Ben Cenevre’ye böyle bakıyorum…
CENGİZ TOPEL’İN UÇAĞINI YUNANİSTAN MI DÜŞÜRDÜ?
Dünkü Star’ın haberlerinden biriydi… Bizimkinin değil, İstanbul’da yayınlananın… “1964’te Cengiz Topel’in uyarı uçuşu yapan uçağını, Yunanistan düşürmüş!”
Olayın binlerce göz şahidinden biri olarak, haberin tümü yanlış demek zorundayım. İnsan bilmediği ve öğrenmek de istemediği bir konuda, kendi ezberi ile haber yapmaya kalkarsa, ancak bu kadar yanlış yapabilir. Önceden de birkaç defa anlattığım gibi, 8 Ağustos 1964 günü, Erenköy bölgesindeki çatışmalarda, Rum kuvvetleri bizim mücahitleri denize dökmek noktasına gelince, bilindiği gibi Türk Hava Kuvvetleri, müdahale edip oyunu bozdular. Geçmiş zamandır, aklımda yanlış kalmış olabilir ama sanırım ertesi gün de karadaki Rum kuvvetlerine destek yapan, Rum deniz kuvvetlerine yönelerek, Gemikonağı limanında bulunan Rum hücumbotu, Featon’a taarruz ettiler. Lefke’nin bütün ehalisi, biz o hava taarruzunu, şimdiki CTEML’nden ve onun yanındaki tepeden, sinamaskop film izler gibi izledik. Adı geçen hücumbot, roket ve makinalı tüfek ateşi ile, tahrip edilip, adeta anasından doğduğuna pişman edilerek, batırıldı. Gemiye saldıran üç uçak, o gemiyi etkisiz hale getirdikten sonra, nedendir bilinmez, Erenköy tarafına yöneldi. Bir süre sonra, uçaklardan ikisi Vouni Tepesi üzerinden, denize doğru pike yapıp, süzülerek deniz üzerinde işin doğrusu tedbirsiz bir biçimde uçmaya başladılar. Tam iskelenin ucuna geldiklerinde, denizde demirli bir şilepten fırlayan bir ateş topu, öndeki uçağın kuyruğuna yapışıverdi. Ve uçak, bir kilometre bile gidemeyip, taş gibi düşerken, içindeki pilot, kırmızı beyaz dilimli bir paraşüt açıp, Lefke ile bugün Cengizköy dediğimiz Peristeronari arasına, indi… Türkiye ve Türk tarafı, uçağımızın içinde roket sıkıştı da onun için düştü diye, çok uzun yıllar yalan söyleyip, uçağın Rum ateşi ile düşürüldüğünü, inkâr etti… Biz de “gözümüze mi, sözünüze mi?” durumlarında kaldık, yıllarca…
İmdi… Cengiz Topel’in uçağı, hücumbottan değil, şilepten açılan ateşle düşürüldü… Şilep de Yunan bandıralı değildi, hatırladığım kadarıyla… Bütün Lefke bunun şahididir. Uçak düşürüldüğü anda hücumbot batmaktan beter bir halde olup, kimseye zarar verecek dermanı yoktu… Bana inanmazsanız, zamanın serdarı Aziz Fedai’ye sorun… Ona da inanmazsanız, Arslan Mengüç’ün yayınladığı Erenköy kitabındaki, o arkadaki uçağın pilotunun anlattıklarına kulak verebilirsiniz… Korgenerallik’ten emeklidir kendisi… Bu bir!
İki: Bu Featon denilen hücumbot, Yunan Deniz Kuvvetleri’ne değil, Milli Muhafız Ordusu’na, yâni Kıbrıs Rumları’na aitti… Lordos muydu, kimdi şimdi önemli değil; ünlü bir Rum zengin tarafından alınıp, Ethniki Furra’ya hediye edilmişti. Nitekim ona özenen bir başka zengin Rum da ikinci bir hücumbot alıp, o da “hediye” etmişti… O zamanı yaşayanlar, bunları hatırlar… Komutanı’nın Yunanlı olması da beklenilir bir şeydi, çünkü o esnada adada, 10bin kişilik bir Yunan Tümeni, “komünistlerin iktidara gelmesini ve adanın Sovyet nüfuzuna girmesini önlemek üzere” Türkiye’nin de bilgisi dahilinde, konuşlanmış bulunmaktaydı. Rumlar’ın altı ayda savaş gemisi yönetecek subay yetiştirmesinin, olanağı olmadığından, elbette ki Yunanlı personel yönetecekti savaş gemilerini…
Nitekim orada o Yunanlı subay varsaydı, Erenköy’deki mücahitlerin başında Albay Ali Rıza Vuruşkan, bizim başımızda da Yüzbaşı Osman Nalbant gibi Türkiyeli subaylar görev yapmaktaydılar…
O uçaksavar topunu kimin ateşlediğini, bilemem! Ama kurumsal olarak Cengiz Topel’in uçağını düşüren, Ethniki Furra’dır…
Kırk yıl sonra ortaya çıkıp, “malül gazi” olmanın verdiği kırıklıkla, övünmeye çalışan bir Yunan subayı eskisine kulak verip, tanıkları henüz hayatta olan olaylar hakkında, eksik gedik yazılar yazıp haberler yapmak, belki de tiraja yarar ama işe yarayacağını söylemek, çok zor.
CHP’NİN HALLERİ
CHP’de olanları görüyor musunuz?
“ Sana ne yahu, CHP’den?” diyebilirsiniz… Çünkü o parti ile bizim “muaşaka”mızın geçmişinden elbette ki haberiniz yok! İstanbul’daki öğrencilik günlerimizde, o zamanlar Bülent Ecevit’in yönettiği o partinin seçim kampanyalarında az koşuşturmadık! Sandık Görevlisi olmak dahil… Vatandaş olmadığımız halde, seçmen yazılıp oy bile verdik, o zamanlar… O zaman izlediğimiz siyasi çizgi, karşıdaki Milliyetçi Cephe’ye karşı, CHP’yi desteklemeye karar vermişti… Ama, şöyle ya da böyle, partinin harcında, bizim de karınca kararınca birkaç damla terimiz bulunur…
Dün gece, bunlar birbirlerini yumruklamaya başlayınca, tv kanalları CHP’ye sabitlendi. Bir tartışma programında, gazetecinin biri anlatıyordu ki: Kaset ortaya çıkıp da Baykal istifa edeceğini söyleyince, Önder Sav ona telefon açıp, “Genel Başkan adayıyım, beni destekle” demiş… Baykal da, “Senden genel başkan mı olur? Yürü yahu işine…” deyivermiş. Haklı… Adam tersiyle kavga eden bir adam… Ama demem o değil! Şimdi bu ayrıntı, kasetin nasıl, neden ve kimler tarafından çekildiği kadar, neden ve nasıl servis edildiğine değgin, ciddi kuşkulara da neden oluyor… Baykal’ın yakını Aydın Ayaydın da bu konuşmayı doğruladı.
Meğer, Önder Sav denilen zat-ı muhterem, öteden beri parti genel başkanlığı murad etmekte olup, Baykal kendisini reddedince, Kılıçdaroğlu denilen emekli memuru, sureten desteklemiş… “Memur” deyince, sakın bir aşağılama olarak algılanmasın! Ama kendine has bir anlayışı vardır memuriyetin ki katiyen siyaset ile bağdaşamaz. Devr-i iktidarımızda, üst düzey bir bürokrat arkadaş, bana demişti ki: “ Siz ille yeni bir şeyler yapasınız istersiniz. Oysa her yeni şey iki ihtimali birlikte getirir. Ya iyidir, ya kötüdür sonuç! İyiyse, bana ne getirisi var? Terfi mi edecem? Maaşım mı artacak? Sana yarar, ama bana bir faydası yok! Peki ya kötüyse sonuç ne olur? Sen çok çok seçim kaybedersin, ben işimden bile olabilirim. Onun için iyisi mi, hiç dengeleri bozmayalım… Bırak her şey olduğu gibi kalsın… Durduğum yerde, başımı belâya koyma ihtimalini neden göğüsleyeyim? ” Kendi açısından, belki de haklıdır… Onun için siyasetle memuriyet uyuşamaz…
Şimdi, birbirlerine girdiler… Sebep?
Baykal zamanında bunlar kurultayda tüzük değişikliği yapmışlarmış da yüksek yargı partiye bir yazı gönderip, “gereğini yapın, yapınızı tüzüğünüze uydurun” demiş. Kılıçdaroğlu, “gereğini” yaparken, kendisini genel başkan yapan ama borcu da hiç silmeyeceği belli olan Önder Sav’a biraz dokunmuş. Zaten Baykal da bu zat-ı muhtereme dokunmak üzere o değişikliği yaptıktan hemen sonra, her ne hal ve hikmetse, mülkiyeti partinin o olan o binada çekilen o kaset piyasaya düştüydü! Rastlantı tabii… Ne olmak ihtimali var?
Yargıtay başsavcılığı, genel sekreterin gücünü azaltan o tüzük değişikliğini hatırlatınca, Kılıçdar fesini atıp uygulamaya girişmiş, gerekçesi “hukuka uymak”! Sav ise kurultay toplayıp, tüzük değişikliğini “değiştirmeyi” düşünmüş… Şimdi çok kızdı, “Ona hukuku öğreteceğim” dedi ki bunun ne anlama geldiğini bilen bilir…
Öte yandan, geçen akşam itibarıyla, genel sekreter Sav, Deniz Baykal’ı arayıp, “birlikte davranalım” demişmiş de, Baykal bunu reddetmişmiş… İçinden, “beş ay evvel, aklın nerdeydi?” demiştir… Adamı istifaya zorla, sonra da “ben adayım beni destekle” de… Şimdi dönüp, “birlikte davranalım” buyur…
Seçime sekiz ay var, bunlar mahkemeye düştü… Sonra da “kömür dağıttılar” gibi gerekçeler bulacaklar gene… Yazı, dağınık bir şey oldu, değil mi? Napalım? Konu dağınık… Atatürk öldüğünde bir dağıldı, bir daha toparlanamadı mübarek…
Gitti bir seçim daha…
CUMA AKŞAMI LÂRNAKA
Cuma akşamı Lârnaka’da gerçekleşen faşist Rumlar’ın, ırkçılık karşıtlarına yönelik saldırıları, ve olaya gösterilen tepkiler, Filelefteros gazetesinde işlenmiş.
AKEL Genel Sekreteri Andros Kiprianu’nun, geçtiğimiz Cuma günü Larnaka sahil yolunda ırkçılar ve ırkçılık aleyhtarları arasında yaşanan olaylarıyla ilgili Rum polisinin tavrı konusunda; Rum Adalet Bakanı Lukas Luka’ya “meydan okuduğunu” yazan Fileleftheros, Kiprianu’nun Adalet Bakanı’ndan muhacirlerin sorunlarıyla ilgili net bir açıklama beklediğini haber verdi. Habere göre Kiprianu, Rum polisinden, “yapılan etkinliğin güya yasal olduğunun arkasına saklanmayıp; bu sorunları kararlı bir şekilde ele almalarını” da istemiş. Kiprianu’nun, konuyla ilgili olarak Rum polisinin tavrını eleştirdiğini kaydeden gazete, AKEL Genel Sekratari’nin yaptığı açıklamada, “Faşist içeriğe sahip etkinliklerin yapılmasına ve yapılan etkinlikler yasaldır diyerek bunları izlemeye müsaade edemeyiz” dediğini kaydetti. “Çağdaş bir toplumda, katılımcıların ellerinde sopalar taşıdıkları etkinliklere müsaade edemeyiz diyen” Kiprianu, devamla, “Tanrı aşkına, Kıbrıs toplumu nereye doğru gidiyor?” diye sormuş. Ekonomik muhacirler meselesinde, ele alınması gereken biçimin, bu kişilerin Rum toplumuna dâhil edilmeleri ve Rum çalışanlarla aynı çalışma şartlarına sahip olmaları olduğunu dile getiren Kiprianu, kendi yaklaşımlarının net olduğunu; birtakım aşırı uçların Rum toplumunda böyle sorunlar yaratmalarına müsaade edilmemesi gerektiğini söylemiş. Geçtiğimiz Cuma akşamı Larnaka’da yaşanan olaylarla ilgili olarak üzüntüsünü de dile getiren Kiprianu, bu tarz eylemlerin uluslararası ve Avrupa Birliği karşısında bir kez daha Rum tarafının imajını zedelediğini kaydetmiş.
Rum İçişleri Bakanı Silikotis ise kendine bağlı olan polisi eleştirerek, “bu yürüyüşle ilgili olarak, yasaların dışında bulunan konular olduğu ortadadır” demiş. Yasalar temel alındığında, ırkçı sloganlar atılmasının yasak olduğunu kaydeden Silikiotis, yasadışı muhacirler aleyhinde konuşmanın başka şey; ülkedeki yabancılar aleyhinde sloganlar atmanın ise başka şey olduğunu dile getirmiş.
Rum Adalet Bakanı Lukas Luka’nın, konuyla ilgili sorulara, “bu olanlara alkış tutan biri var mı?” sorusuyla yanıt verdiğini belirten Filelefteros, Luka’nın; yasadışı muhacirlerin alışılmış suçlular olarak görülmemesi gerektiğini söylediğini yazıyor. Rum Adalet Bakanı Lukas Luka ise açıklamasında, yaşanan olaylarla ilgili konuyu Rum Polis Müdürü’yle görüştüğünü ve Rum polisinin etkinliklerde meydana gelen olaylarla ilgili raporunun bugüne kadar hazır olmasını beklediğini kaydetmiş. (Filelefteros’tan aktaran: Kıbrıs Postası 8.11.2010)
Ana muhalefetteki DİSİ’nin önemli isimlerinden, eski başkan Kliridis’in kızı Kety Kliridis de yaralıları ziyaret edip, ırkçı saldırıyı kınamış.
Eh… Şimdilik elverir. Önemli olan, bu ırkçılara ne gibi bir müeyyide uygulanacağının, beklenip görülmesi… Biz henüz farkında değiliz ama bugün AB bünyesinde, ırkçılık ve ırkçı söylem, suçtur. Değil ırkçı saldırı… Rum polisinin Yorgacis’ten kaynaklanan yapısını bilmiyor değiliz. Polis, ırkçılara hoşgörü gösterip, olayı kapatma yönüne mi gidecek? Yoksa tabi oldukları yasaları uygulayıp, suçluları mahkemeye çıkarmanın, yollarını mı açacak? Ve daha önemlisi, hükümette bulunan çoğunluk partisi ve öteki sol partilerin bu olaya yaklaşımı nasıl olacak? Polis’in meseleyi ört bas etmesine izin verecekler mi?
Unutulmamalıdır ki EOKA terörü de önceleri küçük bir azınlığın marifetiydi. Birkaç yüz faşist genç, Albay Grivas’ın peşine takılarak, önce İngiliz askerlerine saldırmaya başladığında, bunun “koloni” yönetimine karşı “haklı” bir saldırı olduğunu düşünmeseydi Rum kamu vicdanı, onlara suçlu muamelesi yapsaydı yöntemlerinden dolayı, namlu önce kendilerine, sonra da Kıbrıslı Türkler’e dönemezdi… 1963-74 arasında yollardan kaybedilen Türkleri öldürenleri, Rum halkı biliyor, ama karşı çıkamıyordu…
Şimdi koşullar çok değişik, ancak suçu işleyenlerin başında, koalisyon ortağı bir partinin milletvekili de varsa, bu dikkate alınamayacak önemsiz bir olay değildir.
Göreceğiz…
CUMHURİYET BAYRAMI
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin ilân edilişinin, yıldönümü… Ellinci yıl dönümü kutlamalarını dün gibi hatırlıyorum. İstanbul’da öğrenciydim… Belli bir yaşı aşınca galibe ilerleme ivme de kazanıyor. Bir yandan “şu kadar yıl nasıl geçti, yahu” diye soruyorsunuz kendi kendinize, öte yandan “meğer ne kadar da gençmiş o zaman” diye tarihe bakıyorsunuz… Cumhuriyetin, beğenirsiniz beğenmezsiniz, birinci adamla kıyaslayınca eksik, aksak bulursunuz o ayrı mesele ama ikinci adamı; İsmet İnönü, sanırım hayattaydı ama hasta yatağında, komada yatıyordu.
İsmet Paşa ve onun Ecevit’e katlanmak zorunda kaldığı “ortanın solu” politikası, hayatımızın içindeyken, cumhuriyetin ilânı nasıl tarih olabilirdi ki? Aksaray’da, alt geçitten Valide Camii’nin önündeki yaya geçidinden karşıya geçeceğim bir gün… Bir cenaze geçiyor, mecburen durduk… Saygısızlık olur mu? Geçen, Yakup Kadri Karaosmanoğlu… Cumhuriyet ideolojisinin “kadro”su, Şevket Süreyya hayatta ve tartışmaların içinde, Yakup Kadri hayatta, işin doğrusu Falih Rıfkı’nın ne zaman aramızdan ayrıldığını unuttum, ama ikinci adam dimdik politikanın içinde ve biz, tarih konuştuğumuzu zannetmekteydik.
Elli yıl geçmişti üzerinden, önemli aktörler henüz hayattaydı ve bizim tarih sandığımız şey, aslında politik bir mücadelenin sürdürülmesinden başka bir şey değildi, oysa… Yoksa bizim ta o zamandan bilmemiz gerekirdi, örneğin Rauf Orbay’ın açıkça, bütün İstanbul basınını da arkasına alarak, cumhuriyet ilânına karşı çıktığını. Kurtuluş Savaşı kahramanı üç paşanın, kuşku ile karşıladıklarını… Atatürk’ün ölümünden sonra, meclise de girdiler, başkanlık koltuğuna da oturdular ama demek ki onların projesi başka türlü bir cumhuriyetti…
Daha o zamandan bilmeliydik biz de ki; Latin Alfabesi, Tevhid-i Tedrisat, Medeni Kanun gibi cumhuriyet devrimlerinin, taa 1903’ten başlayarak, Kahire’de yayınlanan Türk; önce Tiflis’teki Hayat, sonra da Bakû’deki Füyuzat dergilerinde yayınlanıp, savunulan görüşler olduğunu… Bilmeliydik Fethali Ahundov, Gaspıralı İsmail, Yusuf Akçurin, Ağaoğlu Ahmed gibi Tatar ve Azeri; Müsevvitzade Ahmet Raik gibi, Lefkoşalı ulusçuluk ideologlarının, Ziya Gökalp’ten çoook önce yazdıklarını… Türk ulusçuluğunun doruğudur siyasette evet, cumhuriyet ilânı… Ve belki de Mustafa Kemal, yenik, ezik, fakir düşmüş, cahil bir halktan, siyasi anlamda bir ulus ve bir ulus devlet yaratmakla, gerçek anlamda da Atatürk’tür, evet… Ama bu yolu döşeyenleri, bunu hiçbir biçimde kavrayamayıp, bir başka imparatorluk yaratma peşinde, ülkeyi mahvedenleri, olanlardan ders almayıp, ayni eski fikirlerle onu bile öldürmeye kalkanları, biz çok sonra öğrendik…
Aramızdan kimileri, hem Mustafa Kemal’e, hem de ona “bizim deli” diyen Talât Paşa’ya ayni anda biat edilemeyeceğinin halâ farkında değil örneğin…
Cumhuriyet ilânı, bir doruktur, evet… Ama bir günde ortaya çıkan bir dahinin eseri değildir tek başına… Ta Genç Osmanlılar’dan başlayarak, Jöntürkler’den geçerek, Türk modernleşme tarihinin satırlarını bir bir yazanlar olmasaydı, Mustafa Kemal daha orta okulda Namık Kemal okumasaydı örneğin, daha pek çok Osmanlı Paşası gibi, İstanbul’da padişahın dizinin dibinde de oturabilirdi… Meclis’te “Ben bunu okudum, siz de okuyun” diye Rousseu tavsiye edecek düzeyde bir fikir dünyasına aşina olmasaydı Mustafa Kemal, acaba “Ata” olabilir miydi?
Ancak, dedim ya… Ellinci yılda, biz henüz aktüalitenin tartışmalarının göbeğindeydik demek ki… Sadece sahnenin önünü görüyor, adamın son başbakanının, ona karşı olduğu meselleri ile avutuluyorduk… İsmet Paşa hayattaydı henüz, İktisat Vekili Celâl Bayar, hayattaydı… Onların politik çekişmesini, biz tarih zannediyorduk…
Aradan, otuz yedi yıl geçmiş… Bugün Yirmi Dokuz Ekim… Cumhuriyetin Yıl dönümü… Yalnız Türkiye değil, Türk fikir dünyasında da bir devrimin yıl dönümüdür bugün…
ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR
Kıbrıslı Rumlar, dünya üzerinde eşi menendi olmayan bir halk olduklarını, bir defa daha gösterdiler.
Lârnaka’da düzenlenen ırkçılık karşıtı bir toplantıyı, yüz kadar Rum ırkçı, basarak dağıtmış. Yaralananlar var… Polis, ırkçıları değil, ırkçılığa karşı direnenleri tutuklamış! Ne güzel? Bravo…
Sonra da bağırsınlar: Türkiye Kıbrıs’ı işgal etti…
Bu satırların yazarı, hayatı boyunca Kıbrıs’ı tekrar birleştirmek için mücadele ederken, birliğin daha büyük halkın, sayıca daha az olana güven vermesine bağlı olduğunu savunduğu için, şimdi rahatça konuşabiliyorum. Birlik, gönüllü olursa birliktir. Ve genellikle, birliğe karşı çıkanlar da “küçük” halkın, “büyüğüne” güvenememesinden neşet bulurlar. Eğer “büyük” halk, birlik isterse, öncelikle nüfusça daha az olanın, kendine güvenmesini sağlamakla mükelleftir. Dünya üstünde bunu savunan da her zaman, sol politikalar olmuştur. Yâni her iki tarafın sağlarının düşünsel yapısı, karşı tarafı zaten ötekileştirmekle mükelleftir. Yoksa “sağ” olmaz… Asıl buna karşı çıkan, sol olmalıdır. Nüfusça daha az olanın solu, hiç önemli değildir bu anlamda… Asıl nüfusça büyük olanın solu, küçük olanın güveninin oluşmasında rol oynar veya oynayamaz! O zaman o ülke bölünür… Kimse, hiçbir ilke, hukuk, şu bu ile istemediği bir yönetim altında tutulamaz…
Şimdi Rum faşistlerin, artık çizmeyi aşmaya başlayan bu rezillikleri karşısında, Kıbrıs Rum solu, gereğini yapıp, hükümette de olmanın verdiği yetki ile, bunların yargılanıp cezalandırılmasının yolunu mu açacaktır; yoksa 1930 isyanından beri yaptığı gibi, gidip papazların elini öpüp, “Aman bunlar bizi de öldürür be yoldaşlar, kusurumuza bakmayın” diyerek, güney Kıbrıs’ta 1955-74 gibi “yabancı” öldürmeyi, serbest mi bırakacaktır? Soru budur…
Birkaç yüz sapığın koskoca bir halk üzerinde egemen olup, yabancı avlamaya girişmesinin sonucu, bu adanın kalıcı olarak bölünmesini getirir. İsteyen istediği kadar bağırsın! Lenin, ünlü kitabında, “Birlikte yaşam olanaksızsa, halkların kardeşliğine, demokrasiye giden en kısa yol, bölünmedir” de der…
Mesele birkaç faşist değildir… EOKA’nın da 300’den az faşist olduğunu bilmeyen yoktur. Bugün Hristofyas bile, kendi partisini de katleden o birkaç yüz faşisti kutsuyor ama… Mesele, bu birkaç faşistin, toplum karşısında hangi pozisyonda olacaklarıdır! Suçlu mu? Yoksa “Helen ruhu ayaklanmış genç idealistler” mi? Mesele, “birkaç faşist”e nasıl davranıldığıdır…
Kıbrıs Komünist Partisi’nin son, AKEL’in ilk lideri Plutis Servas, KKK’nın “Bağımsız Kıbrıs” mücadelesini nasıl terk ettiğini anlatır anılarında: “ Kilise bizi aforoz etti, Yunanistan’da vatan haini olduğumuz söylendi. O hale geldik ki sonunda bayrağı biraz aşağı indirip, ENOSİS savunmaya başladık!” Bu kafayla partinin o zamanki lideri Vatilyodis, 1931’de ENOSİS için isyan eden kiliseye koşarak, papazların elini öptü… İngilizler bunu adadan sürgün ettiler, piskoposlarla birlikte… ENOSİS için isyan etti diye… Ada böyle bölündü…
Kıbrıs Rum solu bilmelidir ki son raundu oynamaktayız… Ya bir çözüm bulup, bu adayı yeniden birleştireceğiz ; veya ebediyen böleceğiz… Birleştirmek için, Kıbrıslı Türkler’in son zamanlarda zaten yerlerde sürünen güvenini yeniden tesis etmek gerekir. Şimdi yığınsal olarak bu faşist girişimlerin karşısına çıkılacak mı? Çıkılmayacaksa, el Fatiha…
Bölünmeyi istediğimden değil! Bölünmeye karşı olmaya devam ediyorum… Ancak, dünya siyasi tarihi, bölünmemenin koşullarını bize gösteriyor. “Küçük hak”, “büyük halk”a güvenirse, birlikten yanadır… Güvenmezse, birlikte yaşamın olanaksızlığına inanır ve ayrılığa yönelir… Benim ya da sizin ve hatta zaten ayrılıktan yana olanların ne istediğinin, halk nazarında hiçbir kıymet-i harbiyesi, yoktur… Ve kararı da halk verir…
12’ye, beş var… Ya şimdi konuşun, veya ebediyen susun…
ÇÖKEN SİYASİ SİSTEM
Köşe yazarı arkadaşlarımdan birinin başlığı idi geçen gün: “Çöken siyaset, sistemi de çökertiyor”!
Acaba? Bana tam tersi gibi geliyor. Sanki de çöken sistem, siyaseti de sürüklemiş gibi… Lisenin son sınıfında, felsefe öğretmenimiz sevgili Mustafa Adaoğlu, bizden iki kavramın anlamını öğrenip getirmemizi istemişti: İçerik ve Kapsam…
Sistem, siyaseti içeriyor ama siyaset kapsamı belirlemiyor! Siyaset, sistemin ögelerinden biri yalnızca. Bu durumda doğru dürüst bir sistem olsa, siyaseti toparlardı, bozulmaya niyetlense bile… Bozulanı, çürüyeni barındırmazdı sistem, sistem olsa… Bence bizde önce sistem çöktü, şimdi de her şeyle beraber, siyaseti de sürüklüyor. Çünkü sistem, bir yanılsama üzerine kurulmuştu. Siz bakmayın şimdi ileri geri konuşulduğuna! Bu sistem, sistem diye kurulmuş değildir. Geçici bir süre idare etmek üzere kurulmuş, geçici bir yapıydı o… Geçilecek yer de uygun konjonktürü bekleyip, adanın kuzeyini Türkiye’ye bağlamaktı. İlham alınan kaynağı, siyasi davranmayı hiç öğrenemeyecek olan Zorlu Töre de ağzından attı ya geçenlerde…
Makul süre beklenilecek, bu arada adaya nüfus aktarımı yapılacak ve uygun konjonktürde, ilhak sağlanacaktı yapılacak bir referandumla. Fikir Türkiye bürokrasine mi bizim yönetici elite mi aitti bilmem ama her ikisinin de buna teşne olduğu son derecede açıktı! Bu çevreler ekonomiden falan hiç anlamadıkları için de varsayılıyordu ki “bu kadarcık” adamın geçimini, Türkiye o güne kadar, karşılar! Ekonomiye şuna buna gerek yoktu.
Oysa o hesap yanlıştı… Öncelikle dünya 1930’lar sonunda değildi, ufukta bir dünya savaşı görülmediğinden, herkes kendi derdinde değildi… Sonra, Kıbrıs Suriye gibi bir manda değil, BM üyesi bir devletti… Daha daha sonra, Kıbrıs Rumları, Arap değil, dünyaya pabucunu ters giydiren, dünyalı bir topluluktu… Daha daha daha sonra, Kıbrıslı Türkler, Hataylı Türkmenler gibi Türkiye’ye ilhak olmayı istemiyorlardı… Ondan sonra, Türkiye’yi yönetenler, 1938’de yönetenlerden diplomatik grado olarak çok çok aşağıda olduklarından, bütün dünya plâtformlarında altta kalıyorlardı… v.s.
Buyrun işte… Türkiye on dokuz Rum’a gene 15 milyon euro tazminat ödemeye mahkûm edildi…
Politik hedef “sürdürülemez” olduğundan, önünü ardını düşünmeden tespit edilen “ekonomik” düzeni de başımıza ha yıkıldı, ha yıkılacak…
Ulaşımı olmayan yere, 20bin turist yatağı yaparsanız; bir tek fiber optik kablo ile ve üstelik de Türkiye üzerinden dünyaya bağlanan yeri, dünya finans sisteminin dışında olduğuna bakmadan, off shore bankacılık merkezi yapmaya kalkmak gibi bir gaflet içinde olursanız: mazotla ürettiğiniz elektrikle, yerin yedi kat dibinden su çıkarıp, bahçe sulayarak, Nil ve Amazon havzaları ile rekabet etmeye girişirseniz; bütün dünya üniversiteleri bir merkezde toplanırken, dünyanın dışında bir üniversite merkezi olmaktan korkmazsanız; üstünden halkın %30’unu memur, %15’ini de emekli ederseniz, sisteminiz elbette çöker. Eğer sistem iseydi… Ki dedik ya? Değildi!
Kimse bunu konuşmuyor… Bu halde o kadar otelin ne halt ettiğini yargılayan, yok! Tarım subvansiyonları sürsün diye demediğimizi bırakmazken, kaynak konuşan yok… Herkes ucuz kredi peşinde ama kimin ödeyeceği derdimiz değil… Birkaç yıl önceye kadar, nedenin politik durum olduğunu söyleyen de yoktu…
Aydan buraya siyasetçi ışınlanmıyor! Seçmenimiz Kanada’dan, adaylarımız Uganda’dan mı geliyor? Her seçimde meclisin en az %30’u da değişiyor işte… Geçen meclisten benim bildiğim en az beş milletvekili gönüllü aday olmak istemedi… %10 yâni… Biri gelip de tüy mü konduruyor da “siyasiler”? Kimin kimden farkı var?
Bu sistemle isterseniz Bill Clinton, Tony Blair veya Barrack Obama’yı getirin, olacağı gene budur…
EKONOMİK KRİZ VE ALAMUT KALESİ…
Hafta sonu gazeteleri, siftah etmeden kapatan esnaf haberleri ile doluydu. Varsayım, geliri düşen memurun, ki dünya üstündeki tel örnek olarak, memur kitlesi, çalışanın en önemli kesimini oluşturan bir ülkedeyiz, daha ucuz olduğu için, alış verişini güneyden yaptığından dem vuruyordu.
Yıllar önce ilk yazarlık deneyimimi yaparken, Yeni Düzen’de yazdığım bir yazı geldi aklıma şimdi. Arşive bakan bulur… Özal’ın paketinin geldiği günlerdi. “Bu kadar insanın devletten maaş aldığı bir ekonomi olur mu?” Demiştim… O gün, zamanın ünlü bakanlarından biri beni arayıp, ekonomi cahili olmakla suçlamış ve modern kalkınmış ülkelerde artık, kol gücünün değil, hizmet sektörünün ön aldığını söylemişti. Tabii, besbelli ki ülke nedir, ekonomi nedir, hizmet sektörü ne anlama gelir gibi gereksiz sorularla kafasını yormakta değildi sayın bakan… Bir yerden duymuş bir şey, söylemekteydi… Ona göre biz o günlerde hizmet sektöründe çalışanların oranı açısından İsviçre’yi geçmiştik… Ekonomimizin geçmesi de artık an meselesiydi. Biz taş koymazsak tabii… Vatan hainleri… Tabii devlet memuru ile hizmet sektörü denilen şeyin bambaşka şeyler olduğunu, kimden vergi alıp da memurunu ödeyeceğini sorduğumda da beni tehdit eder gibi konuşup, telefonu yüzüme kapadıydı… “Üsdüne vazife olmayan şeylerle uğraşma be çocuk da seni yaşatmayız bu memlekette” türünden lâflar… Gerçekten de yaşayamayıp, göçtüydüm…
Dostları ilə paylaş: |