Türklerin en büyük icadı ya da Türk Dili
ALEV ALATLI 30.07.2005 CUMARTESİ
Geçen haftanın dikkatimi çeken iki haberinden birisi "Türk çocuklarının Alman akranlarından yüzde şu kadar daha ahmak oldukları"na ilişkin "bilimsel" saptama; ikincisi, yine aynı Türk çocuklarının anadil öğrenimini iki-üç yaş gibi olmadık bir sürede tamamlıyor olmalarının çeşitli telmihleri.
Birinci iddianın sahiplerini, ikinci iddianın sahipleriyle bir araya getirip dinlemek lâzım, lâzım olmasına da, Batılılaştırmacı aydınlarımızın ilgisini "Türk dili" gibi milliyetçi ses veren bir konuya çekmenin mümkünmüş gibi durmadığı da muhakkak. Perdeyi biraz aralamaya çalışalım: Psiko-dilbilim, "psikolojinin dilbilimi anlamında bir akademik uğraş olup, insanoğlunun dil edinme, kullanma ve anlama sürecini oluşturan psikolojik ve nörobiyolojik unsurları araştırır.
Psiko-dilbilim ve çocuklar...
Psikolojiyi kabaca bireyin davranışlarını, zihnini ve düşüncelerini; nörobiyolojiyi beynin biyolojik yapısını irdeleyen çalışmalar olarak tanımlayabiliriz. "Psiko-bilim" denilen akademik uğraş (ki, beynin nasıl işlediğine ilişkin verilerin olmadığı dönemlerde felsefecilerin işiydi) günümüzde psikoloji, biyoloji, nöroloji, iletişim teorisi gibi birden fazla araştırma dalını bütünleştirir; "kelimeleri" ve "gramer kurallarını" bir araya getirerek "anlamlı bir cümle" yapmamızı mümkün kılan "algılama süreçleri"ni araştırır. Bu bağlamda, konuşmaları, yazılı metinleri nasıl anlamlandırabildiğimizi çözümlemeye çalışır. Psiko-dilbilimin başlıca denekleri, çocuklardır. Doğumlarından itibaren dil öğrenmeye başlayan çocukların bu beceriyi nasıl elde ettikleri araştırılır.
Bu araştırmaların bir yan-ürünü de "konuşulan dil"e ilişkin bilgilerdir. Araştırmalar, çocukların dil öğrenme becerilerini etkileyen önde gelen unsurlardan birisinin anadillerinin yapısı olduğunu ortaya koymaktadır ki, bu da bizi 'Türklerin en büyük icadıdır' dediğim Türk diline getirir. Bu alanda Türkiye'de yapılan ilk kapsamlı araştırmalardan birisi, Prof. Dan I. Slobin yönetiminde gerçekleşmiştir. 1939 doğumlu Prof. Slobin, psikoloji lisansını University of Michigan'da; doktorasını 1964'te Harvard'da yaptı. Türkçe de dahil olmak üzere dokuz civarında dil bilen Slobin, halen UCLA'de hoca. '70'li yılların ortalarında Slav dillerine örnek olmak üzere eski Yugoslavya'da, Latin dillerine örnek olmak üzere Roma'da, Anglo-Sakson dillerine örnek olmak üzere ABD'de ve "Türkik dillerine" örnek olmak üzere İstanbul'da eşzamanlı çalışma yürütmüştür.
Hemen ifade etmeliyim: "Türkik dilleri"ni tırnağa alma nedenim, Türkçenin dünya dilbilim klasmanındaki "siyasi" konumlamasına dikkat çekmek. Şöyle ki, Türkiye Türkçesine "Türki" şeklinde giren "Türkik" kelimesinin mucidi, Çarlık Rusya'sı. Çarlık Rusya'sının Orta Asya halklarına ve dolayısıyla dillerine isim takmak ve siyasi gelişmelere göre bu isimleri değiştirmek gibi bir politikası vardı. Örneğin, "Kara Tatar" olarak bilinen Altay dilini "Oyrot" olarak değiştirmişlerdi ki Oyrot, Moğol oymaklarının birinin adıdır. Oyrot, bir süre sonra "Altay" olarak tekrar değiştirilmiş, "Uygur" yine bir süre için "Tarançi" olmuş, sonra tekrar "Modern Uygur" diye anılmış, Kazak'a "Kırgız" denmiş, vb. vb...
Sonra zaman içinde, "Türk" kelimesi Osmanlılarla, "Türkçe" konuşanlar da İmparatorluğun Türk unsurları ile sınırlanıyor. Türkçe, "Türki" dillerin birisi konumuna indirgeniyor; "Altay dil ailesi" grubunun bir alt-başlığı telakki ediliyor. Dan I. Slobin başkanlığında yapılan o yıllardaki araştırmada 48 çocuk, 2 yaş 8 aydan başlanıp, 4 yaş 2 aylık oluncaya kadar üç ay arayla, her biri asgari altı saat süren incelemeye konu olmuşlardı. Çeşitli oyuncaklar kullanılarak, hangi komutu, ne kadar ve nasıl anladıkları saptanıyor, ayrıca sürekli açık olan kayıt cihazlarıyla kelime dağarcıkları, kendi kendilerine konuşmaları, gramer kurallarını uygulama biçim ve zamanlamaları kaydediliyor; dil öğrenme sürecinin basitten karmaşığa giden dönüm noktaları tesbit ediliyordu. Bu bağlamda, anlaşılması en zor komutlardan birisinin, örneğin, "kediyi besleyen bebeğin saçını okşa" şeklinde bir üçleme olduğunun söylendiğini hatırlıyorum. Profesör Slobin, Türk çocuklarının bu komutu araştırmanın yapıldığı diğer merkezdeki akranlarından çok önce öğrendiklerinin tesbit edildiğini söylemişti.
Türkçenin üstün nitelikleri
Nitekim, yabancı dillerle karşı karşıya gelen, yani bozulan Türkçede ilk düşen düzenleme de bu olur, "o bebek ki kediyi besledi, sen okşa saçını" gibi şekiller alırmış. Sonuç olarak, üç-dört yıl kadar süren değerlendirmeler bir araya getirildiğinde Türkçe konuşan çocukların dil becerisi edinme sürecini 3 yıl 8 aylıkken tamamladıkları, buna karşın, aynı koşullarda incelenen Slav çocuklarının öğrenme süreçlerinin yedi, İtalyan çocuklarının beş-buçuğu bulabildiğinin görüldüğü söylenmişti. Hiçbir araştırma sonucunun nihai ve mutlak olmadığı, benzer araştırmaların tekrarlanagelmesinin tasdikindedir. Buna karşın, süregelen araştırmalarda benzer sonuçlara varıldığı da geçen haftaki haberde de görülen bir gerçek. Türk çocuklarının üstün dil becerisine sahip olmalarının nedenlerine gelince, toplumsal ve dilbilimsel olmak üzere iki unsurdan bahsediliyordu. Toplumsal unsur, Türk çocuklarının büyük ailelerde ve büyüklerle birlikte büyüyor olmaları, kendi başlarına pek bırakılmamaları, hatta, uykusuz kalmaları pahasına da olsa, aile toplantılarının dışına itilmemeleri.
Dilbilimsel unsur ise Türkçenin bizzat kendisi. Şöyle ki, Türkçenin her şeyden önce "logo" benzeri yapı taşlarından oluşan bir yapılanması var, yani, hecelerin yan yana getirilmesiyle oluşturulan "eklemlemeli" bir dil. Bu niteliği ile kelime türetmeye de fevkalâde müsait. Örneğin, "halı" kelimesini hatırlayamayan bir çocuk, "basmak" fiilinden yola çıkarak "bası" diye bir kelime türetebilir ve anlaşılabilir. Ya da, "diken" gibi bir bitkiden yola çıkarak, "dikenlenmek" gibi bir ruh halini ifade edebilir. Türkçenin bu özelliğinin bir telmihi sebep-sonuç ilişkisini tek bir kelimede ifade edebilmek, diğer telmihi de matematik dili olmasıdır. Burada, yıllardır bilgisayar dili ile Türkçe arasındaki ilişkiyi anlatmaya çalışan Oktay Sinanoğlu'nu saygıyla anmadan geçemeyeceğim.
Türkçenin eklemlemeli bir dil olması kadar önemli bir diğer üstün niteliği de "ses uyumu"dur. Araştırmalar, kelime üretmede olduğu kadar, doğru cümle kuruluşlarında da ses uyumunun olağanüstü bir kolaylaştırıcı olduğunu göstermektedirler. Nitekim, Slobin'in araştırmasında kayıtlar dinlendiğinde Türk çocuklarının ses uyumunda hata yaptıklarına hemen hiç rastlanmamıştı; örneğin, dolaba, 'dolep' ya da saksıya 'saksi' diyen çocuk görülmediydi.
"Türkik diller"e gelince; günümüzde "kabul gören" sınıflandırmalardan birisi de şöyle: (1) Güneybatı Türkik diller üçe ayrılırlar (a) Türkçe, Azerice, Türkmencenin oluşturduğu Oðuz grubu, (b) Kırım ve Kaşkay Türkçesinin oluşturduğu Gagavuz grubu, (c) Selçuk,
Horasan grubu. (2) Kuzeybatı ya da Kıpçak grubu denilen Türkik diller dörde ayrılırlar (a) Kazak, Kırgız Türkçesinin oluşturduğu Arola Hazar grubu, (b) Karakalpak, Nogay grubu, (c)
Karaçay-Balkar, Kamuk, Karayim Kırım Tatar grubu; sonra Tatar, Başkır Altay, Tuvin, Yakut... Sonra... Dilbilim uzmanlarını daha fazla (ve haklı olarak!) öfkelendirmeden burada bırakmalıyım! (Perşembe, 08 Şubat 2007)
----------------
Türkçe'yi kurtaracak 3 temel ilke
Oktay Sinanoğlu, Türkçe'nin 5 kademeli bir oyunla nasıl acınacak hale getirildiğini gözler önüne sererken, dilin korunup, istiladan kurtulabilmesi için 3 temel ilke önerdi:
21 Haziran 2005 13:18
Türkçe'nin yazılışı, okunuşu
Eskişehir'e indim; Porsuk Çayı'nın orda, dükkânın adı "Lavash". İstanbul, Beşiktaş yokuşunda kebapçı olmuş "Dönerchi". Allah Allah, bunu yazan zât-ı Avrupaî anlaşılan Batı dilinde "ch" nın "c" değil, "ç" okunduğunun da farkında değil. Ve tabii böyle gülünç (daha doğrusu acınacak) misâlleri artık sıkça görüyorsunuz. Sâdece aşağılık duygusundan, sömürge ruhluluktan mı, yoksa üstüne özenti sıvanmış bir kara câhillikten mi oluyor bunlar dersiniz? Sanmam; işin temelinde "millî eğitim"i 1946'dan beri güdümüne almış yabancı danışmanların (ve tabii onların yerli emir kullarının) kademeli oyunlarından biri yatıyor. Nasıl mı?
Kademeler şöyle:
1. Önce Türkçe ikiye bölündü (yanlış adlarıyla "Osmanlıca", "Öz Türkçe", geçen iki yazımda belirttiğim daha doğru adlarıyla "Eski Türkçe", "Kök Türkçe" diye). Bilim terimleri, Atatürk'ün yolunda bir süre Kök Türkçe'den türetilip bu terimler ortaöğretime yerleşti. Ancak aynı terimleri evrenkentler pek kullanmadığı için tam bir teknik dili birliği oluşmadı. "Solcu" diye bilinen Öz Türkçeciler 1950-1980 arası tedrîcen ana gayeden uzaklaşıp Eski Türkçe'yi tasfiye yoluna girdiler. "Sağcı" diye bilinen Eski Türkçeciler ise bu tasfiyeciliğe aşırı bir tepki olarak bilim için Kök Türkçe'den türetilen terimlere dahî düşman oldular. (Bu konuları son iki yazımda etraflıca işledim). Oluşan boşluğa İngilizce bozuntusu ("Tarzanca") lâflar hücum etti. İki tarafın da saplantılıları, artan "Anglomanlıca" tehlikesine pek aldırmadılar; birbirleriyle "Kelime mi, sözcük mü?", "Millet mi, ulus mu?" diye kavga etmeyi sürdürüyorlardı.
2. İngilizce ile eğitim, önceleri yalnız fen dersleri olmak üzere ilk kez bir Türk okulunda (hem de Atatürk'ün tam tersi gayeyle kurduğu okulda) 1953'te başladı. Kısa sürede bu, devletin birçok okullarına, sonra özel ve cemaatlerinkine bulaştırıldı. 1960'ta gene dış telkinle ilk kurulan İngilizce dilli Türk evrenkentini zamanla birçok yenileri tâkip etti. Bunlarda yalnız fen değil, tüm dersler İngilizce oldu (tarih, edebiyat dâhil). Kamuoyu toptan aldatıldı (Bkz. O.S, "Bye Bye Türkçe" kitabı (Otopsi Yayınları, İst., 25.baskı 2005).
3. 1990'larda "Tarzanca" ile eğitim ilkokullara, anaokullarına kadar indirildi. (Bir ülkenin dilini yok etmenin temel yöntemi).
4. Bir yandan da Türk yazısını bozmak (sonra yok etmek) faaliyetleri yürütülüyordu. 1980 darbesinde, birden Türk yazısındaki inceltme işaretleri (^) kalktı. Tabii bu, "Eski Türkçe" sözcükleri yazılamaz hâle getiriyor, Türkçe'ye de büyük bir karışıklık darbesi vuruyordu. (Örn. "hala" "hâlâ", "kar" "kâr" ikililerindeki gibi.) İşin garibi, tasfiyeciliğe karşı olanlar dâhil "sağ"lı, "sol"lu basın-yayın bunu uyguladı. Kimin başlattığına gelince, iki taraf ta birbirinin üstüne atıyordu. Demek ki, hiçbirinden değil, olay gene yabancı danışmanlardan (yâni "güdücü"lerden) kaynaklanmıştı. [Sanırım aynı sıralarda, okullarda da Türkçe yazım kuralları öğretilmez oldu. Zâten edebiyat (ve târih) dersleri de azaltılıp duruyordu].
5. Atatürk'ün yeni Türkçe yazısı tüm dünyanın imrendiği, bütünüyle diline tam uyan, okunduğu gibi yazılan, yazıldığı gibi okunan bir yazıdır. Herkes bu yazıyı birkaç haftada öğrenebilir. İlk defâ karşınıza çıkan bir kelimenin nasıl okunacağı, nasıl yazılacağı diye bir sorun yoktur. "Harf harf söyle" diye sorulmaz. Batı dillerinde, özellikle şu imlâsı tam bozuk "Tarzanca"da ise, biri "Adım Smith" dese, öbürü hemen, "spell it" (harfle) der. Ne gülünç; halbuki "Smith", Türkçe'deki "Mehmet" kadar yaygın bir isim. Türkçe'nin ve yazısının bilgisayar ve bilim için en uygun dil ve yazı olduğu hakkında ise Batılılar da artık yazılar yazıyorlar.
Dili İngilizce olan okullarda çocuklara okuma yazma öğretmek çok zordur. Her sözcüğün okunuşunu yazılışını çocuk ezberleyecek. Kural kaide yok. Nitekim ABD basınına göre orada liseyi bitirenlerin yüzde 60'ı kendi dili İngilizce'yi dosdoğru okuyup yazamıyor. Türkçe'de ise yakın zamana kadar çocuklar heceleme yöntemiyle ve Türkçe'nin güzel kuralları sâyesinde her şeyi hemen okuyabilir, yazabilir konuma ilk yılda gelirlerdi. Derken, Türkçe'yi yok edip yerine 250 kelimelik köle dili İngilizce'yi koymak ana planına uygun olarak, yabancı danışmanların güdümüyle okullarımızda Türkçe okumak yazmak öğretimi yöntemi değiştirilip kelime kelime, her birisinin görüntüsünü ezberleme yöntemi kondu. Sonuçta evrenkentli gençlerin bile imlâsı bozuldu (e-postalarda sık sık görüyoruz). Tabii buradaki dış güdüm gayesi, aslında sâdece İngilizce okumayı öğretmek, Türkçe'yi toptan yok etmek. Ayrıca ilkokulda Türk alfabesi öğretirken "w", "q"yu da katıyorlar.
Yukarıda, bir dizi abuk sabuk, mantıksız gibi görünen olayların, yapılanların arasında nasıl bir temel bağıntı, nasıl bir düşman hedefine doğru adım adım yürüyüş olduğunu göstermeye çalıştık. Umarım durum belirginleşmiştir.
Şimdi Türkçe'nin yazısı konusundaki ilkelerimizi şöyle sıralayabiliriz:
a. Türk yazısında inceltme (^) işaretleri herkes tarafından mutlaka kullanılmalıdır. (Bilgisayarda onları koymak da çok kolay.) Yazarlar, çıkacak yazılarında koydukları inceltme işaretlerinin aynen baskıda da olması için yayınevine, gazete, dergi idâresine (bizim yaptığımız gibi) ısrar etmeli.
b. Okullarda okuma yazma tekrar bizim usul heceleme yöntemiyle öğretilmeli. Türkçe'nin dilbilgisi, ses uyumları, terim türetme kuralları eskiden olduğu gibi çok iyi öğretilmeli.
c. Türk edebiyatı (her dönemdeki) ve târihi dersleri yeniden ihyâ edilip 1980'e kadar olduğu şekle ve miktara rücû etmeli; tarih derslerinde Türk kültür tarihine verilen yer de artırılmalı.
Tabii bütün bunların olabilmesi için her düzeydeki eğitimi düzenleyen devlet kuruluşları artık kesinkes yabancı "danışman"lar hâkimiyet ve güdümünden kurtarılmalı. Türk gençliğinin, dolayısıyla milletinin geleceğini, kaderini gizli, açık düşmanlar değil, Türk milletinin öz vatansever evlâtları belirleyecektir.
Oktay Sinanoğlu / Aydınlık (Perşembe, 08 Şubat 2007)
------------------
Bak bak, Türkçe ile neler yazılabiliyor!
TÜRKÇE BİLİM DİLİ DEĞİLDİR DİYENLERE, TÜRKÇENİN İFADE KABİLİYETİ HAKKINDA FİKİR VEREBİLECEK BİLİMKURGU KARA ÜTOPYA TARZI BİR ÖYKÜMÜ SİZLERE SUNUYORUM. BİZ 1989 DA BİLİMKURGU YAZMAYA BAŞLADIĞIMIZDA TÜRKÇE İLE BİLİMKURGU YAZILAMAZ DİYORLARDI ÇÖPLÜĞÜN HOROZLARI!
Birazdan cellatlarım gelecek, ayak seslerini duyar gibi oluyorum. İdam cezam, açık arttırmayla ihaleye çıkmış ve ihaleyi Paris’ten bir “Suyu Alınmış Soğan Konservesi Fabrikatörü” kazanmış. Celladımı merak ediyorum. Yüz binlerce dolar ödeyerek infaz hakkını almış. Bu konuda da garip iddialar ve hikayeler var. Her şeyin kâr ve kazanç olduğu dünyamızda insan öldürmeyi merak eden zenginler, mahkemelerin açtığı ihalelere girip açık arttırmalarla infaz hakkını satın alıyorlar. Yüreği katılaşsın diye çocuklarına ya da evlilik yıldönümlerinde hanımlarına infaz hakkı hediye edenleri duyuyordum. Bakalım benim celladım ne yapacak?
Biraz önce son isteğim olarak bir avuç içi bilgisayar istedim. İdamım yaklaştıkça hayatım ve yaşlı insanlardan duyduklarım ve öğrendiklerim hollografik olarak gözümün önünden geçiyor ve bir bütünlük kazanıyor. Bu yazdıklarım büyük ihtimalle sonsuza kadar yok olacak. Zayıf bir ihtimalle de gönlü temiz, bir gardiyanın eline geçecek. Gönül sözcüğünün artık hiçbir dilde karşılığı olmasa da ...
***
2095 yılında, otuz dört yaşında iken, unutulmuş dillere olan aşırı merakım yüzünden, Anatolia yerlilerinin, eskiden konuştuğu dili iyi bilen bir kişinin yaşadığını duyunca, içimde bu ölü dilin tek canlı konuşanını bir kerecik olsun dinlemek için dayanılmaz bir istek duydum.
Erroyl’ün doksan yaşını aşmış, ince, eğrilmiş vücudunun üstünde iliştirilmiş gibi duran iğreti yüzü ve boynu, meşin kaplı yaşlı bir sedir ağacının kabuğunu, boğum boğum parmakları ise aynı ağacın köklerini andırıyordu. İnce, keskin kıvılcımların seyrek de olsa, lastik toplar gibi bir belirip bir kaybolduğu ışıltılı gözleri, gönlündeki arzu ateşinin yandığını, talih yıldızının gökte parlamaya devam ettiğini, bu nedenle de ümitlerinin sürdüğünü fısıldıyordu.
Zamana meydan okuyan Barish “Evrensel Dil Yasası’na Muhalefet”ten ömür boyu evde yaşama cezasına çarptırılmıştı. Aynı suçtan hükümlü diğer mahkûmlar öldüğü ve yıllardır iyi hali göz önüne alındığından, bu unutulmuş mahkûma konuk olmak için izin almam zor olmadı. Erroyl, berbat bir Çingilizce ile konuşuyordu ve 2020’li yıllara kadar Anatolia’da çoğunluğun Türkçe konuştuğunu savunuyordu. İddiası asılsızdı, çünkü o yıllardan arşivlerde duran kolej kitapları, haber bültenleri Çingilizce idi. Filmler de Çingilizce idi. Dudak hareketleri tutmuyordu fakat, bu başka bir dilin varlığına kanıt olamazdı. Yaşlı adam Ara sıra da son derece zengin vokallerle uzun şiir cümlelerine benzeyen sözcük kümeleri mırıldanıyordu. Şaşırtıcı olansa, konuştuğu gerçekten de bir lisana benziyordu. İlk anda onda renkli, canlı gözlerinin, ışık düşmüş pamuklara benzeyen saçlarındaki parlaklık dışında bir hayat belirtisi yoktu. Yaşlı adam konuşup coştukça, yüzünün kırışıklıklarının arasında kuşkonmaz dallarını andırarak belirgenleşen karanlık yeşil, kırmızı kılcal damarların altında yosunlu bir kaya dokusu gibi duran derisinin, daha da canlandığına tanık oldum. Birdenbire:
-Bu kadar zor hayat koşullarında nasıl yüz yıl yaşayabildiniz? Diye sordum.
Bir çocuğun güven dolu masumiyetine bürünüveren yüzü aydınlandı.
-Bu dili en az bir kişiye öğretmeden ölmemeye kararlıyım! Dedi.
-Nasıl olabilir? Bir dili öğretmek için vaktin yok gibi! Dedim.
-Bu yer yüzünün en kolay öğrenilen dili! Dedi. Eğer birazcık matematiksel zekânız ve dil öğrenme yeteneğiniz varsa kısa bir zamanda öğrenebilirsiniz.
Başımın belaya girdiğini anladığımdan ürperdim:
-Benim ölü bir dile ilgi duyabileceğimi nerden çıkarıyorsun ? diye çıkıştım.
Fakat o kendinden emindi:
-Kimse kırk yıldır unutulmuş bir mahkumu başka bir şey için ziyaret etmez! dedi.
Böylece öğrenme aşkıyla yanıp tutuştuğum, bilgiye acıktığım günler günleri kovaladı. İşi gücü tamamen bıraktım ve ihtiyar ustamdan gerçek bir dil öğrendim. Adını Erroyl Barish değil de tam da onun istediği gibi Erol Barış olarak telaffuz ettikten sonra dostluğumuz arttı. Bana ancak atanın oğluna duyabileceği büyük bir sevgi ve şefkat gösterdiğini hissediyordum. İhtiyar bana hemen her şeyi öğrettiği gün öldüğünde, yüzü sanki yirmi yıl önce ölmüş gibi bembeyaz mumyalaşarak kendinden ışıklıymış gibi aydınlandı. O zamanlar öğrendiğim yeni dilin başıma neler getireceğini bilemezdim.
***
Yirminci Yüzyıl Bilimkurgu Edebiyatı Tarihi üzerine doktora yapmıştım. Yazarların çoğu, XXI inci yüzyılda da ışın tabancalarıyla savaşacakları hayalini kurmuşlardı. Bütün bunlar; güçlü olan zayıf olanı yok eder, her iki insanın olduğu yerde çatışma vardır öngörüsünden kaynaklanıyordu. Öngörü tartışılırdı ama, yüzlerce çatışma biçimi içinde birbirini yok etmek, köleleştirmek, bence temel yanılgı idi.
***
Eskiden oklar, kurşundan yapılmış metal tanecikler püskürterek savaşan insanların yaşamış olması beni hep hayrete düşürmüştür... Genişleyen barut gazıyla hareket eden ve insanlara saplanan bu tanecikler, günümüzde yerini daha tesirli silahlara bıraktı.
Teknolojik gelişmeler sürerken insan ilişkileri ile ilgili bilimler taş devrini aşamıyordu. Bir iki bilge yazar, silahların gelişmesinden önce insanın değişime uğrayacağını ve düşmanlık duygularının silineceğini öngörmüştü. Oysa XXI inci yüzyılda insanlar geçmiş çağların vahşetinin toplamından fazla yıkım yaptı.Ulusal ordular tarihe karıştıktan sonra küresel şirketlerin birbirlerini yok etmek, ya da geri bıraktırmak için, kurdukları güvenlik ordularıyla giriştikleri sabotaj ve imha savaşlarında, önemli kahramanlıklar göstermiş aile büyüklerim var. Hatta kola ve patates pulu (cipsi) savaşlarında ailemiz fedakârca kayıplar vermiş, madalyalarla ödüllendirilmişti. “Küresel Barış İçin Küresel Dil” teziyle başlayan “DİL SAVAŞLARI” projesine asker olarak katılandedem üstün hizmetlerinden dolayı “Kutsal Ada” ‘ya gitmek şerefine erişmişti. Koruma ordularının büyük ölçüde robotlara dönüşümü sonucu işsiz kalan diğer insan askerlerle birlikte katıldığı isyanlar bastırılınca, babam da isyana katılmak ve bir sürü robota zarar vermek suçundan dolayı kendini “Kutsal Küresel Uygarlığa Karşı İşlenen Günahlar Mahkemesi’nde” bulmuştu. Aile onurumuzu lekeleyen bu günahkâr hatıranın izi kimliklerimize işlendiğinden beri her yerde karşımıza çıktı.
***
Çingilizce konuşan Küresel imparatorluk Çince İngilizce kırması bir dil geliştirmişti. Hint, İspanyol, Alman, Japon dil adacıkları dışında bütün dünyayı kuşatmıştı. Irak’ı kimyasal silah üretmekle, İran’ı terörizme destekle suçlayan zihniyet, bizi dünya kültürüne yeterince patent üretmemekle, sanat ve bilime katkı yapmamakla suçladı. Günümüzde, çoğunu Anglo-saksonların oluşturduğu iki yüz milyona yakın nüfusuyla Dünya’nın insan doğasına en uygun iklime sahip bölgesi kabul edilen yurdumuz Anatolia’da yoksul bir akrabasını ziyarete gelmiş armatör gibi, bir köşeye ilişmiş oturuyorduk. Bizler, ancak garson, animatör, oda hizmetçisi, bahçıvan gibi mesleklere sahip olabiliyorduk.
Atalarımız karşılaştıkları uygarlıkların eserlerini tercüme etmek yerine top yekün dillerini öğrenmeye heves etmişlerdi. Farsça, Arapça, Fransızca ve İngilizce derken bu heves bin yıl sürmüş ama gerçek olmamıştı. En etkili öğrenme silahları olan Türkçelerini de unutmuşlardı. Türkçe kitaplar zamanla yok olmuş, şiirler belleklerden silinmişti. Türkçe’nin bilim dili olabileceğini savunanlar cezalara çarptırılmışlardı. Gerçi bu cezalar kobay olmak, domuz çiftliklerinde ve nükleer tesislerde temizlikçilik gibi “Küresel Mutluluğa Katkı” türünde süslü isimli hafif cezalardı, ama bir dilin yok olmasına yetmişti. Birkaç milyon kişi kalmış biz yerlilerin de bir dilimiz, tarihimiz, kültürümüz var mıydı? Türkçe diye eski bir dil olduğunu biraz okumuş, yazmış herkes biliyordu, fakat bu Türkçe nasıl bir şeydi?
Hocam Erol Barış’tan bu büyük dili öğrendikten sonra konuşabilecek ikinci bir kişi aramaya başladım. Bu sohbet etme tutkusu yakalanmamın nedeni oldu. Jozefin adlı Angora yerlilerinden bir kızla tanıştım, ona dil öğretmeye başladım. Ne var ki, Jozefin bu öğrendiklerini Clara adlı Pamfilyalı (Sinop) bir yerli kızla ve Peter ve Zozan adlı Kapodakyalı gençlerle paylaşınca hep beraber yakalandık. Meğer Anatolia’da özellikle İkonya ve Kapadokya’daçiftliklerde amaçsız da olsa, bu ölü dili birkaç yüz sözcükle de olsa gizli gizli konuşanlar varmış. Deliller aleyhimeydi. Diğerleri küçük cezalarla kurtulabilirdi fakat, ben yanmıştım. Türkçe’nin kurallarıyla birlikte 500 bin sözcüğünü oluşturan sözcükleri, deyimleri, ihtiyarın rehberliğinde hazırladığım paha biçilmez arşiv incelenmek üzere tüm “Evrensel Dil Yasası’na Muhalefet” vakalarında olduğu gibi Uzman Dil Bilgisayarına (UDB) yüklendi.
***
Uzman Dil Bilgisayarı (UDB) kökeni tek bir kaynaktan gelen, bir dil geliştirmek için çalışıyordu. XXII inci yüzyılda konulan bilimsel hedeflere yönelmek için gerekli olan beş milyon sözcüğü üretmek üzere yapılandırılmıştı. Bu hedeflerden bazıları insan ömrünü dört beş yüz yıla çıkartmak, ölümsüzlüğe yaklaşmak, yıldızlara erişmek; ışığın, enerjinin yeni yasalarını keşfetmek gibi işlerdi. Çingilizce tek bir kaynaktan çıkmadığı; en az dört kabilenin Çince’nin sözcüklerinin ve dil kurallarının rast gele yan yana gelmesinden oluşan bir dil olduğu için, yeni tanımları, kavramları, soyutlamaları karşılayabilecek birbirine ilintili sözcükleri ve yapılarını içeren, bir bilim diline şiddetle ihtiyaç vardı.Çince gibi tek heceli dillerden Arapça gibi içten kırılmalı dillere kadar bütün dünya dilleri inceleniyordu. (UDB), tek bir kökten türemiş bir dil inşa etmek için ilk beş bin kökten, beş milyon kelimeye ve milyonlarca kavrama çıkabilecek bir kök dil üzerinde çalışıyordu.
Dilin hareket kabiliyeti sanal satranç tahtasına benzer bir alanda geliştiriliyordu. İnsan beyninin kullanılan, kullanılmayan bölümleri, kıvrımları, sanal alemde, Sahra Çölü genişliğinde sonsuz bir ülke gibi uzanıyordu. Pek çok gruba ayrılmış piyonlar, edatları, ünlemleri ve basit sözcükleri sembolize ediyordu. Atların ve fillerin yanında develer, kartallar, kangurular ve daha pek çok sembol, kavramları karşılamak üzere yerlerini almışlardı. Evrensel dil için evrensel similasyon! Evrenin ve insan beyninin sanal alemde modeli yapılmıştı. Her taş, sonsuz yüzey üzerindeki konumuna ve diğer benzer taşlarla ilişkisine göre yeni anlam bütünlükleri ve hareket yeteneği kazanmaya çalışıyordu.
UDB, bu özelliklerinden dolayı da mahkemede görülen dil davasının delillerini incelemek üzere bilirkişinin kullanımına sunulmuştu. UDB delilleri incelerken yıllardan beri yaratmaya çalıştığı sanal dilin gerektirebileceği pek çok özelliğin Türkçe’de olduğunu algıladı. UDB ile yıllardır araştırma yapan mahkemede bilirkişi olarak bulunan bilginler olağanüstü buldukları bu olayı sevinçle karşıladılar. Binlerce yılda ve geniş bir coğrafyada insanlığın ortak bilincinin katkılarıyla sağlam kurallara ve anlam katmanlarına sahip olmuş bu dil insanlığı XXII inci yüzyıldaki hedeflerine ulaştıracak yetenekteydi.
Sahra Çölü büyüklüğündeki sonsuz sanal yüzeyde beş milyon kadar anlam türemiş, yeni ilişki ve hareket yetenekleriyle de hiç bitmeyecekmiş gibi sürekli türeyen ve ufku kaplayan milyonlarca anlamlı birlikler oluşmuştu ve oluşmaya devam ediyordu. Nice ünlü matematikçiyi kendine çekip çıldırtan bir zamanların efsanesi sonsuz ötesi matematik yolu da bu sayede yarılanacak gibi görünüyordu.
***
Kabile dilleri bile değerlendirilmişken, Türkçe’nin böyle bir deneye konu olmamak nedeni 2050 yılına kadar tamamen siyasiydi. Bu topraklardaki zengin kaynaklar, hepsinden önemlisi iklim ve su, ortak insanlık hedeflerine hizmet eden büyük şirketlere kazandırılmıştı. Farkları derinleştirilerek 60 halk halinde “küresel uygarlığa katılmaya hak” kazandırılmışlardı. (!) Sonraları ise bu büyük dil,arşivlerden bile silinmiş hiçbir bilim çalışmasına konu olmamıştı. Yerli halk, geçmişte Kızılderililere, Sibirlere uygulanan benzer nüfus planlamaları sonucu % 10 seviyesine inmişti. Aborjinler kadar kalmıştık.
Önce benden daha çok yararlanmak için tutukluluk halimin kaldırılmasına karar verdiler. Kısa bir zaman sonra tutukluluğu geçici olarak kaldırılan biri olduğum unutuldu. Bana pek derin bir saygı ve kıskançlıkla yaklaşıyorlardı. Söylediğim her cümle anında kayda geçiyor, formüller ve şemalar halinde bilgisayar pencerelerinde yansıyordu. Dünyanın sesli ve yarım seslileri bakımından en zengin diliyle yaptığım cümleler, işi bilen dil bilimciler tarafından heyecanla karşılanıyordu. İnsanlık geç de olsa büyük bir dil keşfetmişti. Kendimi kobay gibi hissediyor, günler, geceler boyu bu kök dili konuşuyordum. Artık yirmi ikinci yüzyılın bilimsel hedefleri tutturulabilecekti. Bilgisayarlar bu dil üzerine kurulacaktı. Çingilizce ile bugüne kadar türetilmiş bazı sözcüklerin baş harfleriyle oluşmuş sözcükler, yenileriyle değişecekti. “Tutturulabilecekti?” ya da “Geliştirtmemeliydiniz” diyebilmek için diğer dillerle yedi sekiz kelime yan yana yazılmalıydı. Eklemeli bir dil olan Türkçe’de bir hece hatta çoğu yerde bir harf, bir ses bile anlam gelişmesi ya da değişikliği sağlıyordu. Bu zenginlik Türkçe’nin dünyanın en eski ve en geniş coğrafyaya kendi gücüyle yayılmış olmasından ileri geliyordu. Türkçe, sözcük sayısından ziyade kuralları ve yapısı bakımından insanüstü bir dehanın ürünü gibiydi.
Yıl 2104’tü. Bu son otuz yılın en büyük buluşuydu. Bir dilin kıymeti ve insanlık için önemi, tamamen yok edildikten 20 yıl sonra fark ediliyordu. Zaten yirminci yüzyılda Yağmur Ormanları başta olmak üzere bütün dünyada yok edilen yüz binlerce bitki ve hayvan türünün gerçek değeri de yeni anlaşılıyor, şimdi laboratuarlarda yeniden üretilmeye çalışılıyordu.
Bir sirk yıldızı gibi gezdiriliyordum. Saçmalasam da bütün konuştuklarım şiir hatta müzik gibi kabul ediliyordu. Aynı zamanda nedenini o sıralar tam anlayamadığım bir endişeyle yeni şöhretimden, gücümden korkmaya başladım. Haksız olmadığımı kısa bir zaman sonra anlayacaktım.
Yerlilerdeki ulusçu uyanışlar sürüyor, önlemlere rağmen direnişler artıyor, Türkçe’ye dönülüyordu. Direnişçiler: “beş yüz kelimeyle Çingilizce konuşmaktansa aynı kelime kadrosuyla Türkçe konuşmayı tercih ederiz...” “Madem Türkçe bize yüz yılda unutturuldu, demek öğrenmek için yüz yıla ihtiyacımız var...” diyorlardı. Sokaklarda “Bana Türkçe bir sözcük öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” Yazıyordu.
Yerlilerin çoğu, pahalı robotlar kullanmanın ekonomik bulunmadığı sahalarda yaptıkları ikinci veya sonuncu sınıf işleri aksatıyorlardı. Biraz gelişmiş yerliler, eskiden bu arazinin, maden ve kaynakların kendilerinin olduğunu söylüyorlardı. Avrupa kökenliler ise yapılan anlaşmaları sıralıyorlardı. Çingilizce eğitim yapan okulları kendiniz açtınız. Borcunuz karşılığında önce madenleri, kıyıları, sonra toprakları, su kaynaklarını elinizle satıp imza ettiniz. Bizler güneş yüzü görmeyen soğuk ülkelerden gelip artık buralı olduk, diyorlardı. Gerçekten de tam böyle olmuştu.
İsyanlar büyüdükçe beni korku sarmaya başladı. Çünkü Türkçe’nin sırlarını bilen son kişi bendim ve ortadan kaldırılmam gerektiği söyleniyordu. İsyancılardan yani benim gibi yerlilerden nefret etmeye başladım. Onları kişiliksiz buluyor, ortak insanlık hedeflerine hiçbir katkısı olmamış aşağılık, dejenere sürüsü olarak görüyordum. Madem dilinizi bu kadar seviyordunuz da neden unuttunuz? Eğer bu dile gereken ilgiyi gösterseydiniz şimdi insanlık yıldızlara erişecekti, insan ömrü bin yılı bulacaktı! Diyordum.
***
Eğer erdem, sanatın; sanat, bilimin; bilim, teknolojinin bir menzil önünde gitseydi gidebilseydi; petrol tankerleri dünya denizlerini kirletmeden önce füzyon enerjisine, hidrojen enerjisine , ışın enerjisine geçilmiş olacaktı. Denizler kirlenmeyecek, canlı türleri yok olmayacak, petrolden de solar enerji birimleri yapmak gibi çok daha çeşitli ve yararlı alanlarda yararlanılabilecekti. Kök dilin devreden çıkarılması da benzer bir felaketti. Dillerinden sonra, yurtlarından da cayan bu insanları affedemiyordum. Yavrularını yiyen vahşi kediler, yumurtalarını yuvadan atan çirkin kuşlar gibi torunlarının geleceklerini satmışlar ve onların ıstıraplı hallerini yaşlılıkta seyrederek, acı içinde sefalete gömülmüşlerdi. Beyaz kefenlere bürünmüş sevimsiz ölülerin mezarlarından kalkarak, yaşarken işledikleri günahları her kafadan bir ses çıkararak itiraf ettiklerini görür gibi oluyordum.
Meğer benim kızdığım hakaret ettiğim insanlar masummuş. Geri kalmamışlar, geri bıraktırılmışlar. Toplumları geri bıraktırabilmek meğer, tarihin derinliklerinde başlamış, siyaset sanatının en gizli ve iğrenç yüzüymüş. Bizans bile Hasan Sabbah’ın sahte cennetine kadın göndermiş... Avrupa hurafe bataklıklarını kurutup Rönesans’a geçerken, hurafe fabrikalarında her türlü gelişmeye hatta akla karşı, düşünce akımları, yüzlerce yıl üretilip Anadolu’ya ve çevresine şırıngalanmış. Bu uğurda yaratıcı beyinler iğdiş edilmiş, zekalar törpülenmiş, şahsiyetler biçilmiş, yetenekler tırpanlanmıştı.
***
Yabancılar önce götürebileceklerini taşıdılar. Soğuk ve yağmurlu ülkelerine alıp götüremeyecekleri bir şey vardı bu topraklarda. Bütün sömürdüklerinden, bütün bunların toplamından daha değerli olan bir şey! İklim! Bu yeryüzü cennetinin iklimiydi. Dallarında beş yüz çeşit meyve hevenk oluyor, kırlarında on binlerce yabanıl bitki buruk kekremsi kokularıyla, gökkuşağından alınma renkleriyle ana sütünden leziz öz sularıyla, baygın kokularıyla saltanat sürüyordu. Önce dev eğlence yerleri açıldı. Yerli halk bu para harcama tesislerinin çarklarını döndürmeye başladıktan sonra güzelim köyler, su kaynakları, ormanlar, insan eli değmemiş dağ zirveleri birer birer el değiştirdi.
***
Bu yeni dil meraklılarına ibret olsun diye beni cezalandıracaklardı. Ben yok olursam ölü bir dilin canlanma umudu kaybolacak, bilgisayarlarda formüllerde kullanılan bir dil kalacaktı geriye. Böylece tekrar içeri atıldım.. Bilim insanlarından da bana acıyan, saygı duyan kişiler vardı. Her anı kaydedilmek şartıyla araştırmalarıma ve görüşmelerime izin veriliyordu. Güçsüz olduğum zamanlarda keşke Aspendos’taki Alman köylerinde inek bakıcısı olarak çalışsaydım ya da Perge’deki domuz çiftliklerinde, diyorum. Gordion (Polatlı) yakınlarındaki altın ve Molibden World Company’de de çalışabilirdim. Anatolia yerlileri gibi beş yüz kelime ile konuşsaydım, boraks ya da uranyum madenlerinde bile çalışabilirdim. Başım da belaya girmezdi.
***
Ayak sesleri artıyor. Bakalım celladım hangi öldürme yöntemini deneyecek? Artık gittikçe artan bir merakla hep onu düşünüyorum. Ayak sesleri duyulmadan önce bir ara dalmışım. Rüyamda 2004 yılındaydım. Türkçe konuşmanın henüz suç olmadığı, çok güzel Türkçe konuşanların bulunduğu, bookstorlarda (kitapçılarda) rafların en az yarısının henüz Türkçe kitaplarla ve Türkçe sözlü disklerle dolu olduğu yıllarda... Temiz yürekli, iyi insanların henüz bulunduğu yıllarda... SON
Orhan Seyfi Şirin Ekleme Tarihi: 25.08.2005 04:00:38
Ekleyen: sbatanay (Perşembe, 08 Şubat 2007)
-----------
Türkçe'nin Matematiği
Türkçe üzerine bir matematik modelleme ve bunun olası sosyal yansımaları üzerine bir zihin jimnastiği"Victor Hugo şiirlerini 40.000 kelime ile yazdı. Türkçe'yi en zengin kullananlardan Yaşar Kemal'in romanları 3.500 kelimeyi geçmez" görüşü çok yaygındır. Bu görüş haklıdır zira Türkçe'nin Fransızca’ya oranla daha az sözcük içerdiği doğrudur. İngilizce'ye, Almanca’ya, İspanyolca’ya oranla da daha az sözcük içeriyor olması gerekir. Ne var ki bu Türkçe'nin daha yetersiz bir dil olduğu anlamına gelmez! çünkü Türkçe az sözcük ile çok şey anlatabilen bir dildir! Daha fazla sözcük içerse bunun kimseye zararı dokunmaz ancak, gereği yoktur.
Başka bir dilden Türkçe'ye çeviri yapan herkes sözlüğü açtığında, aralarında minik anlam farkları olan bir çok sözcüğün Türkçe karşılığında çoğu zaman aynı kelimeyi okur. Bu, ilk bakışta bir eksiklik gibi görünebilir, oysa öyle değildir. Çünkü yukarıda adı geçen diller kelimelerin statik olan anlamlarını öğrenmeye, Türkçe ise bu anlamları bulup çıkarmaya, yani dinamik anlamlandırmaya dayalıdır. Türkçe'de anlamları sözlükteki tanımlar değil, kelimelerin cümle içindeki konumları belirler. Tam bu noktada, Türkçe'nin, referans olmak üzere sadece gerektiği kadarı sözlüklere alınmış, sonsuz sayıda kelime içerdiği bile öne sürülebilir.
İngilizce-Türkçe sözlükte "sick", "ill" ve "patient"ın karşısında hep "hasta" yazar. Bu bağlamda ingilizce’nin üç kat daha fazla sözcük içerdiği söylenirse bu doğrudur. Ancak, aradaki farkların Türkçe'de vurgulanamadığı söylenmeye kalkılırsa bu yanlış olur: "doktor falanca beyin hastası olmak", "böbrek hastası olmak", "internet hastası olmak", "filanca şarkının hastası olmak" arasındaki farkı Türkçe konuşan herkes bir çırpıda anlar. Bunun nasıl olabildiğini görmek zor değildir. Bir kalem alıp, alt alta:
3+5=
12+5=
38+5=
yazmak, sonra da bunları toplamak yeterlidir. Hepsinde aynı "+5" yazdığı halde!
Sonuçlar farklı çıkıyorsa, Türkçe'de de hepsinde aynı "hastası olmak" ifadesi geçtiği halde sonuçlar farklı olacaktır. Türkçe'nin az araç ile çok iş yapmasının sırrı matematikte yatar. 0'dan 9'a kadar 10 tane rakam, artı, eksi, çarpı, bölü dört işlem işareti ve bir ondalık ayracı virgül, yani topu topu 15 simge ile sonsuz sayıda işlem yapılabilir. Türkçe de benzer özellikler gösterir. Türkçe matematiğe dayalı olmaktan da öte, neredeyse matematiğin kılık değiştirmiş halidir. Türkçe'deki herhangi bir fiilin çekiminin ve kelimelerin nasıl çoğul yapılacağının öğrenilmiş olması, henüz varlığı bile bilinmeyen, 5 yıl sonra Türkçe'ye girecek fiillerin nasıl çekileceğinin ve 300 yıl önce unutulmuş kelimelerin çoğullarının ne olduğunun biliyor olması demektir. Bu tıpkı birinci dereceden 2 bilinmeyenli bir denklemin nasıl çözüleceği öğrenildiğinde, sadece "x=6", "y=23" olan denklemlerin değil, aynı dereceden bütün denklemlerin nasıl çözüleceğinin öğrenilmiş olması gibidir. Oysa sözgelimi ingilizce’de "go", "went" olurken "do", "did" olur. Çoğul ekleri için de durum aynıdır: "foot", "feet" olurken "boot", "beet" değil "boots" olur. Bunun tutarlı bir iç mantığı yoktur, tek çare böyle olduklarının bellenmesidir. Türkçe'de ise, statik kelimeleri ezberlemek yerine dinamik kuralları öğrenmek gerekir. Türkçe'de neredeyse istisna bile yoktur. Olanlar da ses uyumu gereği "alma" olması gereken meyve isminin "elma" biçimine dönmesi gibi birkaç minör istisnadır. Kurallar ise neredeyse, bu dili icat edenlerin Türk olduğuna inanmayı zorlaştıracak kadar güçlü ve kesindir. Bu noktadan sonra, anlatılanları matematik olarak formüle etmek, aradaki ilişkiyi somutlaştırabilmek açısından yararlı olacaktır. Bunu yapmanın en kolay yolu ikili sayı sistemini kullanmak olduğu için de yalnızca 0 ve 1'leri kullanmak yeterlidir. İzleyen örneklerde [1=var] ve [0=yok] anlamında kullanılmışlardır. Kelime kökü çoğul eki matematik ifade:
ev........ler.......evler
1.0.......0.1......1.1 Türkçe'deki bütün kelimelerin 2 bit olduğu varsayılabilir (ileride bit sayısı artacak). Tekil olan bütün kelimeler 1.0 (kelime kökü var; çoğul eki yok), çoğul olanlar ise 1.1'dir (kelime kökü var; çoğul eki var). Bu kural hiç değişmemek bir yana, öylesine güçlüdür ki Türkçe'de başka hiç bir dilde yapılamayacak bir şey yapılıp, olmayan bir kelimenin çoğulu dahi söylenebilir (0.1). Birisi karşısındakine sadece "ler" dediğinde, alacağı tepki: "anladık ler de, neler?" türünden bir cevap olacaktır. Bir şeylerin çoğulunun söylendiği bellidir de, neyin çoğulunun kastedildiği açık değildir. Vurgulama / sıfat kökü zayıflatma matematik ifade
kırmızı
0.1.0
kıp kırmızı
1.1.0
kırmızı msı
0.1.1
kıp kırmızı msı
1.1.1 Türkçe'deki sıfatların anlamını kuvvetlendirmeye veya zayıflatmaya yarayan bu kural da hiç değişmez. Hatta istenirse bu kurala uyan ama hiçbir sözlükte bulunmayan, hem kuvvetlendirilmiş hem de zayıflatılmış garip sıfatlar bile türetilebilir. "Güneş doğmazdan az önce ufuk kıpkırmızımsı (kıp + kırmızı +msı; [1.1.1]) bir renk aldı" dendiğinde, herkes neyin kastedildiğini anlayacaktır. Çünkü ayaküstü türetilen bu sıfat, hiçbir sözlükte yer almaz ama, Türkçe konuşan herkesin çok iyi bildiği bu kurala uygundur. Fiil çekimlerinde de işler farklı değildir. Burada zorunlu olarak kişi için 3, zaman için 2 bitlik gruplar kullanılacak. Çoklu bit grupları şunları ifade edecek: 011 = ben
010 = sen
000 = o
111 = biz
110 = siz
100 = onlar
00 = geniş zaman
11 = şimdiki zaman
10 = gelecek zaman
01 = geçmiş zaman kök kişi matematik ifade yeterlilik...................Oku (y)abil dim.........................= 1.1.0.01.0.0.011
olumsuz................... Oku (y)a ma z mış sın......................= 1.1.100.0.1.010
zaman.................. Gel me (y)ecek ti........................= 1.0.1.10.1.0.000
zaman...................Git me di k........................ = 1.0.1.01.0.0.111
hikaye...................Şaşır abil ecek ti niz .....................= 1.1.0.10.1.0.110
rivayet...................Bil (i)yor lar..................... = 1.0.0.11.0.0.100 kişi tabloda zaman ile ilgili küme 3 bit yapılıp geçmiş zaman "di'li geçmiş" ve "miş'li geçmiş" olarak ikiye ayrılabilir, soru bileşkeni için ayrı bir bit eklenebilir, emir ve şart kipleri de işin içine katılabilir ancak, sonuç değişmezdi. Cümleleri oluşturan öğelerin (özne, nesne, yüklem, vb...) Sıralaması da rasgele değildir. Türkçe cümleler bir tür "crescendo" (şiddeti giderek artan dizi) izlerler. Bütün vurgu en sonda yer alan yüklem (fiil) üzerindedir. Diğer öğelerin önemi, yükleme olan yakınlık/uzaklık konumları ile belirlenir. Yükleme yakınlaştıkça önem artar. Gene matematiksel olarak ele almak gerekirse, cümleyi oluşturan her bir öğenin toplam öğe sayısı kadar haneden oluşan bir matematik değere sahip olduğu varsayılabilir. "dün ahmet camı kırdı" cümlesi 4 öğeden oluşmaktadır; o halde her öğe 4 haneli bir değere sahip olacak, ilk öğe en düşük, son öğe ise en yüksek değeri taşıyacaktır. Cümle
matematik değer
0001
matematik değer
0011
matematik değer
0111
matematik değer
1111 1 dün ahmet camı kırdı.
2 dün camı ahmet kırdı.
3 ahmet dün camı kırdı.
4 ahmet camı dün kırdı.
5 camı dün ahmet kırdı.
6 camı ahmet dün kırdı. Şimdi tablodaki cümleler tek, tek ele alınabilir:
1. Cümle: dün ahmet bir iş yaptı ve bu camı kırmak oldu.
2. Cümle: dün kırılan camı başkası değil ahmet kırdı (suçlu ahmet!).
3. Cümle: ahmet'in dünkü işi camı kırmak oldu (belki önceki gün kitap okumuştu).
4. Cümle: ahmet camı herhangi bir zaman değil, dün kırdı (yarın kırması gerekiyor olabilirdi).
5. Cümle: cam düne kadar sağlamdı, kırılmasının suçlusu ise ahmet.
6. Cümle: camı ahmet zaten kıracaktı, bunu dün yaptı. Cümleyi oluşturan öğeler kesinlikle aynı kalırken (cam hep 'i' haliyle "camı" olarak kaldı; fiil hep 3. Tekil şahıs, di'li geçmiş zamanda çekildi, vb.) Sadece yerlerinin değişmesi cümlelerin anlamlarını da değiştirdi. Her cümlede 0011, 0001'den daha fazla, 0111 bu ikisinden daha fazla, 1111 ise hepsinden daha fazla önem taşıdı. Anlamı belirleyen de zaten her bir öğenin matematik değeri oldu. Kelimelerin statik anlamlar taşıdıkları dillerde, zaman belirtecinin (dün) yeri değiştirilerek elde edilebilecek 2 çeşitlemenin dışında diğer anlamları vermek için kip değiştirmek (edilgen kip - passive mode kullanmak) veya araya açıklayıcı başka kelimeler eklemek gerekir. Türkçe konuşanlar ise her bir cümlenin diğerinden farkını derhal anlarlar. Matematik ile olan alışveriş yalnızca verilen örneklerle sınırlı değildir. Türkçe'nin ne tarafı ele alınsa bu ilişki ile yüz, yüze gelinir. Türkçe'nin bu özelliğini "insanlar kendilerine ulaşan mesajları nasıl anlarlar? Bunun kullanılan dil ile bir ilgisi var mıdır? Bir Fransız, bir İngiliz, bir Türk aynı mesajı kendi ana dillerinde alsalar, birbirleri ile aynı şekilde mi, yoksa farklı mı algılarlar? Eğer dilin algılamayla ilgisi varsa, işin içine bir dil karışmadığı yani sözgelimi bir pantomim gösterisi izlenir veya üzerinde hiç yazı olmayan bir afişe bakılırken, dil ile ilgili bu alışkanlıklar nasıl etki ederler?" türünden sorulara yanıt ararken fark ettim. Bu özellik konuya ilgi ve sabırla yaklaşıp bakmayı bilen herkesin görebileceği kadar açık. O nedenle, bu güne kadar kesinlikle başkaları tarafından da görülmüş olmalı. "Türkçe çok lastikli, nereye çeksen oraya gidiyor" diyenler de aslında, hayal meyal bu özelliği fark eder gibi olup, ne olduğunu tam adlandıramayanlardır. Türkçe teknik açıdan mükemmel bir dildir. Bu mükemmelliğin nedeni matematik ile olan iç içeliktir. Keza, ne yazık ki Türkçe'nin, bu dili konuşanlara kurduğu tuzak da buradadır. Kentli-köylü, eğitimli-eğitimsiz, doğulu-batılı, vb. kültür çatışmaları dünyanın her yerinde vardır. Gene dünyanın her yerinde iyi, kötü işleyen bir "asimilasyon" ve/veya "adaptasyon! " süreci bu çatışmayı kendi içinde bir takım sentezlere götürür. Türkiye bu açıdan dünya genelinin biraz dışındadır. Bizde "asimilasyon" ve/veya "adaptasyon" süreci ya hiç çalışmaz, ya da akıl almaz bir yavaşlıkta çalışır. Sorun, başka sebeplerin yanı sıra kullandığımız dilden de kaynaklanmaktadır. Düşünme, kendi kendine sözsüz konuşma olarak kabul edilirse (bence öyledir), anadilin kişilerin düşünce yapısı üzerinde etkili olduğunu da kabul etmek gerekir; insanlar kendi anadillerinde düşünürler. Türklerin büyük paradoksu işte buradadır. Teknik açıdan mükemmel bir dil olan Türkçe, kendi dışımızdaki dünyayı kendimizce değiştirmeden, olduğu gibi algılamaktaki en büyük engelimizi oluşturmaktadır. Örneğin, Türkiye dışına yabancı işçi olarak giden ilk nesil gerek bulundukları ülkenin dilini öğrenme, gerekse oradaki yaşam biçimine ayak uydurma konusunda muhteşem bir direniş gösterdiler. Bu direnişin boyutları o denli büyük oldu ki, başka hiç bir diasporada gözlenmeyen gelişmeler yaşandı. Türk diasporası, gettolaşıp kendi kültürünü gene kendi içine kapanık bir çevrede yaşayacak yerde, kendi kültür kurumlarını o ülkeye ithal etti. Asimile olmaya en dirençli kültürlerden biri kabul edilen İspanyollar, gittikleri yere sadece gazetelerini ve bazen de radyolarını taşımakla yetinirken; Türklerin bunlara ek olarak (hem de birden çok) televizyon kanalları ve hatta kendi fast-food'ları (lahmacun, döner, vb.) oldu. Bunları başaran insanların yeteneksiz olduklarına, dil öğrenmeyi de bu yeteneksizlikleri yüzünden beceremediklerine hükmetmek en azından adil ve gerçekçi olamaz. Keza, böylesine önemli bir kültür direnişi gösterenlerin, orada doğan çocuklarını eğitirlerken, bunca sahip çıktıkları kültürlerini göz ardı etmiş olmaları da düşünülemez. Ancak gözlemlenen o ki, orada doğan ikinci nesil, gene sözgelimi İspanyollar arasında hiç görülmediği kadar hızla asimile oldu. Bunun nedenini evdeki Türkçe'nin yanısıra okulda öğrenilen ve ev dışında yaşanan, o ülkenin dili faktöründe aramak çok yanıltıcı olmayacaktır. Biz Türkler, konuşmayı öğrenirken (tıpkı sick, ill, patient örneğinde olduğu gibi) farklı durumların farklı kavramlar oluşturduğunu, bu farklı kavramların da farklı adları olması gerektiğini öğrenmeyiz. Aynı adı taşıyan farklı kavramları birbirinden ayırmaya yarayacak sezgisel (sezgisel=doğal=matematiksel) yöntemin kurallarını öğrenmeye başlarız. Sezgiselliğe şartlanmış beyinler ise dış dünyayı hiçbir değişikliğe uğratmadan, olduğu gibi algılamayı bilemediklerinden, bildikleri tek yönteme yani kendilerince anlam çıkarsamaya veya başka bir ifadeyle "sezdikleri gibi algılamaya" yönelirler. Algıladıkları kavramların tümü kendi çıkarsamaları doğrultusunda şekillenmiş olan, kendilerince tanımlanmış bir dünyada yaşayan insanlara ulaşan mesajlardaki kodlar ne kadar "herkesçe bir örnek" algılanabilir? Üzerinde emek harcanmaya değer temel sorulardan biri budur. Bu sorunun yanıtı belirginleştikçe, neden batıdaki sistemlerin bir türlü Türkiye’de oluşturulamadığı sorusunun yanıtı da belirginlik kazanabilir. Türkçe'nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bu özel durum kuşkusuz tüm iletişim alanları için geçerlidir. Yunus Emre’nin okuması, yazması olmayan göçebe Türkmen boyları arasında 700 yıl boyunca bir nesilden diğerine büyük bir sadakatle, sözlü kültür ürünü olarak aktarılmasının ardında Türkçe’nin sezgiselliğini sonuna kadar kullanmadaki becerisi vardır. Tanzimat aydınları ve Cumhuriyet aydınlarının bir türlü geniş kitlelere seslerini duyuramamalarının nedeni de gene aynı denklemin içinde aranmalıdır. Fransız gibi, Alman gibi düşünmeyi öğrenenler, meramlarını anlatırken bunu yeni öğrendikleri düşünce sistematiği içinde yapmaya kalkışmış ve Türk gibi anlatmayı becerememiş olduklarından başarısız kalmışlardır. Mesajlar sadece algılanabildikleri kadar etkili olurlar. Mesajları üretenlerin kendi konularına ne kadar hakim oldukları mesajın bütünlüğü açısından önemlidir ama, hitap edilen kişilerin kendilerine yönelen mesajları nasıl algıladıkları her şeyden daha önemlidir. Yazan: Ahmet Okar (Perşembe, 08 Şubat 2007)
Dostları ilə paylaş: |