205
1
bu görevli ihtiyarlara bırakmanın da bir sakıncası kalmamıştı. Sevgi'nin görevi sona ermişti.
Selim Bey, ara sıra, sessizce ağlıyordu. Sonra, özür diler gibi, «İhtiyarladım herhalde,» dedi. «Kendimi tutamaz oldum.» Sevgi başını salladı, bir şeyler söylemek istedi, beceremedi. Ellerini kenetledi; çenesini ellerinin arasına gömdü. Birden ürperdi, şalına sarındı. İnsan, annesinin öldüğü gece de üşüyordu. Artık birlikte üşüyemeyecekler-di. Annesinin oturduğu koltukta sanki kocaman bir delik vardı artık. Sanki bir duvar yıkılmıştı: Gerisinde bu büyük ve karanlık ve ürkütücü boşluğun bulunduğu bir duvar. Bu duvar korumuştu onu yıllarca karanlıktan. Artık bir şey görmek mümkün değildi. Artık onu hiç kimse anlamayacaktı. Artık onunla rahatça alay edeceklerdi. Artık ona daha kolayca saldırabileceklerdi. Artık onu ezip geçebileceklerdi. Artık onun basma gelen haksızlıklara sessizce karşı çıkan tek varlık yok olup gittiği için (bunu düşünmek ne kadar günah da olsa evet yok olup gittiği için) onu dinlemeyeceklerdi. Kelimeleri bulmakta zorluk çektiği zaman, içlerinden istihzayla gülümseyeceklerdi. Hem küçüm-seyeceklerdi, hem acıyacaklardı artık. Zavallı kız, diyeceklerdi; bir yandan da onun yanından kaçmak, onunla birlikte olmamak için can atacaklardı. Hayır, önce acıyacaklardı ve bu acımaları yüzünden onun daha küçülmesini, daha zavallüaşmasmı bekleyeceklerdi. Çünkü, şiddeti artmayan, bir zavallılıktan çabuk usanılırdi; böyle bir insanın sağladığı heyecan, kısa bir süre sonra sönerdi. İnsan, kendisine acındıkça alçalmalıydı. Üstelik Sevgi'nin, bir de başını dik tutmaya çalıştığını, küçük boyuna bakmadan, uzun boylu normal bir insan gibi yükselmeye çalıştığını görünce, omuzlarını sükerek uzaklaşacaklardı. Öksüz kalmak, işte bu demekti. Zamanından önce öksüz kalmanın da, boşanmak ve evini terketmek ve başka birine âşık olmak gibi yersiz bir durum olduğu belliydi. Toplum içinde bir yer alabilmek için, her zaman tam kadro ile bulunmak gereki-
206
yıda akrabalar (teyze, dayı, hala, amca, yeğenler v.b.) Sadece sahte bir amcayla (Selim Amca) ve yasa dışı bir babayla kalmıştı. Oysa insanın dedelerinin, büyükbabalarının, babaannelerinin ve büyükannelerinin bile sağ olması gereken bir yaştaydı: On sekiz yaşındaydı.
Selim Bey yavaşça mırıldandı: «Biliyorum: Bu son aylarda, yanında sürüklenmekten ve seni güldürmeğe çalışmaktan başka bir işe yaramadım. Bu gece de, evin büyüğü sayıldığım halde, böyle oturup kaldım. Çünkü ben, bir işe yaramasını bilmem.» Sevgi, başını salladı, «Hayır,» der gibi bir ses çıkardı. «Evet,» dedi Selim Bey. «Hiç bir işe yaramam ben. Bunun için de sağ kalmama müsaade ediliyor herhalde. Ben işe yaramasını bilmem. Ben, insanın karşısında oturmasını bilirim; bazen, anlayışlı bir görünüşle susmasını bilirim; bir şeyler yapmak gerektiğini hissettiğim zamanlar da, bir şeyler yapıyormuş gibi yapmasını bilirim; mevzu ne olursa olsun sonunda, kendimden bahsetmeden kendimi methetmesini bilirim; iyi ve güzel insanlar, kendileri ve başkaları için hayatlarının bir manası olan insanlar ölürken, sağ kalmasını bilirim ve bütün bunları başkalarından biraz daha iyi ifade etmesini bilirim, şimdi yaptığım gibi.» Başını salladı: «Hiç olmazsa kalkıp bir kahve pişirmeliydim; iyi kötü iki fincan kahve yapmalıydım.» Ayağa kalktı, yerinden kımıldamadan Sevgi'yi oturttu. Birkaç dakika sonra, elinde tepsiyle göründü. Sevgi'ye bir sigara verdi; birer sigara yaktılar. Sevgi, dumanı içine çekti; biraz başı dönerek Selim Beyi dinlemeğe başladı.
«Sana hiç bahsetmedim ama, muhakkak duymuşsun-dur: Evliliğimizin dördüncü yılında Nazlı, evi terketmişti. Nasıl derler, bir başkasına kaçmıştı. Acıklı bir durumdu. Ne yapacağımı bilmeden odalarda dolaşıp durdum. Karımın resimlerine baktım. Bir şeyler yapmak, birilerine gitmek, ne bileyim dert yanmak, ondan şikâyet etmek, bana yapılan bu haksızlığı ortaya döküp sızlanmak istemeliydim. En azından, herkesin yaptığını yapmak gelmeliydi içim-
207
yordum. Üstüm başım dağınık, sokaklarda sürükleniyordum. Söze nereden başlanacağını bilemiyordum herhalde: Durup dururken birine giderek söze başlayamazdım ya. Fakat biri benimle konuşmağa başlayınca da, söz dönüp dolaşıp buraya gelecek diye korkuyla iç geçiriyordum; göğsüme bu mesele saplanıyordu. İşten erken kaçıyor, meyhanelerde oturuyordum öğleden sonraları. Bir gün, tren istasyonunun yanındaki bir lokantaya girdim; kendimi hamaili yük arabalı yabancı bir çevrede bulmuştum birdenbi.-re ve civarda başka bir meyhane yoktu. Lokantanın bahçesinde, trenlere yakın bir yere oturdum. Erken bir saat olmasına rağmen masalar kalabalıktı. Bir şişe rakı söyledim. (Kimseye bakacak hâlim yoktu.) Sabahtan beri bir şey yememiştim: Biraz meze getirttim. İlk kadehleri hızla içtim, başım döndü. Sonra, çevreme baktım: Konuşuluyordu, hiç bir şey yenmiyordu, sadece kahve çay gibi şeyler içiliyordu. Birileri bekleniyordu. Tren yoluna bakılıyordu. İçmeye devam ettim. Çevremdeki gürültü artıyordu; heyecanlanılıyordu. Masalardaki çaylar bile içilmiyordu. Bütün gözler demiryoluna çevrilmişti. İçki, yavaş yavaş gerginliğimi yumuşattığı için, çevremdeki insanları görmeğe, sesleri duymağa başladım. Dış ülkelerden gelecek bir tren bekleniyordu. Herkes birbirine gülümsüyordu, bir yakınlık havası sarıyordu ortalığı. Ben de gülümsedim (biraz da içkiden). Sonra, onlarla birlikte heyecanlanmağa başladım. Bilhassa tren yoluna bakınca insanın heyecanı artıyordu. Sanki benim de bir yakınım, bir dostum gelecekti. Sanki trenden, mesela Nazlı çıkacaktı birden ve boynuma sarılı-verecekti. Ben de bütün olanları bir anda unutarak onu affedecektim. Hemen bir arabaya binecektik; her şey hemen düzelecekti. Herkes sabırsızlanıyordu-, herhalde tren biraz gecikmişti. Ben, trenin geliş saatini bilmediğim için, biraz rahattım. Dakikalar ilerledikçe benim de gözüm demiryoluna takıldı kaldı. Tren geldiği zaman, herkes kadar heyecanlı, herkes kadar sabırsızdım. Herkesle birlikte gü-lümsüyordum. İnsanlar, yakınmadaki masalarda oturan-
adama biraz hayret, biraz da imrenmeyle bakıyorlardı. Ben, olgun bir adam rolündeydim. Onlar adına endişeliydim: Ya bekledikleri kimse, trenden çıkmazsa diye korkuyordum. Bütün bekleyenleri birer birer gözlerimle takip etmeğe başladım. Önce trenin pencerelerindeki yolculara bakıyordum; trendeki yolcu, birine el sallamaya başlayınca, onun elini takip ederek talihli karşılayıcıyı buluyor ve rahatlıyordum. Sonra, başka ellere bakıyordum. Onlarla birlikte gülüyordum; galiba ben de bir iki kere elimi salladım. (Sarhoşluktan olacak.) Nazlı gelmedi tabii. Biraz mahzun oldum. Benimle birlikte, beklediği gelmeyen birkaç karşılayıcı daha kalmıştı lokantada. Çevremde hüznümü paylaşacak bir iki kişinin daha bulunması, benim de hakiki bir karşılayıcı olarak, sadece beklediği gelmeyen bir karşılayıcı gibi, istasyondan ayrılmamı sağladı. Biraz da gümrük kapısında bekledik onlarla birlikte: Belki de yolcumuzu, o kalabalıkta görememiştik. Sonunda boynumuzu büküp ayrıldık oradan: Nazlı gelmemişti.
Bu oyuna kısa zamanda alıştım. Arada tren istasyonuna uğrayarak tarifelere bakıyordum. Bazen de telefonla soruyordum; ayrıca, trenin geleceği gün de telefon ederek tehir olup olmadığını öğreniyordum. Lokantada beklerken de, artık trenin geliş saatini bilmenin heyecanını, bütün karşılayıcılarla birlikte yaşıyordum. Birkaç bekleyişten sonra daha cesur olmuştum. Elimi hararetle sallıyor, bağırıyor, sesleniyordum. Beni, tanıdıklarından birine benzetip, bana da el sallayanlar oldu: Bu kadar yolcu içinde, elbette birinin ahbabına benzeyecektim. Böyle yanılmalar, benden başkalarının da başına geldiği için vaziyetimde bir sahtelik olmuyordu. Ayrıca, tren gelinceye kadar en az bir şişe içtiğim için, bu kadar teferruatı düşünerek endişelenecek kadar ayık da olmuyordum. Trenin gelişiyle birlikte istasyonda birdenbire artan hareketin seline kaptırıyordum kendimi. Gümrük memurlarıyla da artık ahbap olduğum için, bana bazı imtiyazlar tanınıyordu. Öyle ya, benim kadar
I
208
209
larımı perondan göremiyordum; tam gümrükçülerden ayrıldıktan sonra, tam ümidimi kesmeğe başladığım sırada yolcum da gümrük kapısından çıkıyordu: Onunla meydanın önünde karşılaşmış oluyordum. Daha sonraları, perona çıkıp beklememe izin verdikleri için, yolcularımı peronda da görmeye başladım. Tren gelince hemen yolcuların! arasına karışıyordum; sonra da gümrükçülere görünmeden ortadan kayboluyordum: Yolcularımı (genellikle birden fazla olduklarını söylüyordum) peronda buluyordum ve kalabalığın içinde beni göremiyorlardı tabii. Gümrükçüler, bazen masama oturuyorlar; ne kadar yolcun var Tahsin Bey, diyorlardı. Beni pek sevmişlerdi. Onlarla, Selim Bey olarak konuşmak garibime gittiği için; bu maceranın, Selim Beyin günlük hayatı dışında bir gidişi olduğu için, ben karşılayıcılık işinde Tahsin Bey olmuştum. Hattâ bir gün, gümrükçülerden biri, istasyonun dışında bir yerde arkamdan Tahsin Bey, diye bağırınca hemen başımı çevirmeyi akıl edemediğim için tuhaf bir vaziyete düşmüştüm. O günden sonra ne zaman arkamdan Tahsin Bey diye bağırılsa hemen döner bakarım.»
Selim Bey, derin bir nefes aldı. «Her hâdisemde olduğu gibi, bunda da işin sonunu bir türlü getiremedim: Uzattıkça uzattım. Allahtan o sırada Nazlı eve döndü. Fakat ben, bu bekleme huyumdan hemen vazgeçemedim: Bir süre istasyona sürüklendim durdum. Sonra, beni rakı içmek gibi saran bu iptiladan da vazgeçtim. Karımla da, ne evden ayrılışını, ne de dönüşünü hiç konuşmadık.
«Sonra, Nazlı'yı kaybettim. Şimdi bazen düşünürüm: Ne olurdu, aramızda her şeyi konuşmuş olsaydık. Nazlı bana evden ayrıldıktan sonra nasıl yaşadığını anlatsaydı, neden birdenbire kaybolmak istediğini açıklasaydı. O kadar sevdiğim karımın hayatına ait bir kısmı, hiç bir zaman bilemedim. Sanki iki yıl, Nazlı hiç yaşamadı bana göre. Biliyorum, denebilir ki, üzücü olaylarla karşılaşılacaktı; insan, belki de hiç istemediği sözleri duyacaktı. Olsun; hiç
210
oır insan nayatının o kadar yılını hiçe say maktan daha iyidir herhalde. Onun iki yılını yok saymakla, onun bu yıllarda neler hissettiğini bilmek istememekle, çok sevdiğim bu insana da bir bakıma hürmetsizlik etmiş oldum.»
