi de,» diye fısıldadı.)

Yüzlerindeki ifadelerden, herkesin benimle aynı durumda olduğu anlaşılıyordu. Birden bir şeyi kavradım. Süpermarkete sığınmış olan bu insanlardan bazıları, ne olursa olsun buradan çıkmaya hiçbir zaman yanaşmayacaklardı. Bütün bu olanlardan sonra, dışarı çıkma fikri donup kalmalarına yol açacaktı.

Galiba Miller yüzümdeki ifadeden düşüncelerimi okumuştu. «Sis bastırdığı sırada, burada yaklaşık seksen kişi vardı,» diye anımsattı. «Bu sayıdan çırağı, Norton'u, onunla birlikte giden dört kişiyi ve Smalley denilen zavallıyı çıkar. Geriye yetmiş üç kişi kalır.»

Şimdi köpek maması torbalarının altında yatan iki çocuğu da çıkarırsak, geride yetmiş bir kişi kalıyordu.

Miller konuşmasını sürdürdü. «Bu sayıdan çıldıranları çıkar. On on iki kişi onlar, ama on diyelim. Geriye altmış üç kalır.» Toz şekere bulaşmış parmağını kaldırdı. «Bu altmış üç kişiden yirmi kadarı, mağazadan ayrılmak isteyecekler. Onlar hay-kırıp tekmeler atarlarken, hepsini dışarı sürüklemek zorunda kalacaksın.»

«Bütün bunlar neyi kanıtlıyor?»

«Dışarı çıkmamız gerektiğini. Hepsi bu. Ben öğleye doğru gidiyorum. Gelmek isteyen herkesi götüreceğim. Seninle oğlunun da gelmenizi istiyorum.»

«Norton'un başına gelenlerden sonra mı?»

«Norton mezbahaya giden bir koyun gibiydi. Biz aynı şeyi yapacak değiliz.»

«Felaketi nasıl önleyebilirsin? Sadece bir tek tabancamız var.»

«O tabanca olduğu için şanslı sayılırız. Dörtyol ağzına eri-şebilirsek, anayoldaki spor mağazasına gideriz. Orada sürüyle silah var.»

«Eğer erişebilirsek, eğer yapabilirsek...»

— no —

Miller, «Drayton,» dedi. «Bu iş böyle.» Bu sözleri sakin sakin söylemişti. Ama tabii, onun koruması gereken küçük bir oğlu yoktu. Miller ekledi. «Dinle, hemen karar verme. Olur mu? Dün gece fazla uyuyamadım. Ama bazı şeyleri düşünme fırsatı buldum. Duymak ister misin?»



«Elbette.»

Miller ayağa kalkarak gerindi. «Benimle vitrine gel.»

Ekmek bölümünün en yakınındaki geçitten ilerleyerek gözetleme yerlerinden birine gittik. Orada nöbet bekleyen adam, «Böceklerin hepsi gitti,» diye haber verdi.

Miller onun sırtına vurdu. «Git kendine kahve ve çörek al, dostum. Ben burada beklerim.»

«Peki. Teşekkür ederim.» Adam uzaklaştı.

Miller'la ben gözetleme aralığına iyice yaklaştık. «Şimdi bana dışarıda ne gördüğünü söyle,» dedi.

Dikkatle baktım. Gece çöp fıçısı devrilmiş, kâğıtlar, karton bardaklar ve tenekeler asfalta saçılmıştı. Herhalde kızıl gözlü yaratıkların işiydi bu. Fıçının gerisinde markete en yakın olar» arabalar vardı. Gerisi bembeyazdı. Bütün görebildiğim bu kadardı. Bunu Miller'a da söyledim.

«Şu mavi kamyonet benim.» Miller işaret etti. Sisin arasında bir mavilik görür gibi oldum. O konuşmasını sürdürdü. «Dün araba parkına girdiğin anı düşün. Park oldukça doluydu. Öyle değil mi?»

Cipime bir göz attım ve o yeri ancak biri parktan çıktığı için bulabildiğimi hatırladım. «Evet» der gibi başımı salladım.

Miller ekledi. «Şimdi birkaç gerçeği de buna bağla, Drayton. Norton ve dört... sen onlara ne ad takmıştın?»

«Dümdüz-Dünyacılar.»

«Evet, güzel bir ad. Tam onlara uygun.. Norton'un grubu dışarı çıktıktan az sonra, ipin hemen tümü boşaldı. Derken o kük-remeleri duyduk. Sanki dışarıda lanet olasıca bir fil sürüsü varmış gibi. Öyle değil mi?»

«Fil sesine benzemiyordu,» diye karşı çıktım. Aklıma, «İlk çağlarda bataklıklarda yaşayan bir yaratığın sesini andırıyordu,» sözleri geldi. Ama bunu Miller'a yinelemek istemedim. Oyuncularından birini önemli bir maçtan çıkaran bir antrenör havasıyla,

— 111 —


nöbetçinin sırtına vurarak ona kahve ve çörek almasını söyle-diği için... Düşündüklerimi Ollie'ye söyleyebilirdim, ama Mil-ler'a asla. Sözlerimi, «Ah, sesin neye benzediğini pek çıkaramıyorum,- diye tamamladım.

