SORUN:
Kuzey Kıbrıs'ta ulaşım, telekomünikasyon, su ve elektrikte altyapı yok. Üstelik bunların planlaması yapılmamış
Enerji ve işgücü maliyetleri çok yüksek.
Dış finansmana ulaşmak mümkün değil. O yüzden finansman maliyetleri baş ağrıtıyor.
Kamu, verimsiz ve hantal.
Kıbrıs'ta ara eleman sıkıntısı tavan yapmış. Eleman sıkıntısı sistemi tıkıyor.
***
ÇÖZÜM:
Turizm, ada için büyük bir potansiyel.
Etkin bir biçimde değerlendirilmeli. Acilen "Stratejik Plan" hazırlanmalı. Nitelikli eleman ihtiyacının karşılanması için Turizm, Çevre ve Kültür Bakanlığı ile üniversiteler işbirliği yapmalı.
Turizmde önce bölgesel, arkasından küresel tanıtım ve pazarlamaya yönelmek şart.
KKTC'nin coğrafi özelliklerini dikkate alan yatırım ve teşvik sistemine ihtiyaç var. Eko turizm, su altı arkeolojisi, marina ve yat turizmi gelecek vaad ediyor.
7 üniversitede 55 bin öğrenci okuyor, üniversitelerin nitelik düzeyini daha da geliştirecek bir "Master Plan" oluşturulmalı.
Adada girişimci yok. Kamu, girişimciye ekonomik destek vermeli.
İhracata teşvik politikası gerekiyor. Bu, ekonomik büyümeyi destekler. Yeni iş olanaklarının doğmasına olanak sağlar.
İzolasyonlar ve yüksek işgücü maliyetleri ekonomik gelişimi engelliyor. Bunlara hassas olmayan sektörlerde yatırım yapılmalı. “
Elbette ne raporun sahipleri ve ne de sayın yazar, “ulaşım, telekomünikasyon, su ve elektrik altyapısının nasıl iyileştirileceğini, dış finansmana nasıl ulaşılacağını, enerji ve “işgücü” maliyetlerinin nasıl düşürüleceğini, belirtmemişler. Bizim iş dünyamızın da desteğini sunduğu raporda benim gördüğüm, bazı sektörlerin “teşvik”e ihtiyaç duyduğunun ilânı ile, yatırımcıya devlet desteği talebi! “Yatırımcıyı destekleyin, ücretleri düşürün!” Talep bu… Bu son derecede doğal… Ama acaba, yeter mi? Dünya ticaret sisteminin, finanas sisteminin, iletişim sisteminin, ulaşım sisteminin, bilişim sisteminin, entelektüel sisteminin dışında, küçük bir adanın yarısına sıkışmış, ikiyüz bin kişilik bir ekonomi, salt ücretleri düşürüp, “yatırımcıyı desteklemek”le, yürütülebilir mi?
Yatırımcıyı devlet güvencesine alıp, işgücünün ellerini bağlayarak, hatta daha da ileri gidip, sanki de bizim geçen gün ileri sürdüğümüz iddiayı doğrulayıp, “üçüncü ülkelerden gelenlere, farklı asgari ücret” uygulayıp dünyadan daha da kopup içe kapanarak, böyle küçük bir ekonomi ayaklarının üstüne doğrulabilir mi? Ve hatta artık İkinci Dünya Savaşı günlerini yaşamadığımızı sarfı nazar ederek, içe kapanmayı şanssız bir biçimde, Taiwan ile özdeşleştirerek, içte de tek kutuplu, demokrasiyi rafa kaldırmış bir sistem önererek, böyle bir ekonomi varlığını sürdürebilir mi?
Okur da olamayacağının farkında ki yazısını şöyle bitiriyor:
“Diyeceğimiz şu:
Kıbrıs'ın Kuzeyindeki yatırımcı çözüm bekliyor.
Çözümün adresi: Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Birliği (AB).
Bu sebeple vatandaşlar, "Kesinlikle çözüm, çözüm, çözüm" diyor.
Başka çıkış yolu yok...
Çözüm, tarafların karşılıklı el sıkışması.
Mülkiyet sorunu çözülürse Kıbrıs sorunu da çözülür!..
Bizden aktarması.”
Her ne halse, biz burada deniz içinde yüzüp de denizin varlığının farkında olmayan balıklar gibi yaşıyoruz.
İçimizden biri bize denizi anımsattığında da canımız sıkılıyor. Dışarıdan bakan birinin görüşlerini aktarayım dedim bugün… Belki işe yarar!
ÖFKE İLE KALKAN…
Kıbrıs Sorunu’nda düğümlerin tarağa gelme ihtimalinin olduğu önümüzdeki aylara girilirken, Kıbrıslı Türkler ile Türkiye hükümetinin, tarihlerinin en kötü durumunu yaşıyor olmalarını, meseleyi soğukkanlı düşünen kafalar, algılamakta güçlük çekiyorlar. Özellikle Türkiye Başbakanı sayın Erdoğan’ın yanlış bilgilendirilmeye dayalı olduğu izlenimi veren keskin çıkışından sonra ortaya çıkan kriz, etkisini sürdürüyor.
“Yanlış bilgilendirme” diyorum çünkü, meydanda Rum olmadığı gibi Türk bayrağı da vardı, alındığı pankartlara itiraz da… İtiraz hem meydandaki kitleden ve hem de kürsüden dile getirilmişti. Kıbrıs bayrağı şu bu meselelerine girmeyeceğim. Ama sonuçta üç beş provakatörün sebep olduğu durum, birilerinin başbakana mitingin yalnız göstermek istedikleri kısmını gösterdikleri anlamına gelir. Aksi durum, burada konuşulan, Türkiye’nin Kıbrıs konusunda tavizler vermeye hazırlandığı ve şimdiden bunun yolunun yapıldığı iddiasının, daha çok dillendirilmesine neden olacaktır.
Bir haftadır devam eden süreç, akıl yolu ile sonlandırılmazsa, bundan herkesin zarar göreceği açık! Ne var ki ben ilk defa, Türkiye basınında, tv’lerinde, “bu insanlar başka bir tarih yaşadı, farklı bir kimliğe sahipler” denildiğini duyuyorum ki bu bile bir şeydir.
Kıbrıs’ın kuzeyindeki ekonomik, politik ve hatta sosyal sistemin, yapısal kusurlar taşıdığını kabul etmeyen yok! Zaten “dünya ile yüzleşme” iddiası da bunun için ileri sürülüyor yıllardan beri. Çünkü bu “yapı”nın nedeni, dünyadan kopuk bir mandrada, tek başına yaşayarak, dünya değerlerini aşıp; dünyada değer olmayan değerleri, değer haline getirmiş olmaktan kaynaklanıyor. Elbette ki dünya üzerinde, nüfusa oranla bu kadar memuru olan bir başka sistem yok! Elbette ki dünya üzerinde, iş ararken, kendi özelliklerinizin ötesinde bir siyasi partiye yamalanmak fikri, bizden başka kimsenin aklına gelmiyor. Elbette ki dünyada, yatırım yapacak yatırımcıya, devletin arazi vermesi gibi bir uygulama yok! Elbette ki yeryüzünde, ev, arsa, tarla, bahçe edinmenin yolu, çalışmak ve tasarruf etmektir; bizdeki gibi parti delegesi olmak değil… Elbette ki dünyanın hiçbir ülkesinde, politikacı oy isterken seçmene ev, iş, tarla, bahçe, kredi vaadinde bulunmaz… Elbette ki dünyada hiç kimse üretmediği bir değeri talep etme cüretini aklından dahi geçiremez… Elbette, elbette, elbette…
Ancak… İki şey unutulmamalıdır…
Bir: Bu düzeni kuran, tek başına Kıbrıslı Türkler değildir… Uzun yıllar TC büyükelçisi, bakanlar kurulunda oturmuştur… Yapılan her icraattan, bire bir, Türkiye’nin haberinin olması icap eder…
İki: Ürettiğini satamayan bir ekonominin, ayakları üzerinde nasıl durup da üretime devam edebileceğini; dünyadan izole ve sınırlı ulaşım yollarına sahip bir ekonominin nasıl turizm yapacağını, bir tek fiber optik kablo ile dünyaya bağlanan bir ekonominin nasıl serbest liman, üniversite, off shore bankacılık yapabileceğini, biri bize anlatmalıdır.
Yoksa elbette ki yapısal sorunlar vardır ve bunlar çözümlenmelidir… Kim buna karşı çıkıyor ki?
Ama sadece tasarrufla, zaten canı çıkmış üretimi küçültmekle veya Türkiye’den buraya sermaye aktarmakla, bu çıkmazın aşılacağını hayal etmek, aklın yolu değildir. Çünkü, o sermaye de sonuçta buranın politik koşullarının kendinin elini kolunu bağladığını görecektir. Türkiye üzerinden dünyaya açılmak, çare olsaydı; bize olurdu… Maliyetleri yükselttiği için rekabet şansınızı düşüren o seçenek, sonunda Türkiye sermayesinin de boğazına oturur!
Hesap, “ben oraya yerleşeyim; sonra da bırakayım çözüm olsun, AB içinde yatırımım işletmelerim olur “ ise, o başka tabii… Ama o noktadan sonra Kıbrıslı Türkler ile Türkiye ilişkileri hangi boyuta varır? Onu da kestirmek zor…
Uzun lâfın kısası: Oturup ağızlı yüzlü konuşmak zorundayız. Yoksa öfke ile kalkan, zarar ile oturacaktır…
ÖLÜMCÜL KİMLİKLER
Son zamanlarda Avrupa’da ve Orta Doğu’da çok güncel olan bir yazar var: Amin Malouf… Malouf, Lübnanlı, Hristiyan bir Arap… Kıbrıs’ın güneyinde yaşayan, Gazze’li bir Arap arkadaşımdan öğrenmiştim adını… Kimlik ile ilgili çok önemli bir kitabı var: Identity… Önce İngilizce’sini verdi bana o arkadaşım, okudum… Sonra da Türkçe de yayınlanmış olduğunu öğrendim: Ölümcül Kimlikler… Onu da okudum…
Malouf bir Arap… Ama Hristiyan… Üstelik Fransızca bir eğitim almış olduğundan, kendini Fransız gibi de hissedebiliyor. Ninelerinden biri de Türk! Osmanlı zamanından… Ailesinde Müslümanlar da olduğu için, ve zaten islamın dili Arapça olduğundan, İslamiyetle de ilişkili bir Hristiyan Arap ki eserlerini Fransızca yazıyor… Lübnan savaşı bu bakımdan kendisine çok ağır geldiğinden, orayı terk etmiş, Fransa’da yaşıyor… Adını andığım kitabında, “Güney Amerika’dan Semerkant’a kadar, insanların tümüyle ortak değerler taşıyan bir kimliğe sahibim” diyordu, ki haksız da sayılmaz…
Identity’de, böyle bir kimliğin sahibi olarak, göçmen işçi sorununu kimlikle birlikte ele alıyor. Bence mutlaka okunması gereken bir kitap… Özellikle başka bir yerde doğup, hayatını başka bir ülkede sürdürmek zorunda kalanlar açısından. “Göçmen” diyor, “yurdunu terk ederken, geride bıraktığı anılarına, akrabalarına, yurduna karşı kendini suçlu hissederek gider. Uzun zaman bunun acısını yaşar… Bu acıyı gömer, yeni geldiği toplumla özdeşleşmeye çalışır. Kendine yeni toplumuna uygun bir lâkap uydurur meselâ! O toplumdan sıkı dostluklar edinmeye çalışır… Yerel aksanla o dili konuşmaya çabalar… Yeni toplumunun popüler işlerini yapmaya çalışır… Ama her ne yapsa, yeni toplumu ona kendilerinden olmadığını yaşamının her anında hatırlatır. Cildinin rengi farlıdır, aksanı hiçbir zaman yereli yakalayamaz, hayatının başından beri oluşturduğu alışkanlıkları sağdan soldan pıtrak gibi kendilerini gösterip, onu yabancılaştırırlar… Adı farklıdır, lâkabı hiçbir zaman tutmaz… Bulunduğu toprağın tarihine yabancı olduğundan gelenekleri ile uyum sağlayamaz v.s. Bunu fark edince, yâni asla ilk kuşakta özümsenemeyeceğini kestirince, bulunduğu yere de düşman olur ve o derindeki suçluluğu meydana çıkarıp, eski memleketine öykünmeye başlar. Kendisi bir cenneti terk etmiştir sanki. Eski memleketinden ayrıldığı andaki bütün değerler, ona mükemmelmiş gibi görünmeye başlar… Ve dönüp, onlara sarılır… Oysa aradan geçen zamanda, kendi eski memleketinin değerleri de değişmiştir. En sonunda bir gün, eski ülkesine bir ziyaret yapabileceği maddi koşulları oluşturup da geri döndüğünde, bir de bakar ki, artık orda da yabancıdır! Eski ülkesi ile de uyum sağlayamaz! Kendinin kökü sandığı toplum da değişmiştir… Göçmen, ilk kuşakta bu hayal kırıklığı ile yaşar. İkinci kuşaktan itibaren, yeni memleketine uyum sağlamaya başlar… Bunun için, birkaç kuşak geçmesi gerekir…”
Bunu yazan, Fransızca eğitilmiş, Hristiyan bir Arap’tır ki Fransa’da yaşıyor… Onu ilk okuduğumda, İngiltere’de yaşayan iki kardeşim geldiydi gözlerimin önüne… Evrensel bir mesele demek ki bu… Bilindiği gibi, şu anda dünya üzerinde 500 milyon göçmen işçi yaşıyor. Dünyanın en büyük uluslarından bile kalabalık… Yeni ülkesinde yabancı; eskisinden de kopmuş! Evrensel bir sorun bu… Çünkü ikinci kuşaklar da genellikle, yeni toplumun periferinde kalıyorlar. Küçük bir azınlık, asimile olmayı başarıp, o ülkede tutunuyor… Yüksek bürokrat, milletvekili, işadamı v.s. oluyor… Ötesi, olduğu yerde kalsa vay; geri dönse daha da vay… Ne yeni olabilmiş, ne eski kalabilmiş… Çünkü arada eski de değişmiş…
Amin Malouf’u herkese tavsiye ederim, bize çok yararlı olabilecek bir kitaptır: Ölümcül Kimlikler…
Bütün bunları neyin üzerine yazdım?
Anlamak için feraset gerekmiyor ama eminim ki sizde o da var…
PARADİGMA’NIN SONU
Paradigma, kısaca herhangi bir alanda yerleşik yazılı ve yazılı olmayan tüm kurallara ve uygulamalar bütününe verilen bir isimdir. Paradigma bir başka deyişle bir modelin, bir bakış açısının, kavrayış ve anlayışın adıdır. ( Dr. Çetiner.) http://www.searchqu.com/web?q=paradigma nedir&hl=tr&page=1&lr=0&src=hmp
Ciddi bir felsefik ve teorik zorlanma olmadan, bir paradigmanın içinde yaşayıp da onun değerlerini reddetmeniz mümkün değildir. Farklı ideolojilere sahip olup, ayni paradigma içinde bulunmak, olasıdır .
Hiç bir paradigma, sonsuza kadar yaşamaz. Her tarihsel dönem, insanların zihniyetinde yazılı ve yazılı olmayan kuralları ile bir düşünce biçimi geliştirir. İnsanlar, o düşünce doğrultusunda davranışlarına ortak bir eksen bina ederler ve o şekilde davranırlar. Sonra gün gelir, değişen koşullar, yaşamın koşullarını başkalaştırır. Paradigma ölür. Oysa eski koşullara göre şekillenmiş insan zihninde, paradigma bir süre daha yaşamaya devam eder. Çünkü tecrübe ile oluşturulmuştur, doğruluğundan hiç şüphe duyulmamaktadır ve ortalama insanın güvenlik ihtiyacının cevabıdır. Ta ki yeni yaşamın gerçeği, balyoz gibi tepelerine insin. İnsanlar, yıllar içinde oluşturdukları düşünce biçiminin “artık” yanlış olduğunu fark edince, kendilerini güvenlik içinde hissetmezler, gelecek kaygısından paniğe düşerler.
Bizim egemen paradigmamızın ölümü, ta bankalar krizinde başladı, Annan Planı günlerinden gelişti. Ve sanıldı ki “statüko” Denktaş ile UBP’dir Ne var ki sınıflı toplumda, egemen olan bir paradigmaya paralel olarak, bir de Alternatif Paradigma vardır. O toplum düzenine karşı olanların, kendi alt paradigmaları! Kendi “karşıtlıkları”nın onlarda yarattığı bir düşünce ve davranışlar bütünü. Bizim adına ister “sol” diyelim, ister “alternatif” paradigmamız da deyim yerinde ise“cızlamı çekmiştir”! Toplumda olduğu gibi sol içinde de Lenin’in ünlü deyişi ile “yönetenler eskisi gibi yönetemediği gibi, yönetilenler de eskiden olduğu gibi yönetilmeyi istememektedirler.” Ortalama insan, düşüncelerini yaşadığı deneyimlerle kendi tecrübesinden üretir. Oysa sol hareketler, ilericilik iddialarına uygun olarak, kendi konumlarının üstüne çıkıp, durumu kuşbakışı irdeleyip, dünya bilgi birikiminin süzgecinden geçirdiği yerel koşulları yorumlayarak, her gün yeni düşünceler, politikalar, ideoloji üretemezse, bunu her gün yeniden yapamazsa, zaten sol olmaktan çıkar, başka bir şey olur. Sol da paradigmasını, 1970’lerde oluşturduğu için, şimdi hem dünyanın, hem Türkiye’nin, hem de adamızın “başkalaşmış” koşullarında, “yabancılaşıyor”!
Yeni sağ paradigmayı, orta sınıflar bu oluşmakta olan yeni koşullar içinde deneyip yanılma yoluyla oluşturacaklardır. Hayatın içinde…
Yeni sol paradigma ise yaratılmaya muhtaçtır, çünkü yaşadığımız düzen sol bir yaşam biçimi değildir ki kendiliğinden oluşsun! Öte yandan, sağ bir paradigma ile de solcu olunamıyor… Bence sol cenahta, asıl şimdi konuşulması, tartışılması ve üretilmesi gereken budur… Solda yapılması gereken, yeni politikalar, yeni bir ideoloji ve giderek yeni bir alternatif paradigma üretmektir. Marx’tan başlayarak, Lenin’den, sosyal demokrat önderlerden, Troçki’den, Gramsci’den geçip, Althusser’de biten bir dizi teorik argüman gösterebilirim. Frankfurt Okulu’na dalıp, Eleştirel Teori’nin kıvrımlarına dalabilirim… Ama nereye gidersem gideyim, okur bilmelidir ki iş, “solcu olmak için, sol teori sahibi olmak ve bunu her gün yeniden üretmekten geçer”… İster Marx’ın Alman İdeolojisi’ne bakınız, ister Lenin’in Ne Yapmalı’sına… Keyfiniz isterse Devlet’in İdeolojik Aygıtları’nı hatmediniz, beğenmezseniz Gramsci’nin Mapusane Mektupları’nı okuyunuz… Eleştirel Teori’ye dalınız yahut da… Hepsinin de dediği, “sol olmak, teori üretmek ve yeniden üretmektir”! Her gün… Sorun, belli bir paradigma içinde sunulan bir karşıt politik projenin, o paradigmanın ölmesi sonucu, anlamsızlaşmasından ibarettir.
Zor mu? Evet zordur… Ancak, sadece adalet talebi, Spartaküs’ten, İran’daki Mazdek Ayaklanmalarından, Osmanlı’daki Şeyh Bedrettin İsyanı’ndan beri bilinir ama her zaman yenilmeye mahkûmdur.
RUMLAR GERİ GELİYOR!
İstanbul Rumları, geri dönüyorlarmış! Kendi hesabıma iyi ediyorlar diye düşünüyorum. İstanbul’un tekrar İstanbul olmasına, mutlaka katkıda bulunacaklardır. İsteyen istediği kadar kızsın köpürsün, Rumlar olmadan İstanbul, İstanbul olamaz… İsteyen istediği kadar karşı çıksın, kaşık kaşık profiterol götürmeden, bunun İstiklal Caddesi’ndeki İnci Pastanesinin sahibi Rum madamın bir spesiyalitesi olduğunu hatırlasın, önce…
O önünde her bakanın huşuya kapıldığı Ayasofya’yı, İstanbul Surları’ı, gençliğimizde bizim Ferdi Sabit’in üstüne çıkıp nutuklar attığı Milenyum Taşı’nı, o bildiğiniz Çemberlitaş’ı kimin yaptığını unutmasın… Gecenin geç vakti, eski bir Türk filmi yakaladığında kanallardan birinde, görüntü yönetmenine dikkat etsin: Kriton İliadis… Üşenmesin, nette var; açsın Yorgo Bacanoz’un Sultaniyegâh Saz Semaisi’ni, “Türk Sanat Musikisi” denilen İstanbul müziğinin tadına varsın… Ağır gelirse, üstadın Halâ Kanayan Kalbimde isimli şarkısını veya Deniz Kızı Eftalya’nın Çamlar Altında’sını da tavsiye ederim… Yazın Youtube’un aramasına, hemen karşınıza çıkar… Atatürk’ün de çok sevdiği ve dinlediği bir şarkıydı…
Öğrenciliğimde, bir akşam üstü, İETT otobüsü ile eve dönüyorum. Tam Unkapanı köprüsü üstünde, yanımda oturan baba; kucağındaki küçük oğlunun kulağına fısıldıyarak bir şeyler anlatırken, parmağı ile de Galata Kulesi’ni gösteriyor. Kulak kabartınca baktım ki Rumca konuşuyor! İstanbul Rumcası de Türkçesi gibi, Elence’nin en rafine ağzıdır. Dayanamadım… Adama: “Neden oğlunuza şehrin tarihini rahatça anlatmıyorsunuz?” dedim… Yüzüme şaşkınlıkla baktı… “ Herkes de sizin gibi değil ki!” dedi… Bin yıldır yaşadığı şehirde, kendi dilini konuşmaktan korkan bir insan!
Çok ağır geldiyse verdiğim örnekler, Türk futbolunun ordinaryüsü Lefter’i düşünün… Şimdi belki unutuldu, İstanbulspor’un yıldızı Kasapoğlu’nu anımsayın… Beşiktaş’da ve milli takımda ter döken Niko’yu… Fedon gelsin aklınıza, Fedon… İşte size bir İstanbul Rum’u daha…
Dönüyorlarmış… İyi ediyorlar…
Beyoğlu, gene Beyoğlu oluyor demek ki…
Delikanlılığımda Kıbrıs’ı özlediğimde, vapura atlayıp kendimi Girne’de hissetmeye koştuğum Büyükada, gene Büyükada olacak herhalde… O zamanlar, Girne de o kadardı işte… Marko Melkon’u hatırlamazsınız değil mi? O da söylerdi Çamlar Altında’yı… Bizim kuşak çok iyi hatırlıyor olmalı, Büyükada’nın Dil Burnu’ndaki çamlardır o çamlar ki Yunan İç Savaşı’na katılan Mihri Belli, Yunan gerillalardan bazılarının, dağda o şarkıyı mırıldanıp, soğuktan titreştikleri kış gecelerinde “Vay senin çamlar gibi ananı…” diyerek, küfrettiklerini anlatır…
Aslına bakarsanız, Lozan’da mıdır, sonradan ya da önceden iki ülke arasında yapılan “mübadele” anlaşmasında mıdır, İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türkleri, güya yerlerinden edilmemişlerdir ama sanki de iki devlet tarafından rehin alınmışlardır. Her iki devlet de bunlara hep ötekinin beşinci kolu olarak bakmış, biri kendi rehinesinin ümüğüne çökerken, öteki de kendisininkinin boğazını sıkmıştır. İlgi duyanlar bilir ki “mübadiller” de gittikleri “anavatan”da, horlanmış, aşağılanmış, Yunanistan’da Elence’yi, Türkiye’de Türkçe’yi öğrenemeden, bir nesil gerçek vatanının diliyle ağlaya ağlaya ölmüştür. Yunanlı bir arkadaşımla konuşuyordum bir gün! Atina’dan bahsederken, sürekli “town” deyip duruyor… Neden dedim? Yanıt. “Sen olsun bunu sorma… “City” İstanbul gibi olur… Bu kasabadır işte…” Ninesi Antalya göçmeniymiş… Bana sorup duruyordu: “Gerçekten de Adalia dünyanın en güzel yeri midir?” Vallahi bana göre de öyledir!
Yunan kültüründe de İstanbullu demek, en üst seviyede kültür sahibi olmak demektir, biliyor muydunuz? Ama bir yandan da Yunan “kıro”luğu, İstanbullu’yu, Türk tohumu diye aşağılayarak, kendi kaba sabalığını telafi eder…
İstanbul Rumları, dönüş yolundaymış… İyi… Belki artık her iki ulus devlet, eski çamların bardak olduğunu anlar da batı Trakya Türkleri de rahat ederler… Ve belki de biz de!
SAĞDA İŞBİRLİĞİ
Ahmet Yönlüer’i, Din İşleri Başkanlığı esnasından tanıdım. Önceden sadece adını biliyordum. İstanbul’daki İslâm Konferansında, zaman zaman tartışarak, iyi bir ekip olmuştuk. Dönüşte uçakta anlattığı fıkraları da unutmadım. İşin doğrusu, o günkü Ahmet ile kavga da edilir ama iş de yapılırdı. Sonradan, hiç üstüne elzem olmayan işlere kalkıştı, iki camii arasında beynamaza döndü. Eski partisi ile arası açıldı, yenisi ile yıldızı barışamadı, kendi kurduğu da hayır edemedi ki edemezdi; Bu günlere geldik. Aslında Din İşleri Başkanlığı’na yani müftülüğe yazık etti… Orası tam yeriydi…
Geçen gün Facebook’ta şakalaşırken, “ bizi bıraksaydılar neler yapardık ama koymadılar ki Nazım’ım…” gibi bir mesaj attı bana… İstanbul’daki konferansı kastediyordu! Gerçekten de altını üstüne getirmiştik. İki deli bir olunca diye bir darb-ı mesel var ya? “Bizi istemediler napalım?” deyip geçtim ama “biz de rahat durmadık ki be Ahmet” diyemedim…
Dün, yağmur fırtına… Ben gene Karpaz yollarında… Be aşkın esbab-ı mucibesini de yakında yazacağım… Yoksa millet Allah bilir neler yakıştırır! Arabanın camlarını kapamışım… Yağmur kırbaç gibi şaklıyor ön camda… Yolda bazen küçücük, bazen kocaman gölcükler… Radyo’da Ahmet Yönlüer’in sesi… Gürül gürül gürlüyor gene… Bütün sağı, DP çatısı altında toplanmaya çağırıyor…
Yılbaşı gecesi, Serdar Denktaş’la konuştuklarımızı hatırladım, Ahmet’i dinleyince… Onunla dostluğumun çok daha eskiye dayandığını, okur biliyor… Benimle paylaştığı şeylerin değerini hep verdiğimi de herhalde kendisi de kabul eder… Serdar, bence Kıbrıs siyasetinde hep olması gereken bir figürdür. Soyadından dolayı değil, liberal fikirlerinden ve yurtseverliğinden ötürü… Soyadı, ailesinin çok uzun yıllar taşıyacağı bir onurdur elbette ama rahmetli ağabeyinin söylediği bir lâf vardı ki tarihi değerdedir: “Kıbrıs’ın küçücük siyaset sahnesi, iki Denktaş’a dar gelir…” Baba bana alınmasın… Yönlüer, “Ölüsü %10 alan DP” diyor ve ötekilerin tümünün baraj sorunu olduğunu söyleyip, birleşilecek adresi gösteriyor. Ahmet, bence de haklıdır ama Denktaşofobia’yı ne yapalım?
Bu aşureden, en az beş tane parti başkanlığı hırsı ve talebi olan, hiç değilse, üç tane Dışişleri Bakanlığı talep eden değerli dostumuz çıkar ki, bunların etini ayni tencerede kaynatmak mümkün müdür? Doğrusu bilemem… Bir de Türkiye ile daha doğrusu AKP ile ilişkiler meselesi var ki Yönlüer benden iyi biliyor…
Siyaset, özünde düşünce ve inançla yapılan bir iştir… Bizdeki esnaf takımını bir yana bırakın, insanlar genellikle siyasetle uğraşmaktan zarara uğrarlar! Maddi, manevi… Çocuklarınızı, eşinizi ihmal eder, refah düzeyinizin aşağa çekilmesine katlanır, bir dostumun deyişiyle “deli guvvatı” ile , kapı kapı koşturursunuz. Ama en sonunda siyaset, oldukça egoist, subjektif, bazen da gereğinden fazla duygusal bir iştir de… Ahmet Yönlüer’in çağrısı, bu noktada sorulara yol açıyor…
Evet, gerçekten de ÖRP’nin geleceği yoktur… Avcı’nın ayakları yere basmalı… Yönlüer’in HİS’inin hiçbir şansı yoktur, evet… O zaten “Boyumun ölçüsünü aldım” diyor… Tahsin Ertuğruloğlu’nun kuracağını açıkladığı partinin de bunlardan farkı olacağını sanmaması lâzım… Konuk’un Çınar Partisi’ini, Hasipoğlu’nun adını unuttuğum partisini, İrsen Küçük’ün TAP partisini, Enver Emin’in gene adı şanı kalmamış partisni hatırlarsa, benzer maceraların takipçilerinin vardığı yer, kendisine iyi bir kılavuz olabilir. Ahmet Yönlüer haklıdır…
DP’nin bile örgütünü benim beğenmediğimi bilen bilir ama ortada örgüt olarak bir tek onlar var… Ancak…
Tahsin Ertuğruloğlu veya Turgay Avcı’nın, Serdar’ın başkanlığını kabul etmelerini istemektense, dinlerini değiştirmelerini talep etmek, herhalde daha az fenalarına gider… Onun da kendi kurduğu ve tek başına %10 oy çıkardığı örgütü, berikilere teslim etmesini, herhalde bekleyemezsiniz…
SAYIN DAVUTOĞLU’NA
Türkiye Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “O pankartı gördüğümde, nerede hata yaptık diye düşündüm” dedi… O düzeydeki bir beyinden, tam da beklenen… Bir süre önce bir yazımın sonunda, “Kıbrıs sorumluluğunu da Davutoğlu’na verin” demekle, doğru bir tespit yapmışım…
“Hata yaptığınız” noktayı, izninizle söyleyeyim sayın bakan:
Gerek Türkiye’yi yönetenler, gerekse onların etkisi ile Türkiye halkı, bir türlü buranın başka bir memleket, burada yaşayanların da “Başka türlü bir Türk” olduğunu anlamak istemediniz… Hata budur…
Bunu, anlıyorum ama hatalı. Çünkü, Türkiye Cumhuriyetini kuran irade ve seksen senede oluşturulan paradigma, sürekli farklılığın bölünme nedeni olacağı korkusu ile yaşadı. Taner Akçam bir kitabında, “Türkiye Cumhuriyeti, bir korkunun üzerine kurulmuştur. Milli marşı bile, ‘korkma’ diye başlar” der… Balkan Savaşı’ndan başlayarak, cumhuriyetin ilk on yılına ve hatta Hatay’ın geri alınmasına kadar geçen süre, Anadolu’da yaşayan Türk halkının ve Rumeli ile Kafkasya’dan gelen göçmenlerin, bırakın bir devleti, vatansız kalma korkusunun da zeminini oluşturur. Bundan dolayı, “kaynaşmış bir kitleyiz” söylemi, yalnız devletin değil, vatanın da elde tutulabilmesinin alt yapısını oluşturmaktaydı. Bu bakımdan, kendine Türk diyen, Türklük için savaşan ama “ben farklıyım” da diyen bir topluluk, Türkiye cumhuriyet paradigmasında, kuşku yaratmaktadır. Anlıyoruz…
Ancak fark, somut bir şeydir… Kaynağında, 1878’den itibaren farklı tarihler yaşanmış olması yatar. Dialekt’ten tutun, sosyal yaşamın standardından tutun, geleneklerin bir kısmından geçin, demokratik teamüllere gelin, farklıyız… Örneğin Anadolu’da devleti ordu kurdu… Burada halkın bütünü on bir yıl savaşarak, kendi kurdu… Örneğin buradaki sendikal gelenek, sömürge yönetimi altında bile, savaş koşullarında askeri inşaatlarda grev yapabilme geleneğinden geldi; Türkiye’de bugün bile o düzeyde bir demokrasi yok! Örneğin öğretmen sendikaları, Kıbrıs’ta milli mücadelenin örgütsel eksenini oluşturduğundan dolayı, en üst düzeyde bir saygınlığa sahip; Türkiye’de öğretmenler bugün bile sendikasız… Örneğin burada, ûlema İngiliz işbirlikçiliğini sürdürdüğü için, 1913’te medreseler öğrenci bulamadığından kapandı, onların da hiçbir saygınlığı kalmadı. Henüz Osmanlı idik… Kadiri Tekkesi 1915’ten beri kayıp… Mevlevi Tekkesi, 1930’lardan beri bir tür müze… Bektaşi tekkelerini de siz kaybediyorsunuz… Mevlâna Şeyh Nâzım-ı Kıbrısî El Hakani’nin her milletten müridi var ama Kıbrıslı mürid bulamıyor… Sizse buraya külliye yapmaya çalışıyorsunuz!
Örneğin Kıbrıslı kadınların başları, 1930’lardan beri açık… Köylerde kalıp ya da İslami gerekçelerle başını açmayanların başörtüleri, 1958’de Türkiye’den derin devletin gönderdiği Celal Hordan’ın yönettiği Gençlik Teşkilatı tarafından, Lefkoşa sokaklarında, başlarından zorla alınıp yırtıldığı için, başını örten kadın kalmadı… Siz bize maneviyattan bahsediyorsunuz!
Örneğin, Türkiye’nin de inkâr edilemez çok büyük katkıları ile Kıbrıs’ta okullaşma düzeyi nerdeyse %100; toplumun %70’e yakını üniversite mezunu… Herkes bir yabancı dili çok iyi, bir başkasını da derdini anlatacak kadar biliyor. Herhangi bir Avrupa ülkesi ve özellikle İngiltere’de en azından bir evi (yani akrabası) olmayan kimse yok! Herkesin cebinde, üç pasaport var: Kıbrıs Cumhuriyeti, KKTC ve Türkiye… Toplumun nerdeyse %30’u bir de dördüncüyü taşıyor: İngiltere… Kıbrıs doğumluların tümü, iki vatandaşlığın sahibi: KKTC ve Avrupa Birliği… Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı da olunabiliyor ama çok geç! Orada fırsatını bulanın duraksamadan alacağı, AB vatandaşlığından sonra…
AB vatandaşlığından dolayı, çocuklarımızı bir Avrupa ülkesinde okutmak, Kıbrıs ve Türkiye’de okutmaktan çok daha ucuz bugün…
Hiç mi farkımız yok?
Ne var ki biz Kıbrıslı da olsak Türk’üz ve Türkiye ile duygusal, tarihsel, etnik, kültürel, sosyal, politik, stratejik bağlarımız var. Ama bu kadar da farkımız var! Hatanız, oradaki egemen paradigma dolayısıyla, bizi de ille kendinizle homojen bir kitle yapmaya çalışmanızdır. Bütün yanlışların temelinde bu yatıyor…
SOL VE SEÇKİNCİLİK
Kaç gündür, Türk Solu ve dolayısıyla bize de arız olan bir hastalığı yazmayı düşünüyorum, bir türlü fırsat çıkmadı…
Temelde halkın cahil, eğitilmesi gereken bir kuru kalabalık olduğu varsayımından hareket eden bu yanlış yaklaşım, bir yandan ta Fransız İhtilâli’nden, August Comte’un Pozitivizm’inden neşet alıyor. Gerçeğin sırrı pozitif bilimin tekelindedir. Bir biçimde bir diploma edinmiş olan her kim varsa, elbette ki o gerçeği bilmektedir. Bilmeyenlere anlatmaya hem yetkilidir ve hem de adeta tanrı tarafından görevlendirilmiştir!
Ayni fahiş hatanın ikinci kaynağı ise kulaktan dolma Marxizm’dir… Çünkü Marx, kendisi ile bütün diğer düşünürler arasına bir sınır koyar ve kendinden başka tüm düşünürlerin, idealist olduklarını ve yöntemlerinin de metafizik’e, Türkçe söyleyelim, mantıksız bir hurafeciliğe dayandığını söyler. Doğru olan dialektik yöntem ile gerçeğin sırrının maddede olduğuna inanan materyalizm’i ilk defa kendisi birleştirmiştir. Elbette bu doğrudur ama ona göre, bütün insanlık tarihinde bir ilk olan kendi yaklaşımının, politik sonuçlarına da ulaşıp, insanlığın kurtarılabilmesi için, her şeyden önce, materyalist bir “bilinç” oluşturulması, edinilmesi gerekir. Toplumun evrilmesi için, kendiliğinden gelişmelerin beklenmesi ile yetinilmesi gerekmez! Ayrıca o “ sınıf bilinç”ini edinen ilericilerin, toplumun önünü açması gerekir.
Bu düşünce ile ilk defa karşılaştığım delikanlılık günlerimde, bunun gereği olarak, oturup dipten doruğa kendimi gözden geçirmek ve bütün bildiklerimi yargılamak gereği duymuştum. “Bilinç” edinmek üzere… Sovyetler çökünce, bir defa daha okumaya sardırmam gibi… Ama daha o zamandan etrafıma baktığımda, okumak üzere İstanbul’a gelen bir hayli çocuğun, Topkapı Otogarı’nda kendisini karşılayan hemşerisi hangi siyasettense, ertesi gün o “siyasete” katılıp, beline de bir tabanca sokuşturmakla, “bilinçleniverdiği”ni görüyordum. Herhangi bir sol örgüte asker yazıldığınız anda, artık siz “bilinçli” bir adam oluveriyordunuz. Ondan sonra, herkese akıl fikir verme konusunda yetkili ve hatta görevli olmanızdan daha doğal ne olabilirdi? Beyin cerrahının teşhis ve ameliyatını bile “bilinçli” aklınızla eleştirebilirdiniz. Çünkü cerrah, “bilinçsiz” bir garip hekimdi… Bunlar anlayamadıkları herkese de söverler, Picasso’ya, Gorki’ye ilh. …
Pozitivizm bilindiği gibi önce İttihatçı, sonra da Kemalist düşüncenin temel taşlarından biridir: Hayatta en hakiki mürşid, ilimdir… Bunun üstüne bir de “bilinç” meselesini, bu haliyle ekleyince bu kitle, halktan kopuk, ne dediğinden kendi de habersiz bir topluluk olarak, o günden beri varlığını sürdürüyor. Sonradan Anadolu taşrasında da bulununca, hal-i pür melâllerini gördüm… Kimsenin kulak asmadığı, kendi içinde mutsuz, çareyi rakı şişesinin dibinde arayan aslında elit de olmadığı halde kendini elit sanan bir tür tarikat… Hep memnuniyetsiz, hep tatminsiz, hep itirazı olan, hep şikâyetçi bir takım insanlar…
Ağır vak’alar arkaik bir sosyalizm anlayışı içinde kendi tekkelerinde gerçeğin mutlak sahibi olduklarını zannederek kimseyi beğenmez ve kimse tarafından adam yerine konulmazken, daha “hafif” vak’alar da doğal olarak CHP içinde, her seçimden sonra kendi özeleştirilerini yapacaklarına halkı suçlayarak, günlerini doldurmaktalar. Elit rolü oynuyorlar ama neden adam yerine konulmadıklarını araştırmak ya akıllarına gelmiyor veya bunu yapacak güçleri ve birikimleri de yok! Çünkü aslına elit veya entelektüel değiller. “Kopmak”sa mesele, örneğin Fransa’da kimse Althusser veya Focault’ya, İtalya’da Gramsci’ye oy vermese bile “hass… “ diyemez… Çünkü adamlar gerçekten entelektüel… Boş hava ile durumu idare etmez…
Madem ki kendi kendinize “mürşit” görevi biçiyorsun, kusurlu olan halk değil, “irşad” görevini yapamayan sen olmamalı mısın?
CHP Kurultayı, işte bu…
Bizim solumuz da Türkiye solundan feyiz alarak geliştiği için, bu hastalıktan hali değil…
SEVDALAR NASIL KURŞUNLANIR?
(Fikret Demirağ’ın anısına…)
…
Memeler Dağı’nda oturan, zayıf ufak tefek bir oğlan vardı hani?! Şimdikiler bilmez, adını işitirler radyolardan; resmini görürler kitaplarının arkasında... Rahmetli Hımhım Hüseyin bir gazetede fotoğrafını görmüş vaktin birinde. Günlerden bir gün o eski Memeler Dağı sakini sana uğradığında Ağaçlı Kahve’de karşılaşmışlar da, rahmetli, eski mahallelisine:
-Aaaa, demiş; sen ölmedin mi?
-Yoo, diye yanıtlamış, bizimki; neden öleyim, aha hayattayım, Lefke’ye bile gelirim...
- E gazettada futurafın vardı!
- Be Hüseyin dayı, adamın gazettada fotoğrafının çıkması için, illâ ki ölmesi mi lâzım?
Cumaları okuldan Minareli Camii’ye gidilirmiş... O kısa, o küt, o beş yüzyıllık; o aptal müezzinin beğenmeyip de yıktırttığı minareye çıkılır, ezanlar okunurmuş. Memeler Dağı’nda oturan o zayıf, o çelimsiz, o naif çocuk selâlar döktürürmüş; aklında mı? Sen unutmadın değil mi onu? Unutmadın, unutmuş olamazsın zira o seni hiç unutmadı...
İkinci Dünya Savaşı gecelerinde, İtalyan uçakları Solya’yı bombalarken; Demirci Haci’nin gelip onları avlusundaki sığınağa götürüşleri unutulabilir mi, sevgilim?
Evet... Doğru bildin... Şu bizim Demirci Haci... Hani, eski kasaphanenin karşısında derme çatma bir dükkânda demircilik yapardı... Evini o çelimsiz, zayıf oğlanın babasına kiraya verdiğinde, bahçesindeki domuzları;
-Siz müslümansınız, avlunuza yakışmaz, diyerek satan...
1955’lerde de İngiliz bunu EOKA’ya mermi yapıyor diye “lokap”a soktuydu canım, bilmez miyim? Bizim Demirci Haci işte...
… Unutmadın değil mi o oğlanı? Hani, bulduğu her kitabı okurdu... Teravih namazlarına Aşağı Camii’ye gider, Cuma selâlarını hiç sektirmez okur, yasemin kokularından bayılır, gördüğü her güzele bakar, cep harçlığını çıkarmak için Esat Bey’in yanında “Köfün Hamallığı” yapardı... Sonra elinde bir kitap, Memeler Dağı’nın tepesine tırmanır, batan güneşe karşı saçlarını dağıtan rüzgârlar altında şiirler okurdu; kendi kendine...
O seni unutmadı... Ne Angona’yı; ne Gobrona’yı, ne de Pertigo Tepesini... Hepsi aklında elli yılın ardından ve seni görmeye gelemese de şiirler yazıyor tepelerine, mısralar kuruyor yazlık sinemalarına, koşuklar diziyor koynunda yaşanan kırık aşklara...
“Kasabam” diyor, bir şiirinde...
“ Kasabamın yedi renkti ağaçları.”
Sen unutulacak bir aşk mısın? Nasıl unutabilir seni orman üzümlerini bir kez tadan? O da unutmamış...
Unutamam o günlerin hüzünlü tangosunu;
...ilk gençlik duvarına dayayıp sırtımı
içime geçtiğim gece kokularını..
diyor... Sen de anımsıyorsun onu değil mi? Hani, o :
Ah, Atulla
Dostları ilə paylaş: |