بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم
أَجْمَعِينَ وَصَحْبِهِ وَآلِهِ مُحَمَّدٍ سَيِّدِناَ عَلىَ وَالسَّلاَمُ وَالصَّلاَةُ الْعَالَمِينَ رَبِّ لِلهِ اَلْحَمْدُ
TASAVVUFTA İSTİKAMET ve HEDEF
إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ
"Rabbimiz Allah’tır deyip sonra istikamet üzerine (doğru yolda) devam edenlere melekler inerler ve şöyle derler: Korkmayın, üzülmeyin, vaad olunduğunuz cennetle müjdelenin."1
İstikamet sözlükte, doğruluk, doğru gitmek, dürüst olmak, her işte itidal üzere bulunmak, adaletten ve doğruluktan ayrılmayıp diyanet ve akıl üzere yürümek, adalet ve hakkaniyet üzere hareket etmek demektir.
İstikamet; dinî ve ahlâkî hükümlere uygun bir hayat sürmek, her türlü aşırılıktan sakınmak, Allah'a itaat edip, Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnetine uymak demektir.
Dinimizde istikamet, bütün ibadet ve işlerini Cenâb-ı Hakk'ın koyduğu ölçüler içinde yaparak sırat-ı müstakim üzere yaşamak demektir.
İstikamet üzere gitmenin zıddı, Kur'an'dan yüz çevirip heva ve hevesine göre yaşamaktır ki bu, hak yoldan sapmaktır. Buna dalalet denir.
İstikamet üzerine gitmek de, İslâm dinini keyfine göre bozmadan, yanlış yorum yapmadan, âyet ve delillerden en doğru manayı anlayıp sadakat ve ihlâs ile onu tatbik etmek demektir.
İstikamet, niyet, söz ve işte olur. Niyeti güzel ve doğru olmayan kimsenin, sözü sadık, işi sâlih olmaz. Gerçek mümin, yüce Allah'ın hükmüne bakar, kalbine yönelir, niyetini düzgün ve sağlam yapar. Sonra amel etmeye yönelir. Onu da dinin edebine göre yapar. Böylece içi ve dışı dengeli, güzel ve düzgün insan olur.
İstikamet, inanç, niyet, düşünce ve davranışta doğruluk ve dürüstlüğü; Allah'a yönelme ve O'nun buyruklarına uygun davranma hususunda devamlı ve tutarlı olmayı ifade eder.
İstikamet, her işte ifrat ve tefritten, (aşırılık ve gevşeklikten) uzak kalmaktır. Bunun en güzel şekli, Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) öğrettiği şekilde dengeli giderek dinî ilme uygun yaşamaktır. İtikatta Ehl-i Sünnet inancı üzere olan, fıkıhta dört hak mezhepten birine uyan ve manevî terbiyesini gerçek tasavvuf ehlinin yolunda alan bir kimse istikamet üzeredir.
İstikamet yolu, Allah'a götüren Kur'an ve Sünnet yoludur. Bu yol, peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve sâlihlerin yoludur.
Hz. Ömer (r.a), istikameti şöyle tanımlar: "İstikamet, Allah Teâlâ'nın emrettiği ve yasakladığı şeylerde dosdoğru hareket etmek ve doğru yoldan sapmamaktır."2
Anlatıldığına göre Şiblî (k.s) şöyle demiştir: "İstikamet, içinde bulunduğun vakti kıyamet anı olarak görmen ve ona göre Allah'a yönelmendir."3
Üstad Ebû Bekir b. Fûrek'in (r.ah) şöyle dediği bildirilmiştir: "İstikamet kelimesindeki sin harfi, (Arapça'da) herhangi bir şeyi talep etmek için kullanılır. Buna göre istikametin manası şudur: İstikamet sahipleri, Hak Teâlâ'dan, kendilerini tevhid üzere tutmasını, sonra verdikleri sözü yerine getirmede ve kendilerine çizilen sınırları korumada sürekli muvaffak etmesini isterler."4
Kısacası istikamet; Allah'ın emrettiği şekilde bir hayat yaşamaktır.
İstikametin Önemi
İstikamet kadar önemli ve büyük bir nimet yoktur. Mümin kulun, hakkında Allah'tan yardım dileyeceği ilk ve en önemli şey de bu istikamettir. Sebebine gelince, doğru yola iletilmiş olmak, bu yolu bulmak, kesinlikle hem dünya hem de âhiret mutluluğunun garantisidir.
Hak Teâlâ, bu hususta peygamberine ve onun şahsında biz ümmetine âyet-i celilede şöyle buyurmuştur:
"Habibim! Sen, emrolunduğun şekilde, beraberinde tövbe edenlerle birlikte dosdoğru hareket et, istikamet üzere ol. Sana tabi olanlar da istikamet üzere davransınlar."5
İşte bu âyette, İslâm'ın esasını teşkil eden iki ilke yer almaktadır: Emrolunduğu gibi dosdoğru yaşamak ve haddi aşmamak, yani Allah'ın belirlediği sınırların dışına çıkmamak.
Buradaki muhatap her ne kadar Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise de, onu bu kadar meşakkate sokan, sadece şahsıyla alakalı istikamet endişesi değildi. Çünkü onun zaten dosdoğru bir yol ve en güzel ahlâk üzere olduğu âyette şöyle ifade edilmiştir:
"(Ey Habibim! Sen) dosdoğru bir yol üzerindesin."6
Allah Resûlü'nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) asıl üzen, korkutan ve belini büken şey, ümmetinin hali idi.
Abdullah b. Abbas (r.a) demiştir ki: "Bütün Kur'an içinde Hz. Peygamber'e bu âyetten daha ağır ve daha çetin bir âyet nazil olmamıştır. Bunun içindir ki, Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Hud sûresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı." buyurmuştur.7
Süfyan b. Abdullah (r.a), bir gün Hz. Peygamber'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek,
"Ya Resûlallah! Bana İslâm amelleri içinde öyle bir şey söyle ki, sizden sonra kimseye bir şey sormayayım" dedim. Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem);
"Allah Teâlâ'ya inandım de! Sonra dosdoğru ol" 8 buyurdular.
Hadîs-i şerîfin râvisi Süfyân b. Abdullah Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) isteğini son derece nazik sınırlar içinde arz etmiş, “Bana İslâmiyeti tarif et” deyip geçmemiş, “Bana İslâmiyet’i öylesine özlü, açık ve kapsamlı tarif et ki, bir daha senden başkasına sorma ihtiyacı duymayayım” demiştir.
İstek, olabildiğince güzel. Ancak cevabı, -bizim açımızdan- sanıldığı kadar kolay değil. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) verdiği cevabı bilmeyecek olsaydık, aynı soruya bizler ne cevap verirdik? Bir düşünmek gerek...
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlik birikimi ve cevâmiü’l-kelim (az sözle engin mânâlar dile getirme) özelliği ile bu zorlu isteği, “Allah’a inandım de, sonra dosdoğru ol” diye iki cümlecikle cevaplamıştır. Hadisin bir rivayetinde ise cevap, “Rabbım Allah’tır de, sonra dosdoğru ol!” şeklindedir.
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu nefis ve veciz cevabı ile konunun başında mealini verdiğimiz âyetteki, “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru yaşayanlar...” ifadeleri arasındaki uyum pek açıktır. Yani Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) cevabı, bu ayetlerden alınmıştır. Sünnet-i Seniyyenin, Kur’ân-ı Kerîm kaynaklı olduğu bu örnekte son derece net olarak görülmektedir.
İstanbul’un işgali günlerinde Anglikan Kilisesi’nin “İslâmiyet, fikre ve hayata ne getirmiştir?” sorusuna, o zamanlar “Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiyye” âzasından olan Bedîüzzaman Said Nursî’nin verdiği, “İslâm, fikre tevhid, hayata istikamet vermiştir” cevabı, hadisimizin bir başka şekilde ifadesinden ibaret olup son derece yerindedir.
Tevhid ve istikamet (doğruluk), İslâm’ın tanıtımında iki temel unsur olunca, bunların tarifi de İslâmî esaslara göre yapılacaktır. Başka düşünce ve sistemlerin tesbit ve kabullerine asla itibar edilemez. Her şeyden önce istikamet, hâlis bir tevhid inancına dayanmalıdır. Temelinde tevhid bulunmayan istikametten söz edilemez. Hayata istikâmet veren Allah’ın birliği inancıdır. Zira gerek âyetlerde gerekse hadisimizde “rabbım Allah” dedikten sonra “doğru olmak”tan bahsedilmektedir. Ancak hemen işaret edelim ki, “Tevhid inancına sahip olan herkes, dürüst bir hayata sahiptir” de denilemez. Çünkü istikâmet, tevhid’in zarûrî neticesi değil, aksine tevhid, istikametin vazgeçilmez ön şartıdır.
İstikamet üzere yaşamak, fevkalâde dikkat ve gayret ister. Yine de tam olarak başarılamayabilir. Nitekim Fussilet Sûresi’nin 6. âyetinde “... Hepiniz Allah’a giden doğru yolu tutun, O’ndan bağışlanmak dileyin...” buyurulmuştur. Buradaki mağfiret isteme tavsiyesi, istikametteki kusurlarla ilgilidir.
Bir hadîs-i şerîfte de Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Tam anlamıyla başaramazsınız ya, siz (yine de) dosdoğru olun!” 9 buyurmak suretiyle doğruluğun ne kadar zor olduğunu dile getirmiş, buna rağmen dürüstlükten asla vazgeçilmemesi gerektiğini de bildirmiştir. Zira meşhur kâidedir; “Tamamı elde edilemeyenin tamamı terk edilmez.”
Doğrulukta kalbin ve dilin dürüstlüğü pek büyük önem arz etmektedir. Kalp, beden ülkesindeki tüm organların reisidir. Tek Allah’a iman edip dürüstlüğü benimseyen bir kalp, diğer organları etkiler. Dil, kalbin tercümanıdır. Onun doğruluğu ve eğriliği de diğer organların tavırlarına tesir eder.
Nitekim bir hadis-i şerifte “Her sabah bütün organların dil’e hitaben; bizim hakkımızda Allah’dan kork. Biz sana bağlıyız. Sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Sen eğri olursan biz de eğriliriz”10 dedikleri bildirilmiştir. Bu, doğru sözlü olmanın önemini göstermektedir.
Hatta bir başka hadiste de Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: “Kalbi dürüst olmadıkça kulun imanı doğru olmaz. Dili doğru olmadıkça da kalbi doğru olmaz”11
Yani; amellerimizde, sözlerimizde, davranışlarımızda ve hatta kalbimizden geçirdiklerimizde ve niyetlerimizde bile dosdoğru olmak.
Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” tavsiyesinin mânası budur. İslâm da bundan ibarettir.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kalbin dini yaşantıdaki yerini şöyle tanıtmıştır: “İnsan vücudunda öyle bir parça vardır ki, o iyi olduğu zaman bütün bedenin işleri iyi ve güzel olur. O bozulduğu zaman, bütün vücut bozulur. Dikkat edin o parça kalptir”12
Öyleyse hadis-i şerifin belirttiği gibi bedenin ve azaların huzur ve selamet içinde olması kalbin selamette olmasına bağlıdır.
Şeyhülislam Zekeriya Ensari (r.ah) der ki: “İstikamet beş şeyde olur: Dilde, kalpte, nefiste, ruhta ve sırda. Dilin istikameti, doğru ve hikmetle konuşarak olur. Kalbin istikameti, niyet ve hedefindeki samimiyetle olur. Nefsin istikameti, Hakk’a güzel kulluk yaparak olur. Ruhun istikameti, Hakk’a hürmet ve ta’zimle olur. Sırrın istikameti, nimetle değil, sürekli nimeti verenle meşgul olmakla olur.” 13
Kalp, ruhun sarayı hükmündedir. Nefis, terbiye edilmezse, zamanla kalbi istila eder, hükmü altına alır ve artık orada nefsin arzuları hâkim olur. Nefis ve şeytanın hâkim olduğu kalp, asıl vazifelerini göremez olur. Kalp, günahlar nedeniyle zayıflar, kirlenir, katılaşır ve tedavi edilmezse ölür. Üzerine perde çekilir, hak olan şeyleri görmez, işitmez ve anlamaz olur. Bu, büyük bir felakettir.
İşte tasavvuf, bu kalbin tedavi edilmesini gaye edinmiştir. Bütün terbiye sistemi, kalbi selim hale getirmek için kurulmuştur. Çünkü Yüce Allah bizden böyle bir kalp istemektedir. Kalbini uyandırmayan, onu tanımayan ve kullanmayan insan, Allah katında hayvanlardan daha aşağı bir duruma düşmektedir.14
Büyük arif İmam Kuşeyrî (k.s) istikametle alakalı olarak şöyle demiştir:
"İstikamet öyle bir derecedir ki, bütün işlerin kemali ve tamamı onunla meydana gelir. Bütün hayırların elde edilmesi, bir nizama konulması istikametin bulunmasıyla mümkündür. Kim halinde istikamet üzere değilse, onun çalışması zayi, gayretleri heba olur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"İpini güzelce eğirdikten sonra bozan kadın gibi olmayın." 15
Kim sıfatında istikamet sahibi olmazsa, bulunduğu makamdan ilerisine yükselemez ve manevî terbiyesini sıhhatli bir temel üzere kuramaz."16
İstikamet talebinin "ihdina’s-sırata’l-müstakim..." suretinde Fâtiha Sûresi'nde yer alması ve onun da bir mümine günde en az kırk defa niyaz tarîkıyla tekrarlattırılmış olması da, istikameti lâyıkıyla muhafaza etmenin güçlüğüne bir delildir.
Gavs-ı Sani (k.s) hazretlerinden şehitlik için dua isteyen kimseye; "Şehitlik isteme istikamet iste. Çünkü istikamette sıddıklık, doğruluk vardır." buyurmuştur.
Tasavvufta İstikamet ve Hedef
Manevi terbiye yolunda en önemli iş, bu yola güzel bir niyetle girmektir. Bu niyet, Allah rızasıdır. İstikamet, önce niyette aranır, sonra amelde. Niyet güzel olursa, arkası güzel gelir; bozuk olursa, hayırlı sonuç alınamaz.
İlahi davet ve terbiye ile muhatap olan insanlar üç gruptur: Mümin, münafık, kâfir. Bir peygamber bu üç gruba aynı daveti yapar, fakat aynı sonucu alamaz, aynı faydayı veremez. Sonuç ve fayda, her birinin niyetine ve fiiline göre değişik olur.
Mümin, samimi olarak içi ve dışıyla Allah’a iman eder; İlahî emir ve hükümlere gücü kadar uyar, tabi olur. Bir peygamber veya varisi bu kimseye fayda verir.
Münafık, dışından inanmış gözükür, kalbiyle itiraz eder. Dışıyla itaat eder, içinden isyan eder. Dini dünya için kullanır; din ile dünya kazanmaya, itibar toplamaya çalışır. Bir peygamber veya varisi bu kimseye bir fayda veremez. Ta ki, tövbe edip ihlâs ve istikamete gelene kadar.
Kâfir ve münkir, Hakk’a açıktan itiraz eden, düşmanlık yapan kimsedir. O da iman edip teslim olmadan peygamberden veya varisinden bir fayda göremez.
İmam Rabbânî (k.s) bir mürşid terbiyesine girmenin hedefini kısaca şöyle belirtmiştir:
“Bir mürşid terbiyesine girmekten maksat; hakiki imana ulaşıp, İlahî emir ve hükümleri muhabbetle uygulamaktır.“17
İstikamet, dilde kalmamalıdır insan içi, dışı, dili, hali ve ameli ile dinen istenen sıfatta olmadıkça, gerçek istikamete ulaşmış olmaz. Ben doğru bir insanım, demek yetmez, güzel hâl istenir.
Kimi seviyorsan onunla aynı yolda, aynı halde, aynı ahlâkta ol; sevgin dilde kalmasın, sevginde yalancı olma, sevdiğinin hallerine yabancı kalma. Allah dostlarını seviyorsan onlara benze, onların yaptığı güzel amellerden sen de yap, onlar gibi zikir ehli ve halka karşı merhametli ol!
İstikametin sonu cennettir. Cennet yolunda, boş dava değil, sağlam iman ve güzel amel istenir. Bütün bunlar, yüce Allah'ın özel rahmeti ile olur.
Menkıbe
Müridlerden biri Beyazid-i Bistamî'nin (k.s), peşinden yürüyordu. Onun ayak izlerine basarak ilerliyordu. İçinden de, “Şeyhe uymak, izinden gitmek işte böyle olur” diye düşünüyordu. Bir ara, Beyazid-i Bistamî'ye,
"Efendim, kürkünüzden bir parça verseniz de bereket için yanımda taşısam, feyzinizi alsam" diye istirhamda bulundu. Hazret, adamın sözde kaldığını, zahirle yetindiğini, güzel ahlâk ve sıfatı ihmal ettiğini biliyordu. Onu şöyle uyardı:
"Evladım, sen istikamet üzere olup benim yaptıklarımı yapmadıktan sonra kürküme değil, derimi yüzüp içine girsen, sana fayda vermez."18
Tasavvuf, bütün benliği ile Allah yoluna bağlanmaktır. Bu yol, Sünnet-i Seniyye’ye uymaktan başka bir şey değildir. Her şeyi ile dinin hizmetçisidir; dinin geçek yönünün anlaşılmasına ve gerçek hâliyle yaşanmasına hizmet eder. Bütün zevkler, vecdler, keşifler, kerametler, hâller, sadece dinin anlaşılmasına destek ve güzelce yaşanmasına birer delil yapılmalıdır. Bu yolda böyle şeyler istenmez, beklenmez, düşünülmez. Ancak bir hikmet gereği verilirse, edeplice alınmalı, mahcup olarak tevazu ile kabul edilmelidir. Bu şeyler övünmeye değil, şükre sebep yapılmalı; nefsin keyfine değil, dinin inkişaf ve hizmetine vesile edilmelidir.
Her konuda istikameti muhafaza etmek kadar yüksek bir makam ve onun hakkıyla yerine getirilmesi kadar zor olan hiçbir emir yoktur. Zira istikamet, ibadette ifrat ve tefrite düşmeden itidali muhafaza ile Hak yolunda sebat etmek ve emirleri, emredildiği gibi ve gücünün yettiği ölçüde en mükemmel şekilde yapmaktır. İşte bu nedenle en büyük keramet istikamettir.
Eşrefoğlu Rûmî (k.s) hazretleri şöyle buyurur:
İstikametin üç mertebesi vardır:
Birincisi, avamın istikametidir. Zâhiren emirlere uyup yasaklardan kaçmaktır. Bâtınen de iman ve tasdiktir.
İkincisi, havasın istikametidir. Zâhirde, emirlere uyup yasaklardan kaçmak olduğu gibi dünyayı, şehveti ve çeşitli lezzetleri terk etmektir. Bâtında da cennet nimetlerini terk edip Cenâb-ı Hakk'a kavuşmaya ve irfan talebine arzulu olmaktır.
Üçüncüsü, ehass-ı havassın istikametidir. Bunlar zâhirde Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) her bakımdan uyarlar. Bâtında ise bütün insanî özelliklerini, İlahî âleme feda edip yok etmişlerdir. Tâ ki "Allah ile beraberlik" makamında istikamet üzere olup, enaniyetlerini yok ederek hakikatle bâki kalana kadar.19
Allah dostları, istikamet üzere olmayı şiar edinmişlerdir. Gerçek istikamet ise Allah Resûlü'nün (s.a.v) nurlu yolunda gitmektir.
Menkıbe
Bir defasında Hasan Basrî (k.s) pöstekisini denize serip, su üzerinde batmadan oturmuştu. Onu böyle gören Rabiatü’l-Adeviye de seccadesini havaya serip üzerine oturdu. Sonra Hasan-ı Basrî’ye (k.s) şunları söyledi:
“Ya Hasan! Senin yaptığını balıklar, benim yaptığımı da kuşlar yapar. Bunlar iş değil. Asıl iş yüce Allah’ın rızasını elde etmektir.”20
Mevlana Halid el-Bağdadî (k.s) ise şöyle diyordu:
"Ey Hak yolcuları! Hz. Muhammed Mustafa'nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) dininde gevşeklik ve tembelliğe asla cevaz ve imkân vermeyiniz! Zira bu yolda istikamet ve gayret, sayısız keşif ve kerametten daha faziletlidir. Ayrıca bilinmelidir ki keşif ve keramet, dinin emirlerine riayeti artırmaya vesile olmuyorsa belâdan başka bir şey değildir. Çeşitli vesilelerle daima söyledim; yine söylüyorum ki, cümle evliyay-ı kiram, bu din-i mübinin emir ve yasaklarına riayetkâr olmayan tarikatçılığın ilhad ve zındıklık olduğu hususunda ittifak halindedirler."
Abdurrahman et-Tahi (k.s) ise; ‘’Keramet peşine düşenlerin Deccal’in ardına düşmesinden endişe ederim. Çünkü o istidraç mahiyetinde velilerden daha çok olağanüstü haller gösterir" buyurmuştur.
Büyük veli Ebû Talib el-Mekkî (k.s) demiştir ki:
“Kalbinde Allah’tan başka bir muradın kalmaması için cehd ve gayret et. Bu murat sende gerçekleşince işin tamamdır. İsterse keramet ve harikalardan, manevî hâl ve tecellilerden sana bir şey verilmesin.“21
İstikameti ve tek hedefi Allah rızası olan kimsenin, Sünnet üzere güzel kulluk ve hizmet etmekten başka bir arayışı varsa, aldanmıştır. Niyetini kontrol edip gidişatını düzeltmezse, sonuç Allah’a değil, ateşe gider.
Büyüklerden Hüseyin b. Muâz el-Belhî (k.s) demiştir ki: "Bugün İslâm'ın sırat-ı müstakim yolunda güzelce yürüyen, yarın hakiki sırattan da selametle geçer. Burada dinin emir ve yasaklarında ayağı kayanın, şüphesiz orada da ayağı kayar."
Yüce Allah’ın gösterdiği istikamette gidenler O’na ulaşırlar. Buna İlahî rızaya kavuşmak denir. Allah Teâlâ ayet-i celile de şöyle buyurmuştur: “Allah’ın kulundan razı olması, en büyük şeydir.”22 Bu müjdeden başka bir yücelik ve güzellik arayanlar aldanmıştır.
Tasavvuf terbiye içindir. Terbiye, güzel kulluk içindir. Güzel kul, Yüce Rabbinin ve halkın haklarını en güzel şekilde koruyan insandır. Bu ahlakın sonu cennettir.
Sehl b. Abdullah Tüsterî (k.s) hazretlerinin belirttiği gibi, kerametlerin en büyüğü, kötü ahlaklardan birisini terk edip onun yerine iyi ahlak sahibi olmaktır. 23
Beyazid-i Bistamî (k.s) en büyük kerametin istikamet olduğunu söyler ve şöyle derdi:
"Siz havada uçan birisini gördüğünüz zaman, hemen o kimsenin faziletli ve keramet sahibi birisi olduğuna hükmetmeyin. Hata edebilirsiniz. O kimsenin hakikaten fazilet ve keramet sahibi olduğunu anlamak için, İslâmiyet'in emirlerine uymaktaki hassasiyetine, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) Sünnet-i Seniyyesi’ne uymasına, hakiki İslâm âlimlerine olan muhabbet ve bağlılığına bakın, bunlar tam ise, o kimse fazilet ve keramet sahibidir. Bunlara uymakta en ufak bir gevşeklik ve zayıflık bulunursa, o kimse için ‘fazilet ve keramet sahibidir’ demek mümkün olmaz."24
Allah rızasını elde etmek için, bir farzı yapmak, binlerce sünnet ve nafileden önde gelir. Amelde önem sırasını karıştırmak, haram ve farzları hafife alıp, nafile hükmündeki işlere dalmak, şeytanın bir hilesidir.
İstikamet, niyet ve amelde Yüce Allah’ın çizdiği yolda gitmektir. Yoksa bütün sevgiler, beklentiler ve işler azap sebebi olur. Bu tehlikeden kurtulmanın en emniyetli yolu, her işinde Kur’an ve sünneti rehber etmek, onu rehber edenlerin izinden gitmektir. Dinimiz, bize her işte dengeyi öğretmiştir. Yeter ki, bu ölçüleri öğrenelim.
İmam Rabbânî (k.s) hazretleri şöyle buyurmuştur: “Asıl maksat, aşk ve muhabbet değil, kulluktur. Aşk, cezbe ve muhabbet güzel kulluk içindir. Velayet mertebelerinin en sonu kulluk makamıdır. Ondan daha üstün bir makam yoktur.“25
Kıssa
Abdülhâlık Gücdüvânî (k.s) hazretleri bu meseleyi ne güzel açıklar. Bir gün kendisine sordular:
"Nefsin istediklerini mi yapalım, istemediklerini mi?"
Hazret-i Pîr şöyle cevap buyurdu:
"Bu ikisinin arasını tespit oldukça zordur. Nefis, bu isteklerin Rahmani mi yahut şeytani mi olduğunu bilebilmek hususunda insanları ekseriya yanıltır. Bunun içindir ki, yalnızca Allah Teâlâ’nın emrettiği yapılır, nehyettiği yapılmaz. Hakiki kulluk budur.’’
Yüce Allah’tan gayri her şey, Allah için sevilirse güzeldir. Bir peygamber veya veli, ancak Allah için sevilir. Yüce Allah, amelde olduğu gibi, niyet ve sevgide de istikamet üzere olmamızı emrediyor. En büyük keramet, bu istikamet üzere dünya hayatını yaşamak ve tamamlamaktır. İstikametin sonu, Allah rızası ve cennettir. Bundan öte bir devlet ve saadet yoktur.
Alâeddin Attar (k.s) müridlerine şöyle derdi: "Eğer bu yolda sebat ve istikamet gösterirseniz, bir anda büyük derecelere kavuşursunuz." 26
Sırat-ı müstakim, İslâm'ın caddesidir. Dinin hedefi budur. Âyetler ve hadisler istikamet üzerinde çok durur. Kalpte, sözde, amel, ahlâk ve davranışta istikamet üzere gidilmeden İslâm dini hakkı ile tadılamaz ve yaşanamaz. Hiç şüphesiz istikamet sahibi olan kişiler gayelerine ulaşacaklar, Hak Teâlâ'nın bütün nimetlerinden faydalanıp Allah'ın rızasına ulaşacaklar. İstikamet, kula dünyada şeref kazandırdığı gibi ahrette de Allah'ın lütfuna erişmesine sebep olur.
İstikamet üzere yaşamanın mükâfatı ise meleklerin, onları korku ve üzüntüden emin olmalarını sağlamak ve onları cennetle müjdelemek suretiyle tatmin etmeleridir. Nitekim Hak Teâlâ bu gerçeğe işaret ederek, istikamet sahibi olan kullarını şöyle müjdelemektedir:
‘’Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip istikamet üzere yaşayanlar (var ya, ölüm anında, kabirde ve mahşerde onların) üzerine melekler iner ve onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin. Biz dünya hayatında sizin dostunuz idik, âhiret hayatında da sizin dostlarınızız. Çok affedici, çok esirgeyici Allah'ın bir ikramı olarak, orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var ve istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır."27
Duamız şudur:
Ey Rabbimiz! Bizleri hak yoluna ulaştırdıktan sonra, istikametten ayırma. Kalplerimizi rızandan kaydırma. Bize tarafından bir rahmet ihsan et, kalbimizi dininde sabit tut. Sen çok acıyan ve çok ihsan edensin. Allah’ım senden sevgini, sevdiklerinin sevgisini ve bizi senin sevgine ulaştıracak amellerin sevgisini istiyoruz. Hamd olsun âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a. 28
Dostları ilə paylaş: |