«Ama bağıranın büyük bir yaratık olduğu belliydi. Öyle değil mi?»

«Evet. Lanet olasıca, dev gibi bir şeydi herhalde.»

«Öyleyse neden arabaların parçalandığını duymadık? Kırılan camların, kâğıt gibi yırtılan metal levhaların gürültüsünü?»

«Çünkü bu...» Durakladım. Miller beni kıstırmıştı. «Bilmiyorum.»

«Norton'un grubuna saldıran yaratık, o zavallılar araba parkından çıktıktan hemen sonra saldırmadı. Sana ne düşündüğümü söyleyeceğim. Arabaların sağa sola itildiklerini duymadık, çünkü çoğu ortadan kayboldu. Belki yer yarıldı, içine yuvarlandılar. Belki buhar oldular. O sarsıntı çerçeveleri çatlatacak ve çarpıtacak kadar güçlüydü. Eşyaların raflardan yuvarlanmalarına neden olacak kadar güçlü. Yangın düdüğü de aynı anda sustu.»

Araba parkının ortadan kaybolmasını hayalimde canlandırmaya çalıştım. Dışarı bakıyordum, üzerine sarı boyayla arabaların park edecekleri yerler işaretlenmiş olan dümdüz asfalt bir uçurumla sona eriyordu. Yeni açılan bir uçurumla... Bir yamaç ya da dibinde beyaz sisin uçuştuğu bir uçurum.

Birkaç saniye sonra, «Haklı olduğunu düşünelim,» dedim. «Kamyonetinle nereye kadar gidebileceğini sanıyorsun?»

«Kamyonetimi almayı düşünmüyorum. Bence senin cip daha uygun.»

Bu da düşünülecek bir konuydu, ama şimdi değil. «Ee, düşündüğün başka ne var?»

Miller konuşmasını sürdürmek için sabırsızlanıyordu. «Yandaki eczane. Onu da düşünüyorum.»

Neden söz ettiğini anlıyamadığımı söylemek için ağzımı açtım. Sonra da birden kapattım. Dün buraya geldiğimiz sırada eczane açıktı. Çamaşırhaneyi değil, ama eczaneyi açmışlardı. Serin havanın içeri dolması için ardına kadar açılmış olan kapıların altına, lastik parçaları sıkıştırılmıştı. Elektrik kesildiği için,

— 112 —

havalandırma sistemi durmuştu tabii. Eczaneyle marketin ka-p|Sı arasında en fazla altı metre vardı. Öyleyse...



Miller kafamdan geçen soruyu benim yerime sordu. «Öyleyse, neden eczanedekilerin hiçbiri buraya gelmedi? Sis bas-tıralı on sekiz saat oldu. Acıkmadılar mı? Herhalde eczanede pamuklarla sargı bezlerini yemiyorlar.»

«Orada yiyecek var,» diye açıkladım. «Eczane bazı yiyecekleri satıyor. Hayvan biçiminde krakerler, fırına sokmak için hazırlanmış pastalar. Türlü şeyler. Tabii şeker ve çikolata da var.»

«Burada her çeşit yiyecek varken, bu saydıklarınla yetineceklerini hiç sanmıyorum.»

«Sözü nereye getirmek istiyorsun?»

«Şuraya getirmek istiyorum: Buradan çıkmam şart. Ama ikinci sınıf bir korku filminden kaçmış yaratıklara yem olmak niyetinde de değilim. Dört beş kişi eczaneye giderek duruma bakabilir. Bu bir deneme uçuşu sayılır.»

«Hepsi bu kadar mı?»

«Hayır. Bir şey daha var.»

«Nedir o?»

Miller kısaca, «O.» diyerek baş parmağıyla ortadaki geçitlerden birini işaret etti. «O deli cadaloz. O cadı.»

İşaret ettiği Bayan Carmody'ydi. Yalnız değildi artık. İki kadınla oturuyordu. Parlak renkli giysilerinden, kadınların buraya tatile gelmiş turistler oldukları anlaşılıyordu. Herhalde kente inip birkaç şey almak için ailelerini evde bırakmış ve markete gelmişlerdi. Şimdi kocalarıyla çocuklarını düşünüyor, endişeyle kendilerini yiyorlardı. Hemen her çareye başvuracak durumdaydılar. Hatta Bayan Carmody'nin uğursuz kehanetlerine bile razıydılar.

Yaştı kadının pantolon takımı, öfkeyle parlıyor gibiydi. Yüzünde sert ve haşin bir ifade olan Bayan Carmody konuşuyor, ellerini sallıyordu. Parlak giysili iki kadın da onu dikkatle dinliyorlardı. Bu giysilerin Carmody'nin pantolon takımı kadar parlak olduğu söylenemezdi. Kadının dev çantası, hamura benzeyen kolunun altındaydı hâlâ.


Yüklə 1,35 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   27




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin