Tehlikeli Oyunlar



Yüklə 1,34 Mb.
səhifə3/32
tarix20.11.2017
ölçüsü1,34 Mb.
#32393
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32

39

şıp kendi kendine gülümsuyorau saaece. lanma. ca da, bir sigara versene diyerek gülüyordu. Elbiseleri bol gelmişti üzerine: Elleri kaputun içinde görülmüyordu. Kollarını sıvayarak alıyordu sigarayı. Sonra, büyük adımlar atıyor ayaklarına dar gelen postallarını gıcırdatarak yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Yürüyüşü hiç bir askerî adıma uygun değildi albayım; iç hizmet talimatnamesine aykırı bir deliydi. Kimse kimseye aman vermiyordu üstelik: Akıllılar bile birbirlerini su birikintilerine itiyorlardı. Piyade taliminde binbaşı, kızdığı öğrencilere, çamurun içine 'yat' komutu veriyordu. Fakat 'o' hiç bir komuta uymuyordu albayım. Bir keresinde durup dururken, sınıftan çıkıp gitmişti; binbaşının şaşkın bakışlarına aldırmamıştı. Binbaşı bile sonradan akıl edebilmişti kızmayı. Böylelerini, savaşta olsa, divanı harbe verirler değil mi albayım? Çünkü bütün mektebe kötü örnek oluyordu: Bizim yakamızdan bir numara düşse, o hafta izinsiz kalıyorduk; o, postallarının bağlarını bile söküp atmıştı. Her yerde tartışma konusu oluyordu: Genç subaylar —teğmenler filan— ona göz yumulması gerektiğini ileri sürdükleri zaman, binbaşılarla yarbaylar bu görüşe şiddetle karşı çıkıyorlardı. Biz de ona iyi davranmıyorduk: Onunla alay etmemek elden gelmiyordu; çünkü ona takılmak çok kolaydı. Sonra bunun da tadı kalmadı tabii. Ben biraz çekimser davranıyordum; üniversiteden sınıf arkadaşımdı, bir kötülüğünü görmemiştim. Yalnız, onu kerhanede dolaşırken görenler vardı. Ben de görmüştüm. İçeri girdiğini gören yoktu. Zayıf bir ilgi duyardım ona; pek sevmezdim. Benden çalışkandı, tıraş olmazdı, kötü giyindiği bile söylenemezdi. Askere gelmeden «tedavi gördüğü» ileri sürülüyordu. Askerdeki cesareti yoktu o zamanlar; şimdi de bütün garip tavırları yetmiyormuş gibi, üstelik bizimle alay eden bir ifade vardı yüzünde. Tabii biz aldırmıyorduk; üstlerimiz aldırıyordu. Yalnız, hakkında alınacak tedbirler konusunda anlaşmazlık vardı. Bir kere askerliğe başlamıştı; terhis edilirse, ona özenenler çıkabilirdi. Emirleri biraz dinleseydi, talime çıkarken herkesten ayrı tek başına yürümeseydi, sı-



40

liiiLcı najjuıujıa utuııııaaayuı. ır\.a,±JUL illi öiz,ifcli ı UM u

artmıştı ki onu haklı bulmamaya imkân yoktu.) Daha bir ay geçmeden postallarını değiştirmişti; eskileri kötü ko-kuyormuş. (Doğruydu.) Yeni postallarının da bağlan yerlerde sürünüyordu; uzun kaputunun etekleri çamur içindeydi. Askerliğin yüz karası olarak ortada dolaşıyordu. Herkesi güç durumda bırakıyordu. Bir akşam yemeğinde bisikletle yemekhanede dolaşmağa kalkmıştı. Nöbetçi çavuşun bisikletinden yararlanmıştı. Mesele çıkarılmadı; olay örtbas edildi. Elbiseleri ilk dağıttıkları gün, kaputuna itiraz etmeyen tek öğrenciydi. Daha o zaman anlamalıydık, diyorlardı. Biraz geç kalmışlardı.

Elini kapı tokmağının üzerinde unutmuştu; oysa gözleri, elinin üstündeydi. Kapıyı yeşile boyamışım; boyaları akıtmadım. Kâmil Bey, gecekondusunu boyarken akıtmıştı. Fırçayı kuvvetle sürersin, tahtaya yedirirsin boyayı. Gecekondunun duvarları yapılırken Kâmil Beyin oğlu Nihat* la birlikçe çalışmıştık, kerpiç karmıştık. Çamuru alıyorsunuz, içine saman çöpü koyuyorsunuz. Güneşin altında deliler gibi çalışmıştık. Üçüncüsü kimdi? Adı neydi? Hiç de çalışmıyordu, deliler gibi. Sınıfın tembelleri arasındaydı. Galiba, başının arkasına bir ağrı saplandığı için çalışamı-yormuş. (Hep başka rahatsızlıklardan yakınırlar.) Ne yapıyordu? Evet, koridorda anahtarlığını havaya atıp tutuyordu. Önce tavana kadar hızla savuruyordu. Sonra yakalıyordu. Peki, ne var bunda? Herkes yapar. O, çok yapıyordu. Bütün teneffüslerde yapıyordu. Bazıları da çok tespih çeker. O başka. Neden başka? Bu işler nereden idare ediliyor? Kim karar veriyor bütün bunlara? Üstelik çok us-talaşmışti: Üniversitenin en iyi anahtarlık yakalayıcısı olmuştu. Başka davranışlarıyla da ilgi çekiyordu: Dekana bir mektup yazmıştı: Sayın dekan, bazı derslere çok az öğrenci devam etmektedir. İmtihanlarda bu derslerden kopya çekilerek geçilmektedir. Ben, kopya çekmediğim için, kalmış bulunuyorum. Bu derslerin kaldırılmasını ya da gereken ciddiyetle yeniden ele alınmasını rica ederim. Say-

41

gılarımla. isim, adres, imza filan hepsi tamamen. ları doğruydu. Dilekçe, ilgili kürsüye gönderildi ve anahtarlık fırlatıcısı, bir yıl daha kaldı o dersten. Çalışamıyor-du. Kendisini çalışma masasına zincirle bağladığı halde çalışamıyordu.



Merdivende bir ayak sesi duyuldu. Kafasının bir yanı dul kadının yaklaştığını sezdiği halde, bir başka yanında ilgisiz düşüncelerin etkisi devam etti: O zamanlar fırçayı bu kadar iyi kullanabilseydim, Kâmil Beyin kapılarını ben boyardım. Ben, ne anahtarlıklarla uğraştım, ne de tespihlerle: Kerpiç yaptım. Oysa öteki —ayağından masaya bağlı olan— zincirlerini sürükleyerek su dolu leğenin yanma gidiyormuş kayıklarım yüzdürmek için. İşin saçmalığını bal gibi biliyorum, diyordu. Gene de kâğıt bacalı kâğıt gemilerimi yüzdürmekten kendimi alamıyorum. İradesini zayıf buluyordu. Kâmil Beyin karısı da çok biberli çorbalar yapıyordu. Yemeği yere bağdaş kurarak yerdik; ya-¦dırgamazdım.

Dul kadını gördü kapı aralığından; telaşlandı. Neredeyse kadının yüzüne kapayacaktı kapıyı. «Buyur Nurhayat Hanım,» dedi zayıf bir sesle. Kadın çekinerek, «Rahatsız ettim kardeş,» diye sokuldu. «Bir mektup yazdıracaktım bizim oğlana.» Bu kadının da bir kocası vardı, onunla yatıyordu. Zor iş olmalı rahmetli için. Üç tane de çocuk... Kadının kapıda durduğunu gördü, yolu kapadığını anladı. Kenara çekilerek, «Ayaklarını çıkarma Nurhayat Hanım,» dedi. «Ev zaten kirli.» Sözümü dinlemedi. Ayaksız dolaşırsın o halde; sen bilirsin. Kadından çamaşır sabunu ve yağ kokuları yükseliyordu. Ellerinin çatlakları arasında, şişkin ve yağlı derisi parlıyordu. Kıpkırmızı elleri var. Çizgilerle dolu soluk yüzü ve elleri, sanki aynı inşanın değildi. Kara bir çalı gibi karışık kaslarıyla uzun kirpikleri arasında gözleri kaybolmuştu. Ten rengi kalın çoraplar giymişti; üstüne de dizine kadar gelen siyah yün çoraplarını geçirmişti. Entarisinin üst kısmını, bluza benzeyen kısa bir şey örtüyordu yer yer. En üstte vişne çürüğü ren-

42

UO IV» L ivclU



„ V UO IV» L ivclU tUUİSBier

vardır belki. İnsan nesli yeryüzünde görünmeden önce yaşamış zırhlı hayvanların bugüne miras bıraktıkları küçük akrabalarına benziyordu. Kabuklarının verdiği zorlukla ağır ağır yürüyen bir hayvan... döşemeleri titretiyordu. Odaya girince hemen masanın yanına geldi, yaslandı; kendi yaslanmadı, elbiseleri yaslandı. Derisi, eti çok daha derinde... Elini koynuna soktu, elbise ya da çamaşır tabakaları arasından ikiye katlı bir zarf çıkardı. Hikmet'e uzattı, «Cevabı yazmadan bir daha okuyalım, olur mu kardeş?» ¦dedi inceltmeye çalıştığı bir sesle. Başörtüsünü takmamış: Artık iyice kardeş olduk demektir bu. Bir iki tokaya rağmen siyah saçları dağınıktı, yüzünün orasına burasına savrulmuştu. Hikmet, sandalyesini masanın önüne çekti, karnını keskin çıkıntıya dayayarak oturdu. Oldu. Nurhayat Hanım, hırkasının cebinden buruşuk bir kâğıt çıkardı: «Suna yazıver istersen.» Hikmet, masanın tek çekmecesini karıştırarak, «Olmaz,» dedi. «Bende daha düzgünü var.»

Önce, askerden gelen mektubu bir daha okudular. Nurhayat Hanım, masanın yanından Hikmet'e doğru sarktı; Hikmet de mektubu tam karşısına koydu özenle. Hangi şarkıyı okuyacaksınız Bayan Nurhayat? Parmaklarını açarak masanın kenarına dayadı. Ben de size piyanoda refakat... «Oğlanın yazısı düzgün mü?» «Anlaşıldı,» dedi Hikmet, «İçimden okutmayacaksın bana. Buyur dinle:

Pek möhterem annecim

Asker ocamda sizlere 3 mektupumu yazıyorum. Beni şimdi hayvanlara verdiler. Atlara katırlara bakıyorum. İç-timada uzun çavuş beni ayırdı. İstiklal muharebesinde atlar çok mühimmiş dedi bize anlattı. Mustafa Kemal paşa askeri toplamış anlatmış. Türk nalbantları demiş. Atlarımızı artık kendimiz nallamalıyız. Çavuş senin yazın iyi dedi bana. Ben de tavlanın kapısına iç tarafa at binenin kılıç kuşananın yazdım. At nallamasını öğretti çavuş bana. Başkaca bir iş yapmıyorum bu sırada. Buralarda kış er-

43

ken bastırıyor. Subay mahfelindeki sobayı bana yaktırıyorlar. Elimden iş geldiği için subayların hizmetine baktığım oluyor. Geçen mektupumda söz ettiğim teğmen de okumaya meraklı. Odasında yazıyormuş Mahmut söyledi. Temsil verdirecekmiş. Beni çağırdı Hidayet dedi. Sende benim temsilimde oynarmısın. Bana okudu. Tabur Kumandanından izin almış. Cumhuriyet bayramına hazır edecekmiş. İstiklal muharebesinden olacak içinde eski Türk savaşçılarından da yazacak. O kısmını pek anlayamadım. Sende bir askerin komutanla konuşmasını yazar mısın dedi ben nasıl yazarım dedim. Orta birden ayrıldım dedim. Fakat türkçeci beni severdi biliyormusun! Bir gün ağaçları yazın demişti, ağaçlar demiştim bende uzun dalları gökyüzüne uzanır, o zaman dil bilgisi öğreniyorduk, daha düzgün yazıyordum elbette. Şimdi bilemem kendisini mektuplardan gıyaben tanıdığım Hikmet abi ne diyor. Mektupları okuyunca ne diyor acaba. Ağaçlar demiştim kuru dallarını uzatarak bulutlardan yağmur bekler. Aferin demişti türkçeci nasıl yaptın bu benzetmeyi. Bilmem dedim öyle geldi.



Teğmen anlattı askerin paşayla neler konuşacağını. Bende ekledim. Sen istersen dinleme başını ağrıtırsa. Hikmet ağabey zahmet olmazsa acaba okurmu. Ne yapalım askerde vakit geçiriyoruz. Belki bir tanıdık bulsaydık yazıcı bile yaparlardı beni. Mektupları Hikmet abiye okutuyorsanız bana biriki satırla bildirir nasıl olmuş. Zati kısacık bir parça. Aşağıya yazdım teğmen düzeltti.

GENERAL: Gecenin bu vaktinde üşümüyor musun evladım? Hava soğuk ve rutubetli.

ASKER-. Evet hava soğuk generalim. Üşümüyorum fakat.

GENERAL: Nöbet tutmak için kötü bir hava. Bir ses.

duydun mu?

ASKER: Dallar çıtırdıyor generalim. Hayvanlar olmalı. Nöbet bizim işimiz. Siz dinlenin.

GENERAL: Korkmuyor musun?

44

generalim. Dallar, kollarını kavuşturmuş insanlara benzer. Yapraklar hışırdar, soğukta ısınmak için ellerini birbirine sürten insanlar dolaşıyor sanırsınız.



GENERAL: (Askerin bu sözüne biraz kızmış gibi görünür. Kaşlarını çatar.): Ben öyle sanmam. (Aslında kızma-

mıştır.)


ASKER: Horozun sesi duyuluncaya kadar insan bir tedirgin olur. Derler ki o zaman ruhlar, mezarlanndaki yataklara girerlermiş.

GENERAL (Bu' defa sahiden kızar.): Boş inanışlar bunlar. Anladın mı?

ASKER: Anladım komutanım. (Sözü uzatmaz.) GENERAL: Canlı düşmanları gözetle. Ölü düşmanlardan da korkma. O kadar.

Teğmen biraz daha yazmamı söyledi. Şimdilik bu kadar yazabildim. Yoruluyorum. Subay mahfelinin bir köşesinde geceleri yazıyorum. Işık iyi değildir.

Hikmet başını kaldırdı, Nurhayat Hanıma baktı: Dul kadın sessizce ağlıyordu, gözlerini pencereye dikmişti. Anlamadıkları şeylere de ağlarlar. Sesim dokunmuş olmalı: Sese ağlarlar. Yanağın üzerindeki gözyaşlarına baktı: Te-nindeki engebeleri büyütmüş bu damlalar. Çocuk oturmuş orada, bir şeyler yapmaya çabalıyor-, siz ağlıyorsunuz. Olmuş ve olacak bütün olaylara ağlarsınız zaten. Başını mektuptan kaldırdı: «Mektubun burasına gelince hep ağlıyorsun Hidayet'in temsiline,» dedi. Neye üzüldüğün belli değil. Halin vaktin yerinde olsaydı ağlamazdın. Radyoda mevlut dinlerken de, askerlerin geçit resmini seyrederken de ağlamazdın, dertli olmasaydın. Birden sinirlendi: «Anlamıyorsun işte: Üzücü bir şey yazmamış ki çocuk. Ben de şimdi oturur şöyle yazarım mektubuna-. Sevgili evladım mektubunu dinlerken hep ağladım.»

Kadın telaşlandı: «Dur olmaz!» Biliyorum ben de olmayacağını. Göreneklerimiz böyledir. «Sen beni mektup yazdırmak için mi istedin, yoksa ağlamanı dinletmek için mi?» «Oku oku,» dedi dul kadın. «Ağlamayacağım.»

45

kitaplarından yollarsa çok memnun olurum. Hayır ben söylerim daha iyi. Hikmet abicim. Size tanımadan hörmet-lerimi yollarım. Annem sizden çok bahsetti. Bizde her ne-kadar sizin kadar okuyamadıksa da kitap okumaya düşkünlüğüm vardır. Sağolun anneme mektuplar yazıyorsunuz. Buradaki durumumuz çok şükür iyidir. Bana kitap yollarsanız şimdi hele bir temsil kitabı olursa çok iyi olur. Başkaca hörmet ve selamlar ederim. Annecim. Ben Hikmet abiye söyledim. Zahmet olacaksa hiç zahmet etmesin. Henüz resim çektirip gönderemedim. Kıtada çektireceğim. Süleymanm makinası var. Şehre inince filim alacak. Ben, Süleyman, uzun çavuş ve Haydar hep birlikte çektireceğiz. Sizler, Salim, Ömer nasılsınız. Sobalar yanıyormu; gece dikkat edin. Hepinize selam ve hörmet ederim. Hikmet abiye gene selam ederim.



Oğlun: Hidayet

«Bu kadar lafı da nereden bulup söyler?» diye hafifçe gururlandı Nurhayat Hanım. «Konuşmayı çok sever Allah selamet versin.» «Versin,» dedi Hikmet, gülümseyerek, «Yazdırmak istediklerini tasarladın mı? Yoksa ben bildiğim gibi mi yazayım?»

Nurhayat Hanım silkindi, başını salladı: «Hayır. Evet. Ben anlatayım da sen gene bildiğin gibi yaz.»

Hırkasını çekiştirdi; bir sandalye buldu, kenarına ilişti. Bir iki kere, konuşacakmış gibi yaptı; sonra eliyle ağzını hafifçe kapattı: Kibarlıktan. «Oğlum Hidayet,» dedi parmaklarının arasından. «Oğlum Hidayet,» diye yazdı Hikmet. «Bu kısmını değiştirmem Nurhayat Hanım. Yazıverdim.» «Bir burada iyiyiz,» diye mırıldandı dul kadın, elini ağzından çekerek. «Peki, anladım Nurhayat Hanım. Bir düşüneyim de yazarım hemen.»

Biz burada iyiyiz, oğlum Hidayet. Hüsamettin Bey, Hikmet kulunuz, Nurhayat anneniz, iki adet çocuk, Naciye Teyzenin ve Asuman'm evinden gelerek en büyük ha-

46

dıziı izler bıraKan sümüklüböcekler Inasıl oluyor albayım?), berber taklidi çantasıyla baba taklidi yapan Hamit Beyin hayali, gıcırtılı merdivenlerimiz, biraz kuruyunca kamyon lastikleri tarafından tırtıklı süslerle donatılan derin çamurumuz ve bugün elimizde olmayan nedenlerle son tarafını tayinden aciz olduğumuz hayatımız yani bindokuz-yüzbilmemkaç yılından beri gerçek başlangıcını çeşitli bahanelerle gecekondusal yaşantımıza kadar ertelediğimiz, müddei ömrümüz, hep birlikte bu mektubun satırları arasından sana sıkıntılı selamlar ve durgun saygılar sunarız.



«Bir sıkıntısı, bir istediği varmıymış, bana yazıversin.»

Oğlum Hidayet. Biz burada gerçek, hayal ve anılarla birlikte gayet sıkışık bir vaziyetlerde bulunuyoruz. Üst. katta Hüsamettin Bey albayım, alt katta bildiğin gibi Nurhayat valideniz... bu satırların naçiz muharriri bendeniz de her zamanki gibi gene ortada kalmaktayım. Dul anneninizin kaderi, her zaman onun en aşağılarda olmasını gerektirdiği için, kendi konumlarını bu nedenle önemsemeyerek sizin sıkıntılarınızla meşgul oluyorlar. Yoksa aslında hepimiz başkalarına daha iyi yerler açabilmek için katlanmış bir konumda bulunuyoruz. Hâlihazırda, şahsen durumumu arzedebileceğim bir makamın tedarikinin imkânsız olmasına binaen, bir taşla iki kuş vurmamıza, bir mektupta iki kalbi birden çarptırmamıza müsaadelerinizi rica. ederiz. Saygılarımızla. Bu arada annenizin bir arzulan var: Bir ihtiyacınız olup olmadığını soruyorlar. Kendileri karşımda. Bana yazdırıyorlar. Birlikte oynuyoruz. Bu arada, anılarımla da oynamama izin verir misiniz albayım? Oyunlar yazmayacak mıydık albayım? Aklıma takılan anılardan kurtulmama yardım etmeyecek miydiniz? İşte Nurhayat Hanımla başbaşa bulunuyoruz. Hiç unutmam albayım, bir gün, ihtiyar mütercim Rüstem Beyi de, size daha önce sözünü etmiş olduğum kahvede, kâtibesi ve belki de sevgilisi hanımefendiyle karşılıklı otururken görmüştüm. Onlar (birlikte kahvelerini içerler. Bir gün önce kaldıkla-

47

ler. Kadının elindeki kalem, gözlerinin önünden kayıp giden satırları tek çizgili deftere yavaşça işler.)



RÜSTEM BEY:... Atölyenin duvarları, en nadide tablolarla, Floransa'nm ölümsüz ustalarının fırçalarından çıkmış şaheserlerle lebalep doluydu. (Başını kaldırır.) Yazıyor musun?

KÂTİBE: Evet hayatım. RÜSTEM BEY: Ne diyorduk?

KÂTİBE: (İçinden): Beni denemeden edemez. Kimseye güveni yoktur. (Yüksek sesle) Duvarlar Floransa fırça, diyorduk.

RÜSTEM BEY: Atölye, müstakil biçimde, ortası renkli yeşil camlardan yapılmış bir fıskiye ile... KÂTİBE: Ah ne güzel!

RÜSTEM BEY:... aydınlanmış; kenarlarına paletler, boya tüpleri gelişigüzel serpiştirilmişti. Pintorello de la Luna bugün...

KÂTİBE: Kızı bekliyordu, değil mi? RÜSTEM BEY: (Biraz sabırsız): Evet evet. De de la Luna heyecanlıydı. İpek kadifeden mor kıravatmı ki Gian-maria'nm hediye etmiş olduğu incili iğne bunun üzerinde parlıyordu, bir türlü bağlayamıyordu. Salonun kuzeye bakan sol alt köşesinde, Pintorello'nun sevgili kedisi ki uzun ve yumuşak tüylerle örtülü başının ortasından ona muhabbet ve endişeyle bakan gözleri ki bunlardan, yani gözlerden biri yeşil, diğeri...

KÂTİBE: Ah: Van kedisi, ne güzel!

RÜSTEM BEY (Biraz kızarak): Evet! ...diğeri kırmızıydı, mırnav dedi. (Durur.) Yoksa miyav mı deseydik Hayır. Ancak sokak kedileri miyav der. Pintorello da la la Luna tuvalinin biraz ötesine, mahun ağacından imal edilmiş aslan kuyruğu şeklindeki kabartmalarla yan tarafları süslenmiş masanın... (Düşünür.) masa demek istemiyor tabii. Nasıl desek? Bizde karşılığı yok. Küçük masa gibi bir şey demek istiyor, ama bir kelimeyle anlatılmıyor ki bizim lisanda. Ne yazık!

48

RÜSTEM BEY (Sinirlenerek): Olmaz, anlamazlar. (Kitaba eğilir.) Üstünde kristal içki şişeleri ki içlerinde kırmızı, mavi ve erguvan renkte muhtelif içkiler vardı, bulunuyordu.



KÂTİBE: Anlamadım canım; hem vardı hem de bulunuyordu mu dedin?

RÜSTEM BEY (Yüzünü buruşturarak): Canım efendim, 'vardı' içkiler için; 'bulunuyordu' da şişeler için. Devam edelim. Kesme camın üstünde, atölyenin doğusundaki büyük pencereden girerek salonun ortasından akseden ışık huzmelerinin...

KÂTİBE: Ah! fıskiyeden, değil mi?

RÜSTEM BEY (Başını kaldırmadan): Evet!... oynaştığı müşahede ediliyordu. Gianmaria da nerede kalmıştı? Pintorello de de de, la Lupa...

KÂTİBE: 'Luna' olacak, hayatım.

RÜSTEM BEY (Bozulur): 'Luna' demedim mi?

KÂTİBE (Kesinlikle): Hayır, 'Lupa' dedin.

RÜSTEM BEY (Gözlüklerinin üstünden bakarak): Yaa... sabırsızlanıyor, sinirli parmaklarıyla mor kıra vatının kıvrımlarını çekiştiriyordu. Ah!

KÂTİBE (Telaşla): Ne oldu?

RÜSTEM BEY (Heyecanla): İğne eline battı.

KÂTİBE: Ne yazık! Heyecandan, değil mi?

RÜSTEM BEY ( İlgisiz): Evet, heyecandan. (İçinden) Domuz kadın! 'Lupa'yı duymasaydm olmaz mıydı? (Kadına dönerek.) Yazalım: Mor fonun üstünde kırmızı bir damla belirdi.

KÂTİBE (Coşarak): Parmağından!

«Sobayı kurduk, merak etmesin,» sözlerini duyabildi nedense. Son anda yetişirim; dinlemediğimi anlamazlar. Tamam, Nurhayat Hanım; hemen yazıyoruz: Sobayı da kurduk, Gianmaria'yı da çağırdık, adamın eli kanıyor, aşk zehirlenmesiymiş, parmağını emiyor. Ah bu kadınlar! Dul kadınlar! Sevgi kadınları. Bana da işkence ediyorlardı Rüs-

49

ler. Dayanamadım. Alçak kadın! Sözüm ona, Rüstem Beyi seviyordun; nasıl da duydun «Lupa»yı. Ha - ha.



RÜSTEM BEY: Van kedisi, pençelerini Türk halısına

geçirdi.


Beni de karım bırakıp gitti Rüstem Bey. Manevi bakımdan, demek istiyorum albayım. Bütün kadınlar dul kaldı oğlum Hidayet: Naciye Teyze, Asuman (evlenmediği halde), Sevgi... Merak etme oğlum Hidayet: Soba gürül gürül yanıyor. Sobanın yan açık duran kapağından görünen alevler ve,

RÜSTEM BEY: Fıskiyeden akseden ışık oyunları Pin-torello'nun yanaklarını kızıla boyuyordu. Pintorello, diz kapağından bir karış yukarıda kalan uzun kollu... (Düşünür.) Nasıl desek? bir...

KÂTİBE: «Ropdöşambr» diyemezsin hayatım.

Benim de sözlerimi ağzıma tıkardı karım, Rüstem Bey-ciğim.

RÜSTEM BEY: Ressamımız, hazırlıklarını son bir defa gözden geçirdi.

«Bir resmini yollasın,» dedi dul kadın. «Zayıflamamış-tır inşallah.» Şişman resmini göndersin. Çavuş, teğmen... hep bir arada. Oyundan önce çektirmişler. Çavuş, general rolünde; Hidayet, asker rolünde. Muazzam mutlu rollerde. Rüstem Bey, mütercim rollerde; karşısındaki kadın, hayran rollerde (yalan.) «Sen de Hikmet kardeş, şu temsil oyunu için nasihatini yaz. Öyle bir akıl ver ki teğmeni beğensin oğlumu. Sobayı da yaz. Ağladığımı yazda. Kendi iyiliğini de yaz. Mektubu yazmak iyiliğini yaptığını da yaz. Sen mahcup olursan benim ağzımdan yaz, zarar yok. Oyunu için de Allah zihin açıklığı versin.» Oğlum Hidayet, kardeşim Pintorello, kızım Gianmaria, amcam Rüstem Bey. Pencereden içeriye giren sarmaşık gülleri solmuştu; Pintorello, tuvalini hazırlıyordu. Biraz antreman yapalım, diye düşündü Pintorello. Sol elinin baş parmağını paletinin deliğine geçirdi. PİNTORELLO: Bonjur, sol elimin güçlü par-

50

^it.&». ....^luiu n.<*ijıu.ı.j jjuiaya. uır ituş itonrtlUŞ; DU tut-muş, bu... (Fırçaya uzandı.) Biraz, küçük dokunuşlar; biraz elbise kıvrımı; biraz tül... olmadı. Önce bir ten, pembe üstüne tül vaziyetleri; bir ayak, yandan görünüyor; bir el... elleri çizmek zordur. HİKMET: ...bir el, sağ üst köşeden uzanıyor; bir kafa: Ele arkasını dönmüş, bir gövde... PİNTORELLO: Kasları çalışalım, böbrekleri, baldırları, kalpleri, damarları; bir kafa daha, bir göz daha, bir göz... HİKMET: Bir el, ilk çizilen ele uzanıyor: Nişanlıymışlar da. PİNTORELLO: Bir bilek çizelim, dirseğe doğru gidelim; pa-zular, kuvvetli pazular, omuz, boyun; baş hafifçe dönmüş, böbreklere bakıyor; bir boyun daha, çene, kulak, saç kıvrımları, tekrar saç kıvrımları; kulaklara, boyuna doğru kıvrılıyor, uzun enseye iniyor. Daha hızlı, daha hızlı; elim alışsın, elim alışsın. HİKMET: Herkes çalışsın, herkes çalışsın. GENERAL ben vatanımı severim, ben vatanımı severim. ASKER emrinizdeyim emrinizdeyim GİANMARİA bir türlü gelemedim PİNTORELLO biraz sabır biraz sabır HİKMET her tarafı yani damarları böbrekleri, gemileri yolundan alıkoyan sis gibi bir tülle örterek... RÜSTEM BEYİN KÂTİBESİ gemilerle böbrekler karışmadı mı hayatım HİKMET her tarafı yani damarları böbrekleri, gemileri yo-tuğu anda çalıları aralıyor BİR ALBAY generale haber verdiniz mi HİKMET gençliğimde çok oyun seyretmiştim albayım, oğlum Hidayet sen de dinle, Satıcının Ölümü Farelerle İnsanlar Kurtlarla Kuzular falan filan, evlerin kesitleri görünüyordu, rüzgâr ve sert açılan kapılar bulutlu perdeyi sallıyordu, oyuncular böyle şeylerin farkında olmamalı oğlum Hidayet, masaya tabağını koyarken duvarların titremesine aldırmamak, selam verirken de dikkat et, ayağın kapanan perdenin dışında seyirciler tarafında kalmasın, seyirci kendini oyuna kaptırmalı, ev kesitinde üst kattaki yatağa uzanan genç adam neden alt katta kendi kendine konuşan genç kızı görmüyor diye düşünmemeli, biz onları görüyoruz onlar bizi görmüyor dememeli, ah bir bilseler birbirleri için yüksek sesle neler düşündükleri-



K. HALK

LU U1JC ııcj cı,t»ımu,ıı .»*«*. v/-.~~~--------------------

gelmiştir oğlum, nasıl olduğunu anlatırsan... ASKER uzun bir kış gecesiydi albayım, ben veremden daha yeni kalkmıştım, askere almışlardı, kim almıştı bilmiyorum, Göz-tepedeki tek katlı evimizi ve ihtiyar bahçıvan babamdan dul kalan annemi ve gramafonlarında en çok 'Kalbim Seni Özler'i çalan dul bayan Tatyana ve kızlarını geride bırakarak bu karlı şehre gelmiştim, daha sigara içmiyordum, orta ikiden belge almıştım, hocamı dövmüştüm, bir tokat istikbalimi karartmıştı. Generalin maymununun öldüğünü haber verdiler, onu soğuk öldürmüştü, askerî tören yapılacaktı, avluya dizildik uzakta karargâh binalarının bittiği yerde, iki duvarın arasından görünen beyaz düzlükte biraz önce asılan casusu görüyordum, generalin maymununu getirdiler, üzerine kontraplak bir kapak çivilenmiş tahta bir kutunun içine koymuşlardı, hayalimdeki bir kalemin ucunu hayalimin tükürüğüyle ıslatarak kutunun üzerine yazdım: Sayın şebek ailesi, balta girmemiş ormanlar, Afrika, ha-ha, ölüye sade bir tören yapacaktık, bir kişinin kaldırabileceği kutuyu dört kişi omuzlarımıza aldık, yürürken ayaklarımız birbirine dolaşıyordu, askerce salladığımız kollarımız çarpışıyordu, kutunun küçüklüğü yüzünden öyle sıkışık bir durumdaydık ki uy^un adım yürümemiz mümkün olmuyordu, buzda kaymamak için boşta kalan ellerimizle birbirimizin sırtına tutunuyorduk, asılan casusu geçtik sola saptık, peşimizden çantalı bir er geliyordu, onu daha önce görmemiştik, galiba başka bir bölükten getirtmişlerdi, asık suratlı bir gençti, hiç konuşmuyordu, küçük dudaklarını ileri uzatmış ellerini kaputunun cebine sokmuştu, uygun adım yürümüyordu, oysa içimizde uygun adım yürümeğe elverişli tek askerdi, asker dur komutunu verdi çavuş tepeye varınca ve kolunun altına sıkıştırdığı küçük kazma ve küçük küreği karın üstüne sapladı, maymun kazması maymun küreği, maymunu bırak komutu verildi, askerde bir yumurtayı on iki kişi kaldırırdı bir maymunu dört kişi yavaşça yere indirdik, buz tutmuş kutunun üzerine yapışmış olan eldivenlerimizi kur-


Yüklə 1,34 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin