Tbmm tutanak Hizmetleri Başkanlığı



Yüklə 272,84 Kb.
səhifə2/6
tarix03.01.2019
ölçüsü272,84 Kb.
#89383
1   2   3   4   5   6

İkinci konjonktürel etki dış etkidir. 1925, 1928, 1930, 1932 dediğimiz olay dünyada faşizmin ve Nazizmin etkili olduğu bir dönemdir. Elbette ki bütün dünya farlı ideolojilerden etkilenmiştir. O dönemde de Alman faşizminden etkilenen idari bir yapının varlığını reddedemeyiz. Dolayısıyla dış konjonktürel etkiler nedeniyle yapılmış birtakım yanlışlar, vesaireler, bugünün, 21’inci yüzyılın anayasa yapımına dayanak teşkil edemez.

Diğer taraftan neyi esas almamız lazım? Esas almamız gereken, insanlık tarihinin geliştirmiş olduğu evrensel değerlerdir. Bu evrensel değerler içerisinde bu anayasayı yaparken en temel kavram olarak insan şeref ve haysiyetini esas aldık. İkinci olarak, diğer ayrıntıları bir kenara bırakırsak bu bakış açısı altında herkesin eşit ve hiç kimsenin dışlanmaması noktasında bir fikir birliği sağladık. İşte bu herkes ve hiç kimsenin içerisinde etnik farklılıklar, dil farklılıkları, inanç farklılıkları, mezhep farklılıklarının hepsi bir hamule olarak, bir temel hak ve hürriyetlerden yararlanabilecek öğe olarak, unsur olarak yerini almıştır. Bu yer alış, daha sonra farklı farklı siyasi görüş ve ideolojik bakış açısından değerlendirilen ama anayasa hukuku açısından değişmeyen bir kavramı birbirine karıştırarak sonuç çıkarma eğilimine dönüştürüyor. Bu kavramlar “azınlık”, “mozaik” ve “etnisite” kavramlarıdır. Biz Milliyetçi Hareket Partisi olarak, bütün bunlara, insan şeref ve haysiyeti, herkesin eşit olduğu noktasında, bakış açımıza geldiğimizde, yaradılış felsefesine uygun olarak, mademki Cenabı Allah “Ben sizi kavim kavim yarattım.” diyor, elbette ki “konuşasınız, anlaşasınız” diye ifadesini buluyor, o zaman etnisite olarak kabul edilen veya farklı dilleri konuşan insanlarımız da yaradılış felsefesine göre mübarek ve mukaddestir ve temel hak ve hürriyetlerden insan şeref ve haysiyeti ve herkes ve hiç kimse kapsamı içerisinde en yüce değere layıktır.

Elbette ki bu üç kavramı bir kez daha tekrarlamak lazım: Azınlık, mozaik, etnisite. Herkes bunu, pek çok şeyi bilir. Buna ben referans olarak Eurobarometre denilen bir kaynaktan yararlandım. Bütün anayasal metinler azınlığı tarif ediyor. Burada bir tereddüt yok ama mozaik tarifinde bir kargaşa var. Bu mozaik tabirinde de genel nüfusun yüzde 35’inin üzerinde bir nüfus kesafetine ulaşmış olanları bu şekilde değerlendiriyor. Etnisite ise, biraz önce anlattığım insanlığın geliştirdiği evrensel değerlerden yararlanmak kayıt ve şartı ile bir hukuki statüye oturtarak bunlara temel hak ve hürriyet tanıyan bir anlam yüklememektedir.

Şimdi, bu olayı bu kadar açık bir şekilde anlattıktan sonra, geçmişin yanlışları üzerinden anayasa inşa ederken o yanlışları, o tarihteki şartları dikkate almadan “Bugünkü 21’inci yüzyılın değerleri ile teraziye koyalım.” der isek yanlış bir soruya doğru cevap aramak gibi garip bir durumla karşı karşıya geliriz, yanlış bir soruya doğru bir cevap bulunamaz.

Meral Hanımın ifadesinde geçtiği için -“asimilasyon” dediniz- yani, ben -asimilasyon geçmişte yanlış örnekler olmuştur ama- bir politika olarak Türkiye’de uygulandığına inananlardan değilim. Neden inanmıyorum? Benim Fransızca öğretmenim Hayriye Bereket’ti. Hatay’da yetişmişti, Fransızlar Hatay’da otuz yıl veya yirmi yıl kaldı, herkes Fransızca öğrenmek mecburiyetinde kaldı ve herkes Fransızca biliyordu o tarih itibarıyla, asimilasyon odur. Ama siz yine ifade ettiniz ki, seçmeni Türkçe bilmiyor, buna Türkçe hitap etmemek gariptir, doğrudur seçmeni Türkçe bilmiyorsa Türkçe hitap etmek garipliğini ben de mantıken doğru buluyorum, ama Osmanlıyı bir kenara bırakırsak 1921’den bu tarafa eğer seçmen Türkçe öğrenmemiş ise -Hatay örneğine baktığımızda- demek ki bir asimilasyon yok.

MERAL DANIŞ BEKTAŞ – Başaramamış, yoksa yok anlamına gelmiyor, başaramamış demek.

FARUK BAL (Konya) – Yani demek ki öyle bir şey yok. Şimdi, biz bir anayasa inşa ediyoruz.

MERAL DANIŞ BEKTAŞ – Asimile edilmişiz.

FARUK BAL (Konya) – Bu anayasayı, burada 12 kişiyiz elimize kalem alıp kimin… Bir hikâye de anlatarak belki dikkatleriniz dağılmıştır, toparlayayım: Eskiden futbolcu transferlerinde işte “dar alanda kısa pas” gibi taktik, manevralar pek dikkate alınmaz imiş futbolcunun gücünü öğrenmek için adamın eline bir top verirlermiş futbolcuya, “hadi bakalım bunu havaya dik” derlermiş. Topu havaya en çok çıkaran futbolcuyu “iyi futbolcudur” diye transfer ederlermiş.

Şimdi, biz temel ilkelerden ayrılarak, anayasa yapım kurallarından ayrılarak çok fazla ifade ve tartışma yarattığımız bir mevzuda bunu doğru kabul edebilecek bir noktada değiliz. Bizim hassasiyet gösterdiğimiz, parti olarak hassasiyet gösterdiğimiz nokta şudur: Türkiye,

-bunu tekrarlamak istemiyorum, sadece başlıklarını tekrarlamak istiyorum- geçmişte yaşadığı bir filmi şimdi, renkli sinemaskop olarak yaşama sürecine girmiştir. Bunun da iç ve dış konjonktürel gelişmeleri vardır, “küresel rüzgâr” dediğimiz küresel rüzgâr şehir devletleri yaratma amacına yönelik ve Türkiye’de de kendinin varlığını çok iyi hissettiren bir durumu karşımıza koymaktadır. Buradan hareketle, Türkiye’yi, Osmanlı örneğinde olduğu gibi, dağılıp çözülen bir sürece soktuğumuz zaman, Yugoslavya örneğinde görüldüğü gibi, dağılıp çözülebilecek mekanizmaları bu anayasaya yerleştirdiğimiz zaman o küresel gücün şehir devletleri yaratabilecek bir Türkiye’yi önüne altın tepsi içerisinde sunarız, kaygımız, endişemiz budur, buna karşı çare de bugünün evrensel değeri olan birlik, bütünlük, bir arada yaşama ülküsüdür. Bunun da belirli kuralları vardır, bu kurallar çerçevesi içerisinde dile de bu şekilde bakmamız gerekmektedir. Dolayısıyla, biz, Meral Hanım’ın vermiş olduğu örneklerden hareketle, onları tasvip eden bir bakış açısında değiliz, negatiflerini tasvip eden bir bakış açısında değiliz. Keşke, onları bizim geçmişteki medeni değerlerimiz, medeniyet değerlerimiz ölçüsünde yaşanmamış olduğunu bugün bilebilseydik, fark edebilseydik ama bu yaşanmış, yaşanmış olayın üzerinde 1920’lerin şartlarını, seksen yıl aşarak o negatiflere, o yanlışların üzerine bir anayasa inşa etmeye kalkarsak, bu takdirde, korkarım, Türkiye’yi Osmanlı’dan daha kötü bir akıbet bekliyordur. Dolayısıyla, değerli arkadaşlar, biz daha önce de ifade ettiğimiz gibi, böyle bir riski elimine edebilecek bir bakış açısıyla bu konuya bakıyoruz.

Teşekkür ediyorum.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Önce, isterseniz, CHP ve AKP’den bir şey var mı? Yoksa size söz veriyorum.

Buyurun.

PROF. DR. HASAN TUNÇ – Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Ben, sadece, hani bir anayasa hukukçusu olarak kavramlar üzerinde bir iki açıklama yapmak istiyorum. Özellikle, biraz önce Meral Hanım konuşurken de gerçi öyle bir müdahale gibi anlaşılmasın lütfen yanlış bir anlaşılma şey olmasın.

Bir kere “azınlık dili”, “bölgesel veya yöresel dil” kavramları, bu çerçeve içerisinde mutlaka bir tanıma kavuşturulmak ve anlamlarının ortaya konulma mecburiyeti vardır malumunuz. Yine devlet şekilleri açısından bu yönüyle üniter devlet, federal devlet, özerk yapılı devletler ve bunların uygulama biçimlerinin bu çerçeve içerisinde değerlendirilmesi gerekir ki bu anlamda özellikle uluslararası metinler veya anayasalarda bu azınlık dili konusundaki birtakım hakların bölgesel diller açısından da var gibi algılanması önlensin diye. Ben, kısa bir örnek vermek istiyorum: Malumunuz, Siyasi Ve Sosyal Haklar Sözleşmesi Birleşmiş Milletlerin azınlığı -çok kabataslak ifade ediyorum- “çoğunluktan kendini farklı veya değişik kabul eden grup” diye tanımlar çok basmakalıp bir ifadeyle. Mesela, Fransa, bu sözleşmeye tam anlamıyla taraf olmuş bir ülkedir. 59 milyonken Fransa, 4 milyon 300 bin Bröton bu sözleşmenin bu hükmüne dayanarak Birleşmiş Milletler Siyasi ve Sosyal Haklar Komitesine müracaat ediyor, diyor ki: “Biz bu haklardan yararlanmak için azınlık kabul edilmek istiyoruz.” Fransız Anayasası’nın 1’inci maddesinde “Fransa’da tek halk vardır, Fransız’dır.” ifadesinden hareketle Siyasi ve Sosyal Haklar Komitesi diyor ki: “Hayır kardeşim, siz Fransızsınız ve Fransa’nın kendi iç kurallarına tabi olmak zorundasınız.” Kaldı ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de benzer konularda gerek Birgivi davasında Tahiti Cumhuriyetinde, gerekse o Belçika dil davası, Danimarka dil davası gibi kararlarında benzer yaklaşımlar ortaya koymuştur. Burada hemen şunu da vurgulamak istiyorum: Tabii ki, yöresel veya bölgesel bir dilin ve kültürün, o kültürün ifadesi olarak öğrenilmesi farklı bir şeydir, buna resmiyet kesbedilmesi veya bir temel eğitim dili olarak kabul edilmesi farklı bir şeydir. Çünkü bu anlamda ülke üniter yapısı bütünlüğü içerisinde olayı ele aldığımızda o bütünlükte bölgesel veya yöresel alanda o kültürler, o diller serbestçe konuşulmalı, serbestçe öğrenilmelidir. Bunun önündeki her tür imkân açılmalıdır ama bunlara, böyle bir ülke genelinde resmiyet kesbedecek ve bu anlamda bir resmî hüviyet kazandıracak bir adım farklı açılımları veya farklı düşünceleri yani yeni bir egemenlik alanı doğurma gibi birtakım düşünceleri de beraberinde getireceği kanaatindeyim ve bu yönüyle, bu kavramlar çerçevesinde düşündüğümüz an, ülkemiz açısından, bu anlamda bir hakkın hukuki olarak kabul görmesi, zaten ne bizim hukuk sistemimiz ne de bu anlamdaki evrensel ilkeler açısından doğru bir yaklaşım olmayacağı kanaatindeyim.

