Hz. Ali’nin (a.s) Mushafı
Tefsir adı altında Hz. Ali’ye ait bir kitap zikredilmiş değildir. Fakat kendisinin bir mushafı bulunduğu konusunda ittifak vardır.132 Bazı rivayetler Hz. Ali’nin mushafının Kur’an’ın tenzil ve tevilini kapsadığına delalet etmektedir. Nitekim bir grup âlim de Hazret’in mushafının mevcut Kur’an’dan farklarından birinin de ayetlerin tefsir ve tevilinin o mushafta yazılı bulunması olduğunu belirtmiştir.
Şeyh Müfid şöyle demiştir: Şiilerden Oniki İmamın imametine inanan bir cemaat, Kur’an’dan hiçbir kelime, ayet ve surenin eksiltilmediğini, bilakis Kur’an’ın nazil olmuş hakikatine uygun ve Emirulmüminin’in (a.s) mushafında mevcut olan tevil ve tefsirin mevcut Kur’an’dan çıkarıldığını söylemiştir. Bu kısım her ne kadar Kur’an’dan bir parça değildiyse de Allah katından nazil olmuştur. Kur’an’dan birtakım sözlerin eksiltildiğini iddia eden görüş gerçeğe yakındır ve ben de bu fikre meyyalim.133
Seyyid Muhsin Kazımi, Şerhu Vafiye’de, Hazret’in mushafını dönemin hâkim grubunun kabul etmemesini, içinde yazılı bulunan tevil ve tefsirlere bağlamıştır. Kazımi, bu konuda Hz. Ali’nin; “Allah’ın kitabı tevil ve tenzil, muhkem ve müteşabih, nasih ve mensuhu kapsayacak şekilde kâmil olarak onlara sunuldu. Ama ona ihtiyaçları bulunmadığını söylediler.” sözüne istinat etmiş ve şöyle demiştir: “İnsanların ihtiyaç duyacağı herşeyi -hatta yaralamanın diyetini bile- kapsayan mushafın onlara sunulduğu yönündeki meşhur rivayet bu meseleyi teyit etmektedir. Çünkü Kur’an nassının bütün bu meseleleri içermediği bilinmektedir.”134
Feyz Kaşani (r.h), Safi tefsirinde tahrif rivayetlerine cevap verirken şöyle der: “Ama aynı zamanda Kur’an’dan bir parça olmayan tefsir ve izah kabilinden bazı kısımların mushaftan çıkarıldığı ihtimali de uzak değildir... Ali’nin (a.s) kendi mushafına nasih ve mensuhu yazdığını söyleyen Ehl-i Sünnet’in rivayeti de bu deliller arasındadır. Neshin beyanı, nasih ve mensuhun tayini, tefsir ve izah kabilinden şeylerdir ve Kur’an’ın parçası değildir. O halde bazı çıkarmaların böyle olduğu muhtemeldir.”135
Ayetullah Hoi de (r.h) şöyle buyurmuştur: “Surelerinin sırası mevcut Kur’an’dan farklı olan Emirulmüminin’e (a.s) ait bir mushafın varlığı kuşku duyulmayacak bir şeydir ve büyük ulemanın bu konudaki ittifakı bizi onu ispatlama zahmetinden kurtarmaktadır. Aynı şekilde, mevcut Kur’an’da bulunmayan Hz. Ali’nin Kur’an’ındaki fazlalıklar doğru olmakla birlikte bu, o fazlalıkların Kur’an’dan bir parça olduğuna ve tahrifle ortadan kalktığına delalet etmez. Bilakis doğrusu şudur ki, o fazlalıklar tevil olarak tefsirdi ve Allah’ın kelamının rücu ettiği şey idi. Yahut Allah tarafından tenzil sıfatıyla onun ayetlerden muradının şerhedilmiş haliydi... Öyleyse bu makamda rivayetlerden anlaşılan, Ali’nin (a.s) mushafının tenzil veya tevil olarak birtakım fazlalıkları içerdiğidir, Kur’an’dan bir parça olan fazlalıkları değil. Yine Emirulmüminin’in (a.s) mushafında münafıkların adlarının zikredildiğine delalet eden rivayetler de aynı anlama hamledilmelidir. Yani münafıkların isimlerinin zikredilmesi tefsir vasfıyla yeralmış olmalıdır ve bu anlamın delili, Kur’an’dan hiçbir şeyin sâkıt olmadığının kesin delilleridir...”136
Bu iddiayı destekleyen rivayetler vardır. Bu cümleden olmak üzere Selman’dan aktarılan ayrıntılı bir rivayette şöyle nakledilmiştir:
فلما رأی علی علیه السلام غدرهم و قلة وفائهم له لزم بیته و اقبل علی القرآن یؤلفه و یجمعه فلم یخرج من بیته حتی جمعه و کان فی الصحف و الشظاظ و الاکتاف و الرقاع فلما جمعه کله و کتبه بیده تنزیله و تأویله و الناسخ منه و المنسوخ بعث الیه ابوبکر اخرج فبایع 137
“Ali (a.s) kendisine hıyanet ve vefasızlıklarını gördüğünde eve çekildi ve Kur’an’ı toplamaya koyuldu. Sayfa, tahta, kemik ve derilere yazılmış Kur’an’ı biraraya getirene dek evinden dışarı adım atmadı. Hepsini topladığı ve kendi el yazısıyla tenzil ve tevilini, nasih ve mensuhunu yazdığında Ebubekir peşine birini saldı ve dışarıp çıkıp biat etmesini istedi...”
Bu rivayette, Hazret’in, topladığı Kur’an’da onun tevilini de yazdığı açıklıkla belirtilmiştir. Kur’an’ın tevilinin Kur’an’ın dışında olduğuna tereddüt yoktur. Yine nasih ve mensuh konusunda kasdedilen eğer hangi ayetin nasih, hangi ayetin mensuh olduğunun yazıldığını açıklamak ise bu da Kur’an’ın dışındadır ve Kur’an’ın tefsirinden bir bölümdür. Fakat her halükarda bu rivayetin, Hz. Ali’nin mushafında, Kur’an’ın dışında kalan Kur’an tevilinin bulunduğuna delaleti kesin ve inkar edilemez bir gerçektir.
Tabersi’nin (r.h) İhticac’da Emirulmüminin’den (a.s) naklettiği tafsilatlı rivayette şöyle geçmektedir:
و لقد احضروا الکتاب کملا مشتملا علی التأویل و التنزیل و المحکم و المتشابه و الناسخ و المنسوخ لم یسقط منه حرف الف و لا لام فلما وقفوا علی ما بینه الله من أسماء اهل الحق و الباطل و ان ذلک ان اظهر نقض ما عهدوه قالوا لا حاجة لنا فیه نحن مستغنون عنه بما عندنا138
“Kâmilen toplanmış ve tevil, tenzil, muhkem, müteşabih, nasih ve mensuhu içeren, elif veya lam harfi bile düşmemiş kitabı onlara sundu. İçinde Allah’ın beyan ettiği hak ve bâtıl ehlinin yazılı olduğunu gördüklerinde ve eğer bu aşikar olursa gerçekleştirdikleri aktin bozulacağını anladıklarında ‘ona ihtiyacımız yok’ dediler, ‘Bizim elimizde bulunan nedeniyle ona ihtiyacımız yok.’”
Hadisin bağlamına bakıldığında “kitap”tan maksadın Emirulmüminin’in (a.s) mushafı olduğu anlaşılmaktadır. Bu hadiste de mushafın tevili içerdiği belirtilmiştir ve tevilin, asli metnin dışında kabul edildiği ortadadır.
Başka bir rivayette İmam Ali’den (a.s) Talha’nın, Hazret’in mushafına dair sorusuna cevap verirken şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
یا طلحة ان کل آیة انزلها الله جل و علا علی محمد صلی الله علیه و آله عندی باملاء رسول الله صلی الله علیه و آله و خط یدیی و تأویل کل آیة انزلها الله علی محمد صلی الله علیه و آله و کل حلال و حرام أو حد أو حکم أو شیئ تحتاج الیه الامة الی یوم القیامة مکتوب باملاء رسول الله صلی الله علیه و آله و خط یدیی حتی ارش الخدش139
“Ey Talha, hiç kuşku yok, Allah azze ve cellenin Muhammed’e (s.a.a) indirdiği her ayet, Allah Rasülü’nün (s.a.a) imlasıyla ve benim el yazımla yazılmış halde elimdedir. Allah’ın Muhammed’e (s.a.a) indirdiği her ayetin tevili, her haram ve helal veya had ya da hüküm ve ümmetin kıyamete kadar ihtiyaç duyduğu herşey, hata yaralamanın diyeti bile Allah Rasülü’nün (s.a.a) imlasıyla ve benim el yazımla yazılı hale getirilmiştir.”
Bu rivayet, Hz. Ali’nin (a.s) Kur’an ayetlerinin tamamının tevilini Allah Rasülü’nün imlasıyla (s.a.a) yazdığına gayet açık delalet etmektedir. Bu açıklama, bir soruya cevaben Hazret tarafından yapılmış olması bakımından da tüm ayetlerin tevilinin Hz. Ali’nin mushafında yazılı olduğuna dair karinedir.
Bu rivayetler mürsel olsa da ve iddiaya kesin delil oluşturmasa da geneli itibariyle incelendiklerinde, önermenin doğası ve türü gereği Hazret’in mushafında ayetlerin tefsir ve tevilinin yazılı olduğuna ilişkin tahmin kuvvet kazanmaktadır. Bazı kimseler, eğer Hz. Ali’nin mushafı bulunsaydı onda çok miktarda bilgi bulunduğu görülecekti, demişlerdir.140 Aynı şekilde son rivayetten, Hz. Ali’nin, ayetlerin tamamının tevilini Allah Rasülü’nün (s.a.a) imlasıyla yazdığı anlaşılmaktadır. Buna göre denebilir ki Hazret’in yazılı bir tefsiri vardı.
Bu mushaf şu anda elimizde yoksa da rivayetlerden bütünüyle ortadan kalkmadığı, diğer imamlara birbiri ardınca aktarıldığı ve nihayet 12. İmam Mehdi’nin (a.f) nezdinde bulunduğu sonucu çıkmaktadır. Son rivayetin devamı141 -tercümesi biraz geride verilmişti- bu konuyu anlatmaktadır. Salim, İmam Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet etmiştir:
“Hz. Kaim (a.f) kıyam ettiğinde Ali’nin (a.s) yazdığı mushafı insanlara gösterecek.”142 Tabersi’nin Ebuzer’den naklettiği rivayetin sonunda geçtiğine göre Ömer, Hz. Ali’ye (a.s) sordu: “O mushafı ortaya çıkarmak için belli bir vakit var mı?” Hazret buyurdu: “Evet. Evlatlarımdan Kaim kıyam ettiğinde onu ortaya çıkaracak...”143
Hz. Ali’den (a.s) Geriye Kalmış Tefsir
Kur’an-ı Kerim’in ilk gerçek müfessiri mevzusunda üçüncü meselede söylenenler dikkate alındığında Hz. Ali’nin (a.s) Kur’an-ı Kerim’in tefsir ve teviline dair beyan buyurduklarının hepsinin bize ulaşmadığı gayet açıktır. Çünkü Allah Rasülü’nün (s.a.a) tüm tefsirinin bize ulaşmasının önünde duran engeller, Hz. Ali’nin (a.s) tefsirinin ulaşmasını da önleyen aynı engellerdir. Bu yüzden Hz. Ali mushafını -kimilerinin ifadesiyle içinde çok fazla bilgi vardı- onlara bizzat getirdiği halde kabul etmediler.144 Aynı zamanda Hz. Ali’nin tefsir ve tevillerinin bir bölümü, Kur’an-ı Kerim’in ayet ve öğretilerinin manasını kavramada değerli bir kaynak olan rivayet ve tefsir kitaplarında nakledilmiştir. Fakat içine zayıf rivayetler karıştığından sened yönünden incelenmeye muhtaçtır.
Kur’an’ın Bütün Manalarına Vakıf Diğer Müfessirler
Kur’an-ı Kerim’in ebedi bir kitap olduğu ve malumatının Allah Rasülü’nün (s.a.a) zamanına has olmadığı düşünüldüğünde ve maarifinin bir kısmını herkesin anlayabilecek kapasitesi bulunmadığı hesaba katıldığında, “Allah Rasülü’nün (s.a.a) Kur’an’ın tüm öğretilerine dair bilgisi”yle ilgili bahiste söylendiği gibi, Allah’ın hikmeti, Peygamberimizden sonra her çağda, belirsizlik ve ihtilaf konularında ümmetin mercii olacak ve insanların onlar aracılığıyla Kur’an’ın öğretilerine erişebileceği, Kur’an’ın bütün bilgilerine, tenzil ve teviline, zâhir ve bâtınına vakıf, hata ve unutkanlıktan masun, gerçek tefsire gücü yeten bir şahsın bulunmasını gerektirir. Çünkü böyle olmazsa, birincisi malumatın büyük bölümü belirsizlik içinde kalır ve ondan yararlanılması Allah Rasülü’nün (s.a.a) zamanına mahsus kalır. Bu ise Kur’an’ın ölümsüzlüğüyle uyuşmaz. İkincisi, Kur’an’ın tüm bilgilerine vakıf bir müfessir bulunmaması halinde ihtilafları gidermek için gelmiş olan Kur’an, ihtilafın başka bir zeminine dönüşür. Böyle olunca da beşeriyete hidayet ve ihtilafın giderilmesi olan maksadı gerçekleşmemiş olacaktır.145 Bu da Allah’ın hikmetine uygun değildir. Bu nedenle Allah Rasülü’nün (s.a.a) rıhleti vaktinde Kur’an’a sarılmayı vasiyet etmekle yetinmediğini, ümmetine defalarca iki şeye yapışmayı tavsiye ettiğini ve sapmamalarının o ikisine sarılmaya bağlı olduğunu hatırlattığını ve bu ikisinin hiçbir zaman birbirinden ayrılmadığını buyurduğunu görüyoruz. Bu iki şeyden biri Allah’ın Kitabı, diğeri ise Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’idir. Bu konu birçok yerde ve muhtelif ifadelerle Peygamberimizden nakledilmiştir. Bu ifadelerden biri şöyledir:
“Hiç şüphe yok aranıza iki paha biçilmez şey bırakıyorum. Eğer bu ikisine sarılırsanız asla yolunuzu kaybetmezsiniz: Allah’ın Kitabı ve Ehl-i Beytim. Hiç tereddüt yok ki, bu ikisi, Kevser havuzunun kenarında bana gelinceye dek birbirinden asla ayrılmaz.”146
Her ne kadar Kur’an-ı Kerim herşeyi beyan eden kitapsa da
(وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِّكُلِّ شَيْءٍ147) onu anlamak için izah lazımdır. Bu nedenle şöyle buyurmuştur: “وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ”148 Herşeyin bilgisinin Kur’an’da bulunduğu, ama sadece Allah Rasülü (s.a.a) ve mutahhar İmamların (a.s) onu bildiğine ve bu büyük şahsiyetlerin sahip olduğu ilmin kökünün Kur’an’da bulunduğuna delalet eden birçok rivayet itibariyle149 Kur’an’ın yanında Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’ine de sarılmanın, onların Kur’an-ı Kerim’i açıklıyor olmaları bakımından sapmamanın şartı kabul edildiğini anlıyoruz. Kur’an-ı Kerim insanlığın hidayeti için bütün bilgi ve hükümleri içeriyor olsa da onları açıklamadan gerekli bütün malumat ve hükümler ondan çıkarılamaz. Bu sebeple, yapışılmaması sapmamanın şartı olarak tanıtılmış bu meseleden üç sonuç çıkarılmaktadır:
1) Kur’an-ı Kerim, sapmaktan kurtulmak için tek başına yeterli değildir. Çünkü tüm öğretiler onda tafsilatıyla belirtilmemiştir. Bir müfessir ve mübeyyin istemektedir.
2) Bu hadiste Kur’an’la birlikte zikredilen Ehl-i Beyt, Kur’an-ı Kerim’in tüm anlamlarına vakıf müfessirlerdir.
3) Onlar Kur’an’ı tefsir ederken hevaperestlikten ve hatadan masundur. Çünkü Peygamber (s.a.a), eğer bu ikisine sarılınırsa asla sapılmayacağını buyurmuştur. Bu, onların her türlü hata ve hevadan korunmuş olmalarını gerektirir. Zira böyle olmasaydı insanların sapmamaları kesin olmayacaktı.
“O ikisi asla birbirinden ayrılmaz” cümlesi iki önerme içermektedir: 1) Onlar Kur’an’dan ayrılmazlar, 2) Kur’an onlardan ayrılmaz. Bu iki hükümden şu anlaşılabilir:
1) Onların heva ve hatadan korunmuş olmaları. Çünkü Kur’an’dan ayrılmamaları onların bilgi, düşünce ve davranışlarının tamamen Kur’an’a uygun olmasını gerektirir. Bu da onların heva ve hatadan masun oldukları manasına gelir. Bundan başka bir şey sözkonusu olsaydı bu bağlılık gerçekleşmezdi.
2) Onların Kur’an’ın tüm mana ve maarifine vakıf olmaları. Çünkü Kur’an’ın onlardan ayrılmaması, Kur’an’ın tüm anlam ve maarifiyle onların nezdinde bulunmasıyla mümkündür. Eğer bu maarifin bir kısmını bilmeseler o kısımdan ayrı düşmüş olacaklardır. Halbu ki Peygamber (s.a.a) Kur’an’ın onlardan ayrılmasını nefyetmiştir.
Sakaleyn hadisinin anlamı hakkında İmam Bakır’dan (a.s) nakledilmiş bir rivayette Ehl-i Beyt’in Kur’an müfessiri olması şöyle açıklanmıştır: Muhammed b. Hasan Saffar muttasıl senedle Sa’d Eskaf’tan şöyle rivayet etmiştir:
سألت ابا جعفر علیه السلام عن قول النبی صلی الله علیه و آله انی تارک فیکم الثقلین فتمسکوا بهما فانهما لن یتفرقا حتی یردا علی الحوض. قال فقال ابو جعفر علیه السلام لا یزال کتاب الله و الدلیل منا یدل علیه حتی یردا علی الحوض150
İmam Muhammed Bakır’a (a.s) Peygamber’in (s.a.a) sözünün manasını sordum. Şöyle buyurdu: “Sizin aranıza iki paha biçilmez şey bırakıyorum. Onlara sarılın. Çünkü bu ikisi, (Kevser) havzında bana ulaşana dek asla birbirinden ayrılmaz.” Hazret şöyle buyurdu: “(Yani) Allah’ın Kitabı ve ona delalet eden bizden bir delil, havuzda bana gelinceye dek (birliktedir).”
Bu rivayet, sakaleyn hadisini ve Ehl-i Beyt’in Kur’an-ı Kerim’in müfessiri olduğunu teyit, hatta tekid etmektedir.
Buraya kadar bu mütevatir hadisten çıkan sonuç şudur ki, Peygamber’in Ehl-i Beyt’i, Kur’an’ı anlamada ve tefsirde her türlü hatadan ve hevadan korunmuş Kur’an-ı Kerim’in gerçek müfessirleridir. Şimdi bu Ehl-i Beyt’in kim olduğuna bakabiliriz.
Kur’an’ın Bütün Manalarına Vakıf Olak Ehl-i Beyt
“Ehil” kelimesine lugatta yaraşan, layık151, hakeden152 manası verilmiştir. Örfte de aynı anlamda kullanılmıştır. Bu nedenle
“اللهم ان لم اکن اهلا ان ابلغ رحمتک فرحمتک اهل ان تبلغنی و تسعنی” duasında ve
“الهی ما عبدتک خوفا من نارک و لا طمعا فی جنتک بل وجدتک اهلا للعبادة فعبدتک”153 hadisinde “ehil” kelimesi aynı anlamı zihne çağrıştırır. Fakat bir şeye veya şahsa izafe edildiğinde -çoğunlukla da böyle olur- izafe edilen münasebetiyle ondan başka bir mana anlaşılabilir. “Ehl-i Beyt” kelimesine bir kesim evin sakinleri manasını vermiştir.154 Feyyumi “el-Ehl”e “ehl-i beyt” manası verdikten sonra şöyle demiştir: “Onda asıl olan akrabalıktır.”155 Ragıb da kendisiyle nesep bağı bulunan kimseler konusunda şahsın “ehl-i beyt”inin mecazi kullanımından bahsetmiştir.156 Bundan dolayı lugatta her şahsın “ehl-i beyt”inin, onun evinin sakinleri, yani karısı ve çocukları manasına geldiği söylenebilir. Ama aynı zamanda onun akrabaları anlamında da kullanılmaktadır. Örfte de bir şahsın ehl-i beyti onun ailesi -karısı ve çocukları- anlamına gelmektedir. Bazen de sülalesi ve akrabaları için kullanılmaktadır.
Peygamber (s.a.a) konu olduğunda, Hz. Peygamber’in evi vahyin nüzul mahalli ve nübüvvet evi olduğundan, ehl-i beyt kavramının iki kullanımı sözkonusudur. Bazen Peygamber’in ehl-i beyti denilmekte ve Hazret’in ikamet yeri kasdedilmektedir. Bu kullanımda kavramın vahyin nüzul mahalli ve nübüvvet hanesi olması bahis konusu değildir. Bu durumda ehl-i beyt kelimesi, başkaları için kullanıldığı anlamda, yani Hazret’in ailesi (eş ve çocukları) manasında ya da genel olarak akrabaları anlamında Hz. Peygamber için de kullanılmış olmaktadır. Kimilerinin Peygamber’in (s.a.a) ehl-i beytine onun eşleri, kızları ve damadı (a.s) manası vermeleri157 bu kullanıma uygundur. Fakat kimi zaman Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyti, Hazret’in evinin vahyin nüzul mahalli ve nübüvvet hanesi olması bakımından kullanılmaktadır. Bu durumda hanenin sakinleri, Hz. Peygamber’in ailesi veya genel olarak akrabaları anlamına gelmez. Bilakis ilim, amel ve insani sıfatlar açısından Hazret’in evine layık olan bireyler kasdedilmektedir. Bu kullanımın delili, Nebiyy-i Ekrem’in (s.a.a) defalarca Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i (salavatullahi aleyhim) çağırıp üzerlerine bir örtü örterek “Bunlar benim ehl-i beytimdir” buyurduğunu haber veren çok sayıda rivayettir.158 Hz. Peygamber’in eşlerinden bazıları, “Ey Allah’ın Rasülü, biz ehl-i beytinden değil miyiz?” dediklerinde Hazret, muhtelif ifadelerle rivayet edilen hadislerde bu soruya hep olumsuz cevap vermiştir.159 Hz. Peygamber’den (s.a.a) gelen bu rivayetlerde ehl-i beyt mensuplarının tanıtımının ikinci manada kullanıldığı gayet açıktır. Yani ilim ve amel bakımdan nübüvvet evine yaraşır olan akrabalarından bireyleri ümmetine tanıtmak istiyordu. Çünkü öncelikle, Hazret’in ehl-i beyt üyeleri birinci kullanıma göre aşikardı ve tanıtılmaya muhtaç değildi. İkincisi, tanıtım, Hz. Peygamber’in o zamandaki ehl-i beytinin, adı geçen dört kişiye münhasır olduğuna delalet edecek biçimde yapılmıştır. Hâlbuki Ehl-i beyt, birinci kullanıma göre başkalarını da kapsamaktadır. Üçüncüsü, birinci kullanımda Hazret’in eşleri, onun ehl-i beytinin bir parçasıdır, ama bu tanıtımda Hz. Peygamber’in eşleri ehl-i beytten sayılmamakla kalmamış, bilakis bu rivayetlerin çoğunda onların ehl-i beyt kabul edilmelerine olumsuz cevap verilmiştir. Dolayısıyla Peygamber’in ehl-i beyti için ikinci kullanım kesin ve inkâr edilemezdir.
Aynı şekilde Nebiyy-i Ekrem (s.a.a) sakaleyn hadisinde Ehl-i Beyt’i Kur’an’la aynı ağırlıkta zikretmiş, Kur’an ve onlar hakkında “sakaleyn” tabirini -olağanüstü azamet ve değere delalet eder- kullanmış, Kur’an’a ve onlara yapışmayı sapmamanın şartı kabul etmiş ve onların Kur’an’la ebedi bağlılığını bildirmiştir. Bu özellikler gözönünde bulundurulduğunda açıktır ki bu hadiste geçen Ehl-i Beyt birinci anlamda, yani Hz. Peygamber’in (s.a.a) eşleri veya genel olarak akrabaları manasında değildir. Aksine, ikinci anlamda, yani Hz. Peygamber’in, nübüvvet evine yaraşır ve o hususiyetleri taşıyan akrabalarından fertler manasındadır. Böyle kimseleri net olarak tanımanın Nebiyy-i Ekrem’in (s.a.a) bizzat tanıtmasından başka yolu olmadığı ortadadır. Bu yüzden bazı rivayetlerde geçtiğine göre, Allah Rasülü (s.a.a) sakaleyn hadisini zikrettiğinde Cabir b. Abdullah Ensari sordu: “Ey Allah’ın Rasülü, ıtretiniz kimlerdir?” Allah Rasülü buyurdu: “Ali, Hasan, Hüseyin ve kıyamete kadar Hüseyin’in evlatlarından imamlar.”160
Ehl-i Sünnet âlimlerinden Hamvini, Fevaidu’s-Simtayn’da, Şeyh Hür Amuli İsbatu’l-Hidaye’de Hz. Ali’nin (a.s) sahabeden bir toplulukla sohbetini ayrıntılı olarak rivayet etmiştir. Rivayetin bir bölümü şöyledir:
انشدکم الله اتعلمون ان رسول االه صلی الله علیه و آله قام خطیبأ لم یخطب بعد ذالک فقال یا ایها الناس انی تارک فیکم الثقلین کتاب الله و عترتی أهل بیتی فتمتسکوا بهما لن تضلوا فان اللطیف (الخبیر) أخبرنی و عهد الی انهما لن یتفرقا حتی یردا علی الحوض. فقام عمر بن الخطاب شبه المغضب فقال یا رسول الله أکل اهل بیتک قال لا و لکن اوصیائ منهم اولهم أخی و وزیری و اورثی و خلیفتی فی امتی و ولیی کل مؤمن بعی هو اولهم ثم ابنی الحسن ثم ابنی الحسین ثم تسعة من ولد الحسین واحد بعد واحد حتی یردوا علی الحوض شهداء الله فی ارضه و حججه علی خلقه و خزان علمه و معادن حکمته من أطاعهم أطاع الله و من عصاهم عصی الله فقالوا کلهم نشهد ان رسول الله صلی الله علیه و آله قال ذلک 161
“Allah iyiliğinizi versin, Allah Rasülü’nün (s.a.a) okuduğu son hutbede şöyle buyurduğunu bilmiyor musunuz: “Ey insanlar! Aranızda iki paha biçilmez şey bırakıyorum. Allah’ın kitabı ve ıtretim, ehl-i beytim. Şu halde bu ikisine sarılırsanız asla sapmazsınız. Çünkü lütuf sahibi (herşeyden haberdar olan) Allah, havzda bana gelinceye dek bu ikisinin hiçbir zaman (birbirinden) ayrılmayacağını haber verdi.” Sonra Ömer b. Hattab hışımla ayağa kalktı ve dedi ki: “Ey Allah’ın Rasülü, (s.a.a) bütün sülalen mi?” Allah Rasülü şöyle buyurdu: “Hayır. İçlerinden benim vasim olanlar. Bunların ilki de kardeşim, vezirim, varisim, ümmet içindeki halefim ve benden sonra her müminin velisidir. O, onların ilkidir. Sonra oğlum Hasan, sonra oğlum Hüseyin, daha sonra Hüseyin’in evlatlarından dokuz kişi, birbiri ardınca havzda yanıma ulaşıncaya dek gelecekler. Onlar Allah’ın yeryüzündeki delilleri, halka karşı hüccetleri, onun ilminin hazinedarları ve onun hikmet madenleridir. Kim onlara itaat ederse Allah’a itaat etmiştir. Kim emre itaatsizlik ederse Allah’a itaatsizlik etmiştir.” Bunun üzerine onlar (yani sahabe topluluğu) şöyle dedi: “Allah Rasülü’nün (s.a.a) buyurduğu söze şahitlik ederiz.”
Şeyh Saduk (r.h) muteber senedle şöyle rivayet etmiştir:
سئل امیرالمؤمنین علیه السلام عن معنی قول رسول الله صلی الله علیه و آله انی مخلف فیکم الثقلین کتاب الله و عترتی من العترة فقال انا و الحسن و الحسین و الائمة التسعة من ولد الحسین تاسعهم مهدیهم و قائمهم لا یفارقون کتاب الله و لا یفارقهم حتی یردوا علی رسول الله صلی الله علیه و آله حوضه162
“Allah Rasülü’nün (s.a.a) “İki paha biçilmez şeyi, Allah’ın kitabını ve ıtretimi size bırakıyorum” sözü hakkında Müminlerin Emiri’ne (a.s) sordular: “Itret kimlerdir?” Buyurdu ki: “Ben, Hasan, Hüseyin ve Hüseyin’in evlatlarından dokuz imam. Dokuzuncuları Mehdi ve kaimdir. Havzda (Kevser) Allah Rasülü’ne (s.a.a) ulaşıncaya dek Allah’ın kitabından ayrılmazlar ve Allah’ın kitabı (da) onlardan ayrılmaz.”
Bu rivayetten -senedi sahihtir- birkaç sonuç çıkmaktadır:
1. Sakaleyn hadisinde Kur’an’la eşit ağırlıkta zikredilmiş olan Peygamber’in ıtreti, ilki Hz. Ali (a.s), sonuncuları da Hz. Mehdi (af) olan on iki kişidir.
2. Onlar hiçbir zaman Allah’ın kitabından ayrılmazlar. Bu da hata ve hevadan masum olduklarının delilidir.
3. Allah’ın kitabı kıyamete kadar onlardan ayrılmaz. Bu onların Kur’an’ın bütün mana ve maarifine dair ilmine, unutkanlıktan masun olduklarına ve Kur’an’ın tüm anlam ve öğretilerini tefsir edecek yeterlilikte olduklarına delildir.
Sakaleyn hadisindeki ıtret ve Ehl-i Beyt’i bu on iki kişiyle sınırlayan başka rivayetler de vardır. Dipnotta bunların sadece kaynaklarına değinilmekle yetinilmiştir.163 Dolayısıyla Allah Rasülü’nün (s.a.a), sakaleyn hadisinin delaletine göre Kur’an’ın bütün manalarına vakıf olan ıtret ve ehl-i beytinden maksat, önceki rivayetlerde adı geçen bu on iki kişidir. Bu ifadeye göre sakaleyn hadisinin -sıhhati üzerinde Şia ve Ehl-i Sünnet’in ittifakı vardır-, Nebiyy-i Ekrem’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’inden Emirulmüminin (a.s) ve diğer on bir kişinin Kur’an’ın bütün malumatına vakıf olduğuna ve Kur’an’ın tamamını tefsir etme yeterliliği bulunduğuna delaleti apaçık ortadadır. Yine, Kur’an’ın tüm anlam ve öğretilerine vakıf olan Allah Rasülü’nden (s.a.a) ve Emirulmüminin’den (a.s) başka müfessirlerle de tanıştık. Hatırlatmak gerekir ki Sahih-i Bureyd ve Sahih-i Ebi’s-Sabah gibi -Allah Rasülü’nün (s.a.a) Kur’an’ın tüm manalarına vakıf olduğu hakkında- daha önce geçen rivayetlerden bir kısmı da bu meseleye delalet etmektedir. Çünkü diğer rivayetler gözönünde bulundurulduğunda Sahih-i Bureyd’de geçen vasilerden maksadın Müminlerin Emiri (a.s) ve diğer on bir İmam olduğu ve Sahih-i Ebi’s-Salah’taki “nâ” zamiriyle de on bir İmamın kasdedildiği anlaşılmaktadır. Bu meseleye delalet eden rivayetler pek çoktur. Uzatmama kuralına riayet ederek sadece kaynaklarına değinmekle yetineceğiz.164
Dostları ilə paylaş: |