Sevgi, hayır gibi, başını salladı. «Öyle oldu, öyle oldu,» dedi Selim Bey. «Şimdi de, hiçbir şeyi tamir etmek mümkün değil artık. Nazlı'nın hiç bir acı sözü, ölümün getirdiği o geri dönülmez soğukluk kadar çaresiz bırakmayacaktı beni. Neyse geçelim bunu. Karım öldükten sonra, gene istasyona gitmeğe başladım. Bu işin, artık değişik bir tarafı, bir tadı kalmamıştı. Bütün insanlarımız gibi, ben de hayatımda bir kere biraz değişik bir harekette bulunmuştum ve bütün insanlarımız gibi, artık ömrüm boyunca kendimi ve herkesi bıktınncaya kadar bu hususiyetime yapışıp sürüklenecektim; bütün hayatım boyunca bu küçük istisnaya tutunmaya çalışacaktım.
«Gümrük memurları değişmişti, eski garsonlardan hiç biri kalmamıştı. Nazlı ölmüştü ve onu beklemek diye bir mesele olamazdı. Bunu hayal bile edemezdim. Başka bir çareye başvurdum; daha doğrusu, bir trenin kalkış saatine yakın bir sırada lokantaya gittiğim zaman, oyunun mahiyet değiştirebileceğini gördüm. Herkes üzgündü: Yakınları gidiyordu. Ben gene ön masaya bütün rakı takımıyla kurulmuştum. Artık oyun oynamak lüzumunu da hissetmiyordum; Uğurlamaya geldiğim bir yakınım olmadığı belliydi. Bu sebepten, kimsenin dikkatini çekmiyordum. Suratımı asmış oturuyordum: Nazlı gitmişti. Gidenler sevinçliydi. Geride bıraktıklarına karşı ayıp olmasın diye üzgün görünüyorlardı. Gene de, hakikaten üzülen bir iki samimi yolcu vardı. Ben, kimse bilmemekle beraber, kötü bir roldeydim.- Bütün gidenlerin, tıpkı Nazlı gibi, bir daha dönmeyeceği esası üzerine kurmuştum maceramı. İçimden, her kalkan trene 'Ölüm Katarı' gibi, 'Karanlıklar Treni' gibi isimler takıyordum. Toplu bir cenaze törenine gelmiş gibi hissediyordum kendimi. Fazla masraf olmasın diye, bir
211
tren dolusu ölüye tek tören yapmyorau. muuı ve uıjııua masrafını azaltmak için, bütün ölüler, daha tam ölmeden, daha hareket güçlerim tam kaybetmeden, kendi ayaklarıyla törene geliyorlardı. Nazlı, bir tren önce gitmişti; ben de, onu uğurladıktan sonra, hazır gelmişken, diğer törenlere de katılıyordum. Muhayyilesi kuvvetli bazı insanlar, sevdikleri ölülerin uzun bir yolculuğa çıktıklarını düşünmüşlerdir; bense, bütün yolculuğa çıkanların ölmüş olduğunu düşünüyordum. Ne büyük bir günah, değil mi?»
Sevgi, bu sözlere kapılmış dinliyordu. Selim Bey 'günah' kelimesinden sonra susunca, içerde yatan annesinin acısı, yeniden daha şiddetle içine saplandı ve bu acıyla birlikte, annesine ve kendisine yapılan hazsızları hissetti. Belki, 'günah' kelimesi yüzünden düşündü bunları. Hayır, kelimeler aldatıcıydı; kelimeler, bizi gerçeklerden uzaklaştıran küçük tuzaklardı. Sevgi, o gece daha birçok şey düşündü, birçok şey hissetti. Neler olduğu sorulursa 'şey' kelimesinden başka türlü tarif edemeyeceği bir sürü şey. Allahım, dedi sonunda; ne olurdu bütün bu 'şey'leri anlatabilecek gücüm olsaydı.
Cenaze töreni kalabalık olmadı. Camide ve mezarlıkta da, küçük bir kalabalık gören hafızlar, yanlarına fazla sokulmadılar; evlerine, durmadan ilâhiler söyleyen tanımadıkları bir kalabalık da gelmedi. Tabutun üzerindeki örtüden, ölenin bir kadın olduğunu anlayan dilenciler, yersiz yurtsuz fakirler de, rahmetlinin elbiselerini almak için durmadan kapıyı çalmadılar. Bir apartmanda oturmadıkları için, tanıyan tanımayan bütün kiracılar evi işgal etmedi. Hiç kimse, ölenle ölünmez diyerek, önlerine bir tas çorba ya da bir et yemeği sürmedi. İhtiyar kadınlar takımını da Sevgi, çok bitkin olduğunu ileri sürerek, eve dönmeden başından savmıştı. Selim Bey onu yalnız bırakmadı. Bu şehirde Sevgi'yi bağlayan hiç bir insan kalmamıştı: Selim Bey de şehirden ayrılmayı düşünüyordu. Ev satıldı, eşyalar satıldı; Sevgi'nin annesi gibi ufak tefek kadınlar bulundu ve Leyla" Nezihi Hanımın elbiseleri onlara verildi.
2İ2
ter satın aldı; bütün gün evde, Selim Beyin gelmesini beklerken, defterin başında düşündü. Sonunda, defterin ilk sayfasına, 'Özet' adında küçük bir parça yazdı:
ÖZET
Burada doğdum. Çok büyümedim. Bir ay önce annem öldü. Onu severdim. Bana benzerdi. Bazı haksızlıklar oldu. On sekiz yaşındayım. Daha liseyi bitirmedim. İyi bir öğrenci değilim. Annemi burada bırakıyoruz. Yalnız kaldım. Uzun yazmayı sevmiyorum. Kadınca bazı dertlerim var. Utanıyorum. Annem gibi ölmüş olmayı isterdim. Fakat, annem gibi genç yaşta ölmekten de korkuyorum. Beni anlayacak biri çıkar mı acaba? Bugün salı.
Özetin altına, bulunduğu şehrin adını yazdı ve o günkü tarihi attı.
213
MUM IŞIĞI
I
«Bu mumlan kime yakıyorsun güzel kızım?» Siyahlar giymiş bir kadın, Sevgi'nin yanma sokuldu. Sevgi'ye 'kızım' diyemeyecek kadar genç bir kadındı. Sevgi karşılık vermedi; tanımadığı insanlar, onunla birdenbire konuşunca şaşırırdı. Ortaokula liseye giderken yoldaki sakin, ağırbaşlı ve terbiyeli görünüşü, orta yaşlı kadınlarda bir hayranlık, bu küçük kızla konuşma isteği uyandırırdı. Oğullarına, yeğenlerine hanım hanımcık eşler arayan kadınlara bile rastlamıştı: Sevgi'den annesinin babasının kim olduğunu sorarlar, ev adresini isterlerdi. Sevgi, bu konuşmalardan, peşinden gelen erkeklerin söz atmalarından olduğu kadar sıkılırdı; ne diyeceğini bilemezdi. Bu kadınlar da onun 'güzel' ve 'kız' olduğunu düşünerek seslenirdi ona, erkekler gibi. Fakat, bu siyahlı kadından farklı olarak, herhalde onu gelinleri -oğullarına ait bir şey-•olarak benimsemeye başladıkları için 'benim' güzel kızım derlerdi. Bu kadında değişik bir hava vardı: Sevgi ile evlendirecek kadar büyük bir oğlu, bir yeğeni olamazdı. Ayrıca, kaynana adayları gibi, yapmacık bir gülümsemeyle de konuşmuyordu; gözlerinde, bu dünyanın varlıklarını uyanık bir bakışla süzen bir ifade olmakla birlikte, onların ötesinde başka şeyler arayan bir dalgınlık vardı. Bu karışık ifade biraz ürkütücüydü: İnsanı bir yöne doğru çekerek sonra, birdenbire olmadık bir söz edebilirdi sanki. Selim Bey için bu ifade çok yabancı değildi: Sevgi de, hiç bir ye-
215
şırtan bir soru sorduğu zaman ya da Selim Beyin sözlerini uygun bulan bir ifadeyle dinlerken birden gözlerini ihtiyar adama dikip, 'samimi olduğunuza inanmıyorum,' dediği zaman aynı anlaşılmaz görünüşe bürünürdü. Sevgi, bu tavırlarını, aklı başında bir davranış, duygularına kapılmadan hareket etmek gibi deyimlerle yorumlardı. Selim Beyin yeğeni Ergun, aynı düşüncede değildi: Ona göre, bu kız insanı dinlerken kafasında durmadan hesaplar yapıyordu. Bu sessiz kızda, günlük yaşayışla ilgili meselelere karşı tabii bir yatkınlık vardı. Ergun -kendi deyimiyle- bu 'gürültüsüz hesap makinesi'nden korktuğu için bunları yalnız Selim Beyle konuşurdu. Ergun'un, Selim Amca ile kendisi hakkında pek tatlı olmayan şeyler konuştuğunu bilirdi Sevgi, önem vermezdi. Ergun, tembel ve başkalarının sırtından geçinmesini bilen bir sahtekârdı; onun sözlerine kimse aldırmazdı. Ergun istediği kadar onunla 'ahlak hocası' diye alay etsin; türbeleri, kiliseleri mum yakarak dolaşmasına gülsün -hem de yüzüne karşı- Sevgi, başım çevirip ona cevap bile vermezdi: Sanki Ergun orada yokmuş gibi geçip giderdi. «Bana hayalet muamelesi yapıyor,» diye sızlanırdı Ergun. Akraba olmayan bir kızın, aile içinde kendisinden daha çok tutulmasını kıskanırdı. Sevgi'nin arkasından seslenirdi: «Hayaletlerden bile daha çok korkuyor. Büyücü!»
«Ölülerimiz için dilekte bulunuyorum efendim,» diye cevap verdi Sevgi, terbiyeli bir sesle. Siyahlı kadın, gözlerini boşluğa dikti: «Onlar için dilekte bulunmağa lüzum yok; bizim hayal edemeyeceğimiz kadar iyi bir hayatın içinde onlar.» Gülümsedi: «Mesela benim kocam: Sevdiklerinin arasında şimdi. Ne yaptığını görür gibi oluyorum.» Başını gökyüzüne kaldırdı, «Resim yapıyor şimdi,» dedi. «Bizim göremediğimiz en güzel manzaraları, düşünemeyeceğimiz kadar güzel renklerle boyuyor.»
Sevgi, bir insanın ilk sözlerine karşı duyduğu içten gelen güvensizliğiyle dinliyordu siyahlı kadını. Kimsenin ilk
216
rılıp onunla öpüşmezdi ayrılırken. İlk izlenimleri genellikle olumsuzdu; sadece, sessiz insanlar hakkında 'kibar' ya da 'terbiyeli' gibi yargılar verirdi. Böyle insanlar da çoğu zaman, ilerde gerçekleştirmek istedikleri çıkarları için yatırım yapan sinsi yaratıklardı. Bununla birlikte, büyük rezaletlere karışmadıkları sürece, kibar ve terbiyeli görünüşlü kimselere büyük itirazı yoktu. Ergun gibi, daha ilk bakışta amaçları belli olanlara gelince... onlar için düşünmeğe bile değmezdi. Cennette resim yapan adamın dul karısı için de -hemen kendini ortaya koyduğu gerekçesiyle-olumlu şeyler düşünmemişti. Fakat dul kadının gözleri, Sevgi'yi sanki çok önceden tanıyan bir kayıtsızlık içinde» olduğu için, kolayca bir yargıya varamayacağını seziyordu. Ne var ki, dünyada 'sizi anlıyorum' gözlerinin sahteleri türemişti; gerçeği sahteden ayırmak çok zordu. 'Sizi -anlıyorum konuşmanıza- ihtiyaç yok' ya da 'siz-onlara -bakmayın - yalnız - gözlerime inanın' bakışlarının çoğu aslında 'bugünü - geçirmek - için - birine - ihtiyacım - var' kalıbından ibaretti. İnsanın, böyle sahtekârları görünce, başı ağrıyordu. Sevgi, elini başına götürüp alnını tutuyordu,, böylelerinden zarar görmemek için. «Bu yüksek mahkemeyi kim musallat etti başımıza? Bu yetkiyi kim verdi sana?» diye tepmiyordu Ergun; onun parlak kumaşlı daracık elbisesine, ceketinin üst cebine ustalıkla yerleştirilmiş beyaz kolalı mendiline küçümseyerek bakıyordu Sevgi. «Sokağa çık sokağa!» diye bağırıyordu Ergun. «İnsanların arasına karış, insanları tanı.» Canlılık Ergun demekse, canlılıktan nefret ediyordu Sevgi.
«Çok solgun görünüyorsun kızım,» dedi siyahlı dul. «Kendin için dilekte bulunmak istemez misin?» Sevgi'nin yüzündeki bütün çizgiler aşağı sarktı, elleri parmaklıklara dokundu. Çimenlerin içinden yükselen parmaklıklı duvarın delikleri, yüzyılların izlerini taşıyordu; taşlara ölümcül düşünceler sinmişti. Sevgi kendi ayaklarını gördü: Çimenler, tozlu ayakkabılarını yer yer temizlemişti. Mum
21?
tün dilekler gerçekleşiyor mu?» diye sordu, gözlerini kaldırmadan. Dağılmış, erimiş, birbirine karışmış dilek mumlarını ve mumlara bağlı dilekleri yutuyordu sanki bu demirli pencere. Siyahlı kadın, yanan mumların üzerine uzattı ellerini: «Çok istiyorsan gerçekleşiyor. Yalnız ve yalnız bunu istersen, bütün aklınla ve duygularınla tek bir dileğe yönelirsen oluyor ancak. Neden isteğini düşünmezsen, dileğinin yaratacağı sarsıntıya dayanabüeceksen isteğine kavuşuyorsun. Yalnız; yaşayabileceğin her şeyi bir yana itmelisin: Dişlerini ve yumruklarını sıkarak bütün şiddetinle sarılmalısın bu dileğe.» Ellerini mumların üstünden çekti, gözlerine götürdü.
Sevgi, kollarını kavuşturarak bir süre düşündü. Sonra, dinlediği sözlerden birini seçti: «Düşünürsem ne oluyor1? Düşünmemeli miyim?» Dul kadın, Sevgi'nin son yaktığı mumu üfleyerek söndürdü; çantasından bir kutu kibrit çıkararak uzattı: «İstemekte zorluk çekiyorsun: Başkalarının dileklerini yerine getiren kuvvetlerden korkuyorsun. Bilmeden birbirine saldıran dileklerin karışık dünyasına girmekten çekiniyorsun.» Kibrit kutusunu Sevgi'nin avucuna koydu, «Kendin için bir şey dile,» dedi, esrarlı bir sesle. «Senin de bu aydınlık içinde küçük bir ışığın olsun.» Sevgi, kadının gözlerine baktı: «Başka mumlardan yakılması gerekmez mi?» Kadın, fısıltıyla karşılık verdi: «Senin yaktığın bir mum olsun: Dileğin, başkalarmmkine karışmasın. Başkalarının ihtirasları, senin mum ışığını kirletmesin. Bir şey düşünme, bir şey isteme. Sadece mumu yak. O, senin içini bilir.» Kutu, Sevgi'nin avucunda öylece duruyordu. Siyahlı kadın sordu: «Benden korkuyor musun?» Sevgi, kutuyu parmaklarının arasında sıktı, karanlık pencereye doğru yürüdü: «Bilmiyorum.»
Birlikte döndüler. Yolda konuşmadılar. Belki de, bulut ların üstünde resim yapan adamla, artık üşümeyen kadını düşündüler. Şehre yaklaştıkça, mumların ve yosun tutmuş duvarların görüntüsü yavaş yavaş silindi. Önce dar so-
218
çük türbeleri geride bıraktılar,- küçük mezarlıklardan, birbirine yaslanmış cumbalı evlerin pembe, sarı badanalı duvarlarının ve bu duvarlara dayanmış eski görünüşlü dilencilerin arasından geçtiler. Yol kavşaklarında tek ağaçlı ve tek mezarlı mezarlıklar; ahşap evlerin arasında, evlerin bahçesindeki çiçeklerle sebzelerle insanlarla -özellikle çocuklarla- birlikte bulunan mezar taşlarını gördüler. Sonra, gürültü ve kalabalık arttı: Öteki dünyanın yapılan arasına, bu dünyanın kuruluşlan girdi. Yumuşak taşlı ve yeşil boyalı demir parmaklıklann arasında mumlann yerini eşya yığınları, insan başları, dernek tabelalan, şerbet kavanozlan, gazoz şişeleri almağa başladı. Yollar genişledikçe manzara değişti, özellikler değişti: Uzak dünya-lann düzeniyle uğraşan derneklerin yeşil boyalı tabelalan silindi; spor kulüplerinin, gençlik derneklerinin iki renkli -futbolcu forması gibi - levhalan göründü. Türbe görünüşlü yapılann önündeki geniş kaldırımlarda tavla oynayan, kahve içen insanlara rastlandı. Sonra depo, ambar, antrepo isimleri hepsini sildi: Gürültüyle koşuşan kâtipler, terli sırt hammallan, bağıran at arabacılan, karanlık bir girişin yanından iki basamakla çıkılan kulübelerin içine kendilerini hapsetmiş şişman patronlar her tarafı kapladı. At arabalanndan ve manevra yapan kamyonlardan tıkanan yolda, bindikleri aracın içinde uzun süreler beklediler. Eski taşlann arasındaki parmaklıklardan, eşya paketleyen kızlar baktı onlara. Sırtlannda kocaman sandıklarla iki büklüm hamallar önlerinden geçti. Atlarının dizginlerini ayakta tutan arabacılar, arabalanyla taşlan çınlatarak geçip giderken Sevgi ile siyahlı kadına bakmak için döndüler, onlan şöyle bir süzdüler.- Kirli camın gerisinde soluk bir aile fotoğrafı gibi duruyordu kadınlar. Dar bir boğazı daha geçtikten sonra gökyüzünü gördüler. Duran kamyonları da geride bıraktılar. Otobüslerin ve otomobillerin çevresini karınca gibi saran insanlarla dolu caddeye ulaştılar sonunda. Şoför, «Buraya kadar,» dedi, başını çevirmeden.
219
ce, cep defterinden kopardığı bir yaprağa adını, adresini yazdı; evinin çevresindeki caddeleri, sokakları uzun uzun çizdi. Nerede vasıtadan inileceğim, hangi sokaklardan geçileceğini oklarla gösterdi; kendi evinin olduğu yere de kocaman bir çarpı işareti yaptı. Ayrıca, Sevgi'yi beklediği günün tarihini, saatini de yazdı. Ona itiraz etmek güçtü; muhakkak bekliyordu. İkisi de yalnızdı; konuşacak çok şeyleri vardı. Ayrılırken, beyaz eldivenli elini Sevgi'ye uzattı.. Sevgi evine, Selim amcasıyla birlikte yaşadığı eve dönünce, bu karşılaşmadan söz etmedi. Selim Bey, başka dünyalara yapılan bu gezintilerden pek hoşlanmıyordu. Bir-yerde, artık ölülerin gömülmesi gerektiğini söyleyerek ho-murdanıyordu. Emekliye ayrıldıktan sonra, sosyal meselelerle uğraşmaya başlamıştı Selim Bey. Dirilere yapılan haksızlıklarla ilgilenmek gerektiğini ileri sürüyordu. Ölümün ağır havasından şikâyet ediyordu. Süleyman Turgut, Beyin ölüm haberi geldiği zaman da Sevgi'ye, bilinmeyen büyük kuvvetin yargılarındaki karmaşıklığı anlayamadığını söylemişti. Sevgi'nin babası bir pansiyonda ölmüştü. Pansiyoncu kadın olayı bir telgrafla bildirmişti. Süleyman Beyin cenaze törenine giderlerken yolda Selim Bey, dert, yanmıştı Sevgi'ye: İnsanlar, tam kötülüklerinden temizlendikleri ve ilerde kurulacak yumuşak dünyada yer almaya, hak kazandıkları sırada ölüyorlardı. Babasından Sevgi'ye bir bavul içindeki kirli çamaşırları, gömlekleri, çorapları ve iki kat elbisesinden başka, emekli aylığının belirli bir yüzdesi kalmıştı. Süleyman Turgut Beyi, Leyla Nezihi Hanımın yattığı mezarlıktan uzakta bir yere gömdüler: Leyla Hanımın çevresi dolmuştu. Böyle işleri önceden düşünmek gerekiyordu. Sevgi her işte bir hayır olduğunu, belki annesinin böyle istediğini ileri sürdüğü zaman, Selim Bey şiddetle itiraz etmişti; Süleyman'la Leyla Hanımın arasındaki anlaşmazlık mutlaka geçiciydi, böyle sessizce eriyip giden iki varlığın temelde bir çatışması olamazdı. Selim Beye göre, bu insanlar asıl çatışmayı sezecek kadar
Dostları ilə paylaş: |