Teşekkür ediyorum.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Buyurun Mustafa Bey.

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Evet, Değerli Başkan, değerli arkadaşlar; şimdi, tabii, ben biraz dün ne konuşulduğu konusunda çok bilgi sahibi değilim yani özet olarak ben görüşlerimizi ifade edelim.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Yani bunlar aşağı yukarı daha derin ve daha geniş çaplı olarak konuşuldu.

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Şimdi, bizim önerimiz hepinizde var, biz anayasada eğitim dilinin düzenlenmesinin gerekli olmadığı kanaatindeyiz. İsterseniz şöyle başlayalım: Aşağı yukarı elli anayasada dünyada böyle bir çalışma yaptırdık, bunlardan yarısında -24 tanesinde- eğitim diliyle ilgili hiçbir hüküm yok. Geriye kalan 23 tanesinde eğitim diline dair hükümler var, bunların büyük bir kısmı üniter olmayan devletler, üç tanesi de bizim 82 Anayasası dâhil özel olarak eğitim diliyle ilgili sınırlayıcı hüküm içeriyor.

Şimdi, birçok boyutu var konunun, konuşulabilir, tartışılabilir. Bizim tarihimize de baktığımızda Kanuni Esasiye’de eğitim diline ilişkin bir sınırlama yok, bir hüküm yok, resmî dil sadece Türkçe olarak belirtiliyor.

Yine, 24 Anayasası’nda eğitim diliyle ilgili bir hüküm yok, 61 Anayasası’nda eğitim diliyle ilgili bir hüküm yok. 82 Anayasası eğitim diliyle ilgili bir hüküm koyuyor hem de bunu olumsuz bir hüküm olarak koyuyor yani Türkçe dışında başka bir dilin ana dil olarak öğretilemeyeceğine dair bir hüküm koyuyor. Anayasalardaki durum böyle ama uygulamaya baktığımızda, başından itibaren, tabii yavaş yavaş, bunun belki dönem içerisinde açıklanabilir, izah edilebilir şartları var, mesela okuduğumuz bir şey azınlık okullarıyla ilgili 1915, yani l. Dünya Savaşı devam ederken yapılmış bir düzenleme. Tabii, biz, şimdi, genelde düşünürken, Türkiye’yi bugünkü gibi -beşerî coğrafya bakımından bugünkü gibi- düşünüyoruz. 1913 sayımlarına göre Anadolu’da Müslüman nüfusun oranı yüzde 40 civarında, diğer coğrafyada daha da değişik. Mesela Tekirdağ’la ilgili 1913 sayımında dörtte 1’i Müslüman Tekirdağ’da, dörtte 1’i Rum, dörtte 1’i Ermeni, dörtte 1’i Yahudi Tekirdağ nüfusunun. Yani Osmanlı’da bugün yaşadığımız topraklardaki beşerî coğrafya bugünkü gibi değil. Onun için, biz, cumhuriyetin Malazgirt’ten sonra Türkiye'nin ikinci Müslümanlaşması -kültürel anlamda- hamlesi olduğunu düşünüyoruz. Tabii, bu, aslında yeni değil, yani Abdülhamit’le beraber başlamış, imparatorluğun doğuya taşınması stratejisinin bir uzantısı olarak İttihat ve Terakki bunu sürdürmüş, daha sonra cumhuriyet döneminde de bu olmuş yani etrafımızdaki eski Osmanlı coğrafyasından birçok nüfus buraya etnik kökenine de bakılmadan Anadolu’ya, Trakya’ya kabul edilmiş, hicret ettirilmiş, muhacir olarak kabul edilmiş.

Şimdi, 1915 savaş şartlarında çıkartılan hükümler var, cumhuriyetin kuruluşu var. Daha sonra, cumhuriyet döneminde birtakım politikalar var, bunlar özellikle 1925’ten sonra başlıyor. Ben şunu da antrparantez olarak ifade edeyim: Aslında Türkiye Cumhuriyeti bir -şahsi kanaatime göre- ulus devleti olarak kurulmamış kurulduğunda. Daha sonra, kurulduktan bir süre sonra ulus yaratmak üzere harekete geçmiş kültürel anlamda. Bu bakımdan, uzun bir zaman, bunlar dönem dönem farklılaşmakla beraber devletin tanımlamış olduğu resmî vatandaş tipine uymayanlar, gayri müslimler, ondan sonra dindarlar -Aleviler de bunun içerisinde, yani devletin tanımladığı din anlayışının dışında kalan gruplar- Kürtler aynı şekilde bu tanımın dışında kalanlar çeşitli bakımlardan zulme uğramışlar. Şimdi, bahsettiniz mesela harflerle ilgili Hasan Ali Yücel Maarif Vekili -Millî Eğitim Bakanı- zamanında -değişik yönleri olan bir insan, onun Mevlevi olduğunu biliyorsunuz, aynı zamanda derin bir Mevlevi kültürüne de sahip bir adam- sanıyorum 1932 olabilir, o zaman Anayasa Mahkemesi olmadığı için kanunların tefsiri Meclis tarafından, teşrii tefsir yapılıyor böyle bir şey gelmiş, bu, Latin harflerinin kullanılması ile ilgili kabulü ve tatbikî kanunuyla ilgili bir tefsir Meclisin önüne geliyor. Olay şu: Eski harflerle yazılmış olan kitaplar bütün kütüphanelerden ve üniversite kütüphanelerinden de çıkartılsın uygulaması var 28’den sonra ve buna dahi itirazlar olmuş, yani “Bu kitaplar kütüphanelerde, üniversite kütüphanesinde falan kalsın.” denmiş. “Yok, olamaz bu kanuna göre” diye bu kanunla ilgili Mecliste bir tefsir yapılıyor “Acaba eski harfli kitaplar üniversite kütüphanelerinde sadece bilimsel maksatla bulundurulabilir mi?” diye ve çok ciddi itirazlar var “Olamaz, biz bu harfleri tek ettik, bunların hepsi kâğıt, hamur hâline getirilmelidir.” falan diye. Kendisi bunun böyle olamayacağını, hükümetin görüşünün böyle olmadığına dair bir yorum getiriyor, harf değişikliğinden yaklaşık dört sene kadar sonra. Yani çok sıkı bazı uygulamalar var. 30’lu yıllar, aslında Faruk Bey temas etti, bütün Avrupa’da da o zaman moda olan bir akım var, daha çok Almanya’da, İtalya’da. Biraz ona paralel, siyasetçilerin bıyıklarından elbiselerine kadar yaygın bir moda akımı var. O dönemlerde daha katı politikaların uygulandığını da görüyoruz. Yani ben cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki uygulamaların bir yeknesaklık içermediği kanaatindeyim. Bazı dönemsel, daha çok, biraz da denemeye yönelik şeyler olduğu… İşte bahsettiğiniz Güneş Dil Teorisi, Tarih Teorisi falan da bunlar konuşulmuş, tartışılmış, bazen çok ciddi, kafatası ölçmeye kadar gelmiş… Mesela Rıza Nur hatıratında anlatıyor; özel uzmanlar getirilmiş, kafatasları ölçtürülmüş devlet büyüklerinin, önemli bir kısmınınki standartlara uymayınca bu sefer vazgeçmişler.

PROF. DR. HASAN TUNÇ – Hocam, bu bir iki örnekten sonra terk edilmiş.

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Tek tek anlatıyor orada.

PROF. DR. HASAN TUNÇ – Bir iki örnek, gözünü seveyim.

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Onu diyorum ben de, terk edilmiş.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Ama kiminkiler uymamış, benim de merak ettiğim o yani.

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Terk edilmiş diyorum ben de. Yani dönem dönem çok katı, çok rijit örnekleri var uygulamaların, sonra vazgeçilmiş.

Benim kanaatime göre bu meselelerin, Türkiye’deki bu tür politikaların bir yerleşik devlet politikası hâline gelmesi 27 Mayıs 60 darbesiyle beraberdir. 27 Mayıs 60 darbesiyle Türkiye, bu cumhuriyet dönemi uygulamalarından 30’lu yıllardaki o uygulamaları seçerek bunları devletin resmî politikası, ideolojisi hâline getirmiş. Şimdi, o anayasadan birçok şeye kadar -Millî Birlik Komitesi zabıtlarından bakabiliriz, Temsilciler Meclisindeki tartışmalardan bakabiliriz, oralarda çok var- getirilmiş. Bu, vatandaşlık tanımıyla ilgili bugünkü tanımın aynısı yine 61 Anayasası’nda benimsenmiş ilk olarak. O dönemde Cemal Gürsel’in konuşmaları var, işte, pankartlar, afişler vesaire var. 60’lı yıllardan sonra 30’lu yıllarda denenmiş ama terk edilmiş bazı politikalar devletin resmî politikası hâline getirilmiş. Böyle olduğu hâlde de yine farklılıklar var. İşte, bahsettiniz, 1982’de çıkarılmış o dille ilgili 2938 sayılı Kanun mesela ama daha sonra 91’de o Kanun kaldırılmış.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ – Kaç yıl kalmış?

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Ama şimdi farklı bir durum var. Yani Anayasa’da değişen bir şey olmadığı hâlde Anayasa’da var. Dolayısıyla, Türkiye’deki meselenin aslında -benim kanaatime göre- siyasetin etkin olmasıyla, Türkiye’de milletin oylarıyla iktidarın el değiştirebilmesinde, vesayetçi sistemin geriletilmesinde, tasfiye edilmesinde düğümlendiği kanaatindeyim. Bu bakımdan anayasaya bir bütün olarak bakmamız lazım. Yani bu açıdan da bu konunun bir anayasal mesele olmadığı kanaatindeyiz. Anayasa’ya eğitim diliyle ilgili bir hüküm koymanın doğru olmadığını düşünüyoruz, bunun bir yasama işi olduğu kanaatindeyiz, kanunla yapılabileceğini düşünüyoruz. Bu konuda gerekli adımları yetkili olan hükûmetler atabilir. Bizim önerimiz de zaten bu minval üzere.

Kısaca bu kadar şimdilik.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Evet, Atilla Bey, buyurun.

ATİLLA KART (Konya) – Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Değerli arkadaşlarım, olayı çok tarihsel boyutuyla değerlendirmek yerine cumhuriyet tarihiyle sınırlı olarak ve genel çerçevesiyle bir değerlendirme yapmak istiyorum.

Önce şunu ifade etmek gerekiyor: Türkiye Cumhuriyeti’nde devlet olarak Kürt etnisitesini asimile etmek yönünde sistematik, sürekli ve etkili bir yapının olmadığı kanısındayım. Gözlemlerim, incelemelerim, yaşadıklarım bunu gösteriyor. Hemen bunun devamında şunu ifade edeyim: Ama “Kürt” ve “Kürtçe” kavramlarıyla bağlantılı olarak ret ve inkâr politikalarının uygulandığı bir gerçektir, bu kavramların görmezden gelindiği bir gerçektir; yaşanmışlığımız vardır, herkesin kendi ölçüleri içinde yaşanmışlığı vardır. Bunu biraz daha somutlaştırayım: 1989-90’da bunları avukat olarak yaşadık. Bu noktada yani “Neden yargılanıyorsunuz?” “Ben Kürt’üm, Güneydoğu’da Kürtler eziliyor.” diyen bir lise öğrencisinin yargılanmalarıyla muhatap olduk. Bütün olay bu, bütün kavram bu. Şimdi, bu çerçevede bir süreç yaşıyorsunuz, bunun takibini yapıyorsunuz. Sonuçta o çocuk iki ay tutuklu kalıyor -tabii, bu sonraki dönemlerde yaşanan çok daha farklı olayları geçiyorum, sadece yaşadığım bir olayı şu anda ifade etmek gereğini duyuyorum- o yıl üniversiteye hazırlanamıyor o başarılı çocuk, sonuçta mahkûm oluyor, Yargıtay bozuyor, beraat ediyor. Ama nedir? Ağır bir süreç tahmin edersiniz. Şimdi, o çocuk ne yapıyor? Sonra o çocuk azmediyor üniversiteye giriyor, şu anda tıp doktoru olarak Diyarbakır’da, vesaire görevini yapıyor. Yani ne kadar bıçak sırtı gidiyor olaylar, bunu ifade etmek istiyorum. Pekâlâ kaybedilebilirdi bu çocuk.

Şimdi, bunlar Türkiye’nin gerçekleri, yaşadıklarımız bunlar. Bunların çok daha acı örnekleri de elbette yaşandı, yaşanıyor. Şunu görelim bir de: Bakın, yine ne yapmış devlet? Türkiye Cumhuriyeti -Metin Heper’in bir incelemesi vardır, kayıtlara dayalıdır- ne yapıyor? Bakıyorsunuz, 100 üzerinden söylüyorum, Marmara’ya 30 yatırım yapıyor, Doğu’ya, Güneydoğu’ya 45 yatırım yapmış. Ne güzel, ne güzel. Bu nedir? Türkiye’yi kucaklamak anlamında ne kadar güzel bir yaklaşım. Bunu yıl olarak yanlış ifade etmek istemiyorum, 80’li yıllar ile 90’lı yılları kapsayan bir on-on iki yıllık bir dönemden söz ediyorum. Ama ne yapmış devlet? Devlet teknik devlet olmamış, hukuk devleti olamamış; o yatırımın istihdama dönüşmesini sağlayamamış, o yatırımın sağlığa dönüşmesini sağlayamamış, eğitime dönüştürememiş, hukuka dönüştürememiş, insan haklarına dönüştürememiş. Olay bu, yani bunu görmemiz, bunu sorgulamamız gerekiyor. İnsan haklarına dönüştürememiş. Bunlar Türkiye’nin gerçekleri, bunları konuşmaktan kaçınmamalıyız. Bunları böylesine yalın bir şekilde konuşmadığımız takdirde, geçiştirdiğimiz takdirde bence yine kafamızı kuma gömmüş oluruz.

Şimdi, bu çerçevede şunu görmemiz gerekiyor ve sorumluluğumuzu üstlenmemiz gerekiyor; en başta da iktidar olarak üstlenmemiz gerekiyor. Geldiğimiz noktada yine, burada, inisiyatif almaktan kaçınan bir tabloyu görüyorum, sorumluluk almaktan kaçınan bir tabloyu görüyorum. Böylesine önemli, tarihî bir konuda Anayasa’da düzenleme yapmayacaksak yasayla mı düzenleme yapacağız? Bunun inandırıcı bir tarafı var mı, bunun gerçekçi bir tarafı var mı? İşte, buyurun, anayasada ne yapacağız? Bir uzlaşma olayını zorlayarak orada bir çözümü bulmaya çalışacağız. Burada, bir iktidarın bu kadar temel bir konuya yasal düzenlemeyle çözüm getirebileceğini ben gerçekçi görmüyorum. Ve burada, bakıyorsunuz… Tabii, yine bunu polemik amacıyla falan söylemiyorum ama yeri geldiği için ifade ediyorum: Sayın Başbakan, işte, efendim, kongrede açıklama yaptı, işte altmış üç maddelik bir sıralama yapıldı. Efendim, “Kürtçe kamu haklarına erişim hakkı” adı altında ya da benzeri birtakım kavramlar kullanıldı ama öyle bir sunuş yapılıyor ki sanki Amerika’yı keşfediyoruz. Ya arkadaş, o “kamusal anlamda Kürtçe erişim” dediğin hak şurada, işte, efendim akademik anlamda, teorik anlamda ana dilde eğitim, ana dili eğitimi-öğretimi, resmî dil kavramları bunların içinde nereye oturuyor gel bunu söyle, söyle bilelim. Yani esasta hiçbir şey yapılmadığı hâlde sanki çok şey yapılıyor izlenimi yaratılarak… Bu noktada siyaseten dürüst olmak lazım, bu noktada neyse düşüncemiz bunu ifade etmemiz gerekiyor. Ama geldiğimiz noktada, bu kadar hayati, temel bir konuda ve toplumsal barışımızı etkileyen bir konuda lafla, hamasetle “Bir şeyler yapıyoruz.” görüntüsü veriliyor ama geliyoruz, burada bu konuda, işte, çözüm bulma mevkisinde olan, konumunda olan bir komisyonda görüşümüzü açıklamıyoruz.

Bu değerlendirmelerimi yaptıktan sonra şunları ifade etmek gereğini duyuyorum: Bakın, demokrasinin özü, esası -çok da fazla lafı dolandırmaya gerek yok- temel üç dört kavramın etrafında döner. İşte, eşitliktir, adalettir, temel hak ve özgürlüklerdir. Bu kavramların tecessüm ettiği en temel kavramlardan birisini konuşuyoruz, dili konuşuyoruz. Burada o noktada şunu tartışmamız gerekiyor: Ortak eğitim dili. O nedir? Anayasa’mızda 3’üncü maddede yer alıyor resmî dil olması gerektiği. Nedir? Toplumun elbette bir ortak eğitim dili olacak. İşte “resmî dil” dediğimiz dildir bu. Bunda bir tereddüt yok. E, peki, gelin, o, ana dilin öğrenilmesi, öğretilmesi, ana dilin eğitimi, ana dilinin eğitimi; bunu resmî dilin alternatifi boyutunda mı konuşuyoruz, tartışıyoruz -konuşalım bunları, ifade edelim- yoksa isteğe bağlı alınabilen bir dil eğitimi şeklinde mi öngörüyoruz? Bunları birbirine karıştırmadan konuşalım, şimdi bunu açıklığa kavuşturalım. Yani bu temel kavramlar konusunda net olmadığımız takdirde burada belli bir noktayı yakalamamız mümkün olmadığı gibi, belli bir aşama yakalamamız mümkün olmadığı gibi kamuoyunda da yanlış algılara, yanlış beklentilere yol açıyoruz, kamuoyu bir kaotik tartışmanın içine giriyor. Ondan sonra ne oluyor? Bir kutuplaşmanın içine giriyoruz. Ne oluyor? Taraflardan birisi, konumuna göre, temel hak ve özgürlüklere destek veren konumda oluyor, birisi karşısında olan konumda oluyor. Toplum tasnif edilmiş oluyor, kategorize edilmiş oluyor, mevcut kutuplaşma ortamına yeni bir kutuplaşmayı eklemiş oluyoruz. Bunları ortaya koyalım.

Benim söyleyeceklerim bunlar.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Sayın Kart, bittiyse ben bir şey sormak istiyorum daha iyi anlaşılması için. Bu, benim konuşmam değil, sorum yani.

Şimdi, Cumhuriyet Halk Partisinin fikirlerinin daha iyi ve doğru anlaşılıp zabıtlara geçmesi için, bu yürüttüğümüz tartışmalar noktasında, dün yaptığımız tartışmalara kısa bir atıfta bulunmak istiyorum kavramlar anlamında, siz de atıfta bulundunuz.



  1. Ana dili eğitimi yani ana dilin öğrenilmesi,

  2. Ana dilde eğitim,

Yani bunları dün tartıştığımız için tekrarlamıyorum.

  1. İki dilli eğitim,

  2. Çok dilli eğitim.

Cumhuriyet Halk Partisinin bu tartışmalar noktasındaki fikri nedir? Yani ana dili eğitimi midir, ana dilde eğitim midir?

ATİLLA KART (Konya) – Hemen açıklayayım tabii.

Herkes bizim görüşümüzü merak ediyor da birileri kalkıyor, iktidar, bu işin çözümü noktasında en çok sorumluluk sahibi olan, ”Bunu anayasada konuşmaya gerek yok.” diyor.

ALTAN TAN (Diyarbakır) – Efendim, katılırız, katılmayız; böyle diyor…


Yüklə 272,84 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin