le olmazdı öğretmenim, baçmaıama niKmeı. rsen değilim albayım. Bir zamanlar Hikmet olan gözlemcinin biriyim şimdi. İşime geldiği yerde domuz gibi susuyorum. Sonra her şeyi bir bir hatırlıyorum. Sevgi'ye de böyle davrandım. Artık, anlamlı bir şekilde susma sırası bendeydi. Hayır, susan ben değildim albayım, susan ben değildim öğretmenim. İçimde acımasız bir H. vardı susan. Sevgi ile işini bitirmişti artık. Bütün ısrarlarıma rağmen konuşmuyordu. Beni ve Sevgi'yi çileden çıkarıyordu. İşine öyle geliyordu. Aptal! Ben bu adamı tanımıyorum albayım. Ben onun hafızasını istemiyorum. Ben, gecekonduda yaşayan ve insanlıktan emekliye ayrılmış bir adamım. Bakkal defterim var, kira kontratım var. Ev sahibine, hepiniz gibi —burasına dikkatinizi çekerim: Hepiniz gibi— kiramı ödüyorum. O halde ben varım. Cogitosuz ergo sum albayım, co-gitosuz ergo sum. H. de kim oluyor? Yalnız bazı ukala kitaplarda söz ediyorlarmış ondan. Ben bu kitapları okumadım (Okumam da.) Bütün olayları ben yaşadım, bütün acıları ben çektim. (Onun susuşunun acısını bile.) Hiç bir oyuna katılmıyor, sadece hatırlatmasını biliyor, hem de nasıl biliyor. Herkesin bir geçmişi var, oğlum Hikmet. Mesela ben, bir zamanlar albaydım. Ben kimdim? Sağlığında H. olan biri. Beni yaşatmadı aslında, benimle birlikte yaşamadığı için. Kadınlara yeniden bakmağa başladığım sırada, evet tam o sırada Bilge ile ilişki kurmamı engelledi. Onu buraya getirmedim albayım, istediğim oyunlara engel olmasın diye. Benim de bir geçmişim olacak artık albayım, onu gecekonduda kuracağım. Bilge ile istediğim gibi yaşayacağım:
BİLGE: Seni babamla tanıştırmak istiyorum Hikmet. Göreceksin, çok sevimli bir insandır. Başka ihtiyarlara benzemez. HİKMET (Bilge'nin gözlerine bakar.) İnanıyorum Senin gibi bir kızı olduğuna göre. BİLGE (Hikmet'in niyetini anlamıştır): Ben sana inanmıyorum HİKMET (Endişeyle): Neden? BİLGE: Kimseye inanmıyorum. Seninle ilgili değil yani. Dumrul'a nasıl davrandığımı biliyorsun. Onu
120
ou Kttuar neaen uzaum sama? hiameT: Sonunda kurtulacağımı bilseydim, ben de Dumrul gibi keserdim bilekle- nmı. BİLGE: Kötüsün Hikmet. HİKMET: Evet kötüyüm.
Gerçekten kötüyüm albayım. Üstelik kötü oyunlar ya zıyorum. ALBAY (Başını önüne eğer): Facia! (Daha iyisi olabilirdi albayım.) BİLGE: Seni anlıyorum Hikmet, diyebilirdi. HİKMET: Seni seviyorum Bilge, diyebilseydi.
121
MEYHANE
Sokağa nasıl çıktığını hatırlamıyordu. Düşüncelerini rsonuna kadar izleyememişti galiba ve kafasının dağınıklığına kızdığı için yataktan kalkmıştı. Merdivenlerden inişini, sokağın köşesindeki küçük mezarlığın selvi ağacını, arnavut kaldırımının orta sıra taşlan üzerinde yürüdüğünü, pembe evin yeşil boyalı kapısını, bakkal Rıza'nm çırağı olması gereken birisine selam verdiğini, bir kızın pencerede görünüp kaybolduğunu ya da pencereyi kapattığını hatırladı sonradan. Caddede karşıya geçerken, yolun ortasında, iki otomobil arasında bir iki saniye bekledi; önünden hızla geçen otomobildeki kızı Bilge'ye benzetti. Karşı kaldırıma geçinceye kadar düşünmedi bu meseleyi, ezilmemek için. Orada bir dakika durdu, düşündü. Toplum içindeki görevi, yolda birdenbire durup düşünen insanlara bakmak olan biri tarafından seyredildi. Sen, bekçi olmalıydın arkadaşım. Yürüyerek düşünmeğe karar verdi. Anlaşılmayan bir nedenle bir binanın üçüncü katma bakan adamın yanında durdu; onunla birlikte aynı yere baktı bir süre. Sonra ikisi de, başka bir gönüllü bekçinin sorgulu bakışları yüzünden, orada fazla kalamadılar-, vedalaşmadan ayrılarak kendi yollarına devam ettiler. Demek ki, yolda durmak mümkün olmuyordu-, böyle bir hürriyet yoktu. Sadece sürüklenme, kalabalığın akışına kapılma hürriyeti vardı. Durmazsam düşünemem. Durdu, gökyüzüne baktı; hava kararacaktı. Yoksa yağmur mu gelecek? Saatine baktı: Ha-
123
yır, kararma zamanıdır. Bakındı-, uonunu nıç uır yoktu ortalıkta. Üçüncü katlara bakanları denetleyen de gitti mi? Onun bölgesi burada sona eriyor belki. Kime devretti acaba? Biri gözlüyordur beni. Yağmur mu yağacak diye bakmıştım da. Onun için durdum. Hesap vermeğe mecbur muyum? Neden bakıyorsunuz öyle? Bakarım göze yasak mı var? Ne bayağı bir deyim; siz, cahilin biri olmalısınız. Hemşerim sözüne dikkat et. Ben senin hemşerin değilim, doğma büyüme buralıyım. Ukalalık etme. Terbiyesiz. Yumruklarını sıktı. Saçmalama Hikmet. Peki albayım. Sizin hatırınız için. Bu arada yürüdüm mü acaba? Başını kaldırdı, bir tahtaperde gördü karşısında. Yürümüşüm. İyi. Yürümek bana iyi geliyor; çatışmaları tatlıya bağlıyorum hemen. Tahtaperde de benimle birlikte yürüyor. Aynı afişten dört tane: Hülya Hülya Hülya Hülya. Sonuncusuna bıyık takılmış. Bilge Bilge Bilge Bilge. Tahtaperde bitmiş. Yeni afişler. Oluklu saç üstüne yapıştırılmış. Bunlar da Hülya. Üçüncüsüne parmağını soktu: Pat! delindi. Meyhane. Binalar başladı demek ki. Kirkor beni görmedi. Kendiliğimden girmem. Saatçi. Önce Kirkor beni görsün. Saatçinin vitrinine baktı. Bütün dünya saatleri birlesiniz, aynı zamanı gösteriniz. (Bunu bir yerde kullanırım.) «Merhaba Hikmet.» Beni gördü. «Merhaba Kirkor.» Öpüştüler.
«Pardesünü çıkarsana.» Giymişim demek. «Çoktandır uğramıyorsun.» Bunu düşünmemiştim. Yolda bir cevap hazırlardım yoksa; buraya gelmek aklımda yoktu, üstelik gönüllü bekçi bırakmadı çok düşünmem için. Yuvarlak masanın başına çöktü. Tartışmaya hazırım. «Bugün kimseler yok.» «At yarışlarına gittiler. Bugün perşembe ya. Neredeyse gelirler.» Ben perşembeleri sevmem. At yarışlarından anlamam. Gelsinler. Bir rakı bardağı, bir su bardağı, bir çatal. «Ne içersin?» Bardaklar söylüyor ya. «Bira,» dedi nedense. «Sen bilirsin.» Bardaklardan birini kaldırdı hemen, yuvarlak masanın üstüne biraz fıstık koydu. Geçen gelişimde, bir senetkırıcısıyla 7 found my love you' şarkısını söylemiştik Bilge. Bira, içini üşüttü. «Plaki yaptım ta-
124
ver.» Kirkor rahatladı: «işler nasıl gidiyor Hikmet?» Hangi işler? Öyle ya, bir işler olmalı. İnce düşünceli olmalısın Kirkor; herkese her şey sorulmaz. İşler iyidir. Salim'e ödevini yazdırdık. Şimdi, Bilge'yi düşünüyoruz. Beni beklemeyi bilemedi bu kız, albayım. Hikmet! Yeni bir saçmalık tekerlemesi yaratmak üzeresin. Peki albayım, yaratırım. Hayır, yaratma sakın, demek istedim. Hayır, albayım; biraz olsun yaratmak istiyorum. Az vaktim kaldı çünkü albayım: Neredeyse at yarışlarından dönerler. Salonda at yarışlarına başlanır. Beyaz eczalı daireler var, ıslatınca sayılar çıkıyor ortaya. Heyecan aynı heyecan. Görüntü nedir ki zaten albayım? Siz, kendinizi şimdi de albay hissetmiyor musunuz? Bir akşam sizi de getireceğim. Çok bahsiniz geçiyor. 'Albayımın demiş olduğu gibi' diyerek susturuyorum onları. Ben olsam susmazlar. Sizi görmedikleri halde susuyorlar. Görüntü de nedir ki zaten albayım? Beni lafa tutmayın albayım; onlar gelmeden hayallerimi bir düzene sokmalıyım ki, at yarışları arasında kimseye farket-tirmeden düşüncelerimi sürdürebileyim. Tehlikeli oyunlar, albayım: Salonda At Yarışları. Bilge Bilge. Sonunda 7 found my love you' albayım. Sevmeden olmuyor. Bilge Bilge. Düşünelim düşünelim.
Bilinmeyen bir kadma raslıyorum günün birinde. Sizin anlayacağınız 'meçhul' bir kadın. Sadece onunla olmaktan kıvanç duyuyormuşum; öyle söylüyorum. (Kadınlara dönüp bakmak mı? Benim için soyut bir sorunmuş bu.) Birlikte at yarışlarına gidiyoruz. İkimiz de tabiattan duygulanıyoruz. Koluma giriyor. (Bu, çok önemli.) Sonra, bir hayal kadını olmadığını göstermek için, kolumdan çıkıyor. Neden öyle yaptığını konuşmuyoruz. Ben de, kafamdaki Hikmet'e daha gerçek ve daha inandırıcı bir görünüm vermek için, söyleyecek bir söz bulamıyorum hemen. Meçhul kadına bakamıyorum, başımı öne eğiyorum. (Tam bunları düşünürken, gerçekten başımı öne eğerdim albayım. İnanmıyor musunuz?) Evet, ikimiz de tabiatı seviyor-
125
ben de tabiatım, diyordum ona. (Bunu düşünürken de her zaman gülümserim tatlı tatlı.) Sonrası biraz zor oluyordu albayım; çünkü, onunla yatmayı geçiriyordum içimden. Bu döneme ulaşmak güçtü. Uzun sürüyordu. Kafamdaki geçişlerin tabiiliğinden de biraz kuşku duyuyordum. Meçhul kadının, sözlerime inanıp inanmadığını tam bilemiyordum. Ayrıca, onunla yatabilmek için, gözümde onu tam canlandırmak gerekiyordu. Bu yüzden, Sevgi'nin arkadaşlarını düşünmeğe başladım. Gerçek varlıkları var çünkü onların; onlara daha önce dokunmuştum çünkü. Biliyorsunuz, ev erkekleri boş zamanlarında yararlı işlerle oyalanırlar; İngilizler hobby derler buna, biz de hobi deriz (kültürlü olanlarımız der.) Ben beceriksizdim albayım, çekici elime vurmuştum. «Bir duble daha versene Kirkor,» dedi. «Beyaz peynirle kavun da ver.» Sıcak bir şey ister misin?» «Sonra.» Kafamı toplamağa çalıştım bu arada albayım. (Çekiç meselesine de biraz üzüldüm.) Ben de böyle bir hobi seçtim kendime: Sevgi'nin arkadaşlarıyla yatmayı düşünme hobisi. Bu, bende nasıl ve ne zaman başladı? Meçhul kadın fazla soyut kalıyordu albayım. Ben evlenince emekliliğini istemişti. Ha-ha. Çünkü onunla her sefer yeniden tanışmak gerekiyordu. Fakat iyi kadındı: Evliliğimin üçüncü yılında, emekli maaşını bırakarak hayalimde gene görev aldı. Fakat olmuyordu, gerçeğe aykırı bir hayal olarak ortalıkta dolaşıp duruyordu. İşte bende bu nedenle, Sevgininarkadaşlarıylayatmahobisi başladı. Sonra, meçhul kadın da fazla nazlanmaz oldu. Ben, o zamanlar bu kadar bilinçli değildim elbette. Ne yaptığımı bilmiyordum. Ha-ha.
Başını kaldırdı: Tombalacı Arif gelmiş. Şişman. «Hürmetler ederim Arif Bey.» «Allah ömürler versin beyefendi.» Daha adımı öğrenmediler. Hürmet, kendinden saymamaktır. Gene de iyidir. Havayolları pilotluğundan emekli ve üst ön dişleri eksik alt ön dişleri sigaradan kararmış ve ingilizceyi az bilir ve at yarışlarım sevmez Muhsin Bey de
126
masa herkesin. Buyrun, tabure de var.» Paralel düşünmek,, hayatımızın en zor işi. Sivas ekibi de geldi. Halk oyunları. Ellerini oynatarak, türkülerini söyleyerek girerler: «O' kadar içmeyecektin dün akşam-iç oğlum ama az iç bu akşam -yağsız pirzola varsa tamam-., O kadar içmeyecektin...» Geçmiş günleri bir türlü bitiremezler. Ülkenin dört bir yanından kopup gelmişler, burada birleşmişler. Yurttan sesler. Ha-ha, «Beni zorla oynattınız. Ben o atın...» Yarış ekibi de geldi. Sonra, birden çoğaldılar: Yuvarlak Masa Musikisi İcra Heyetini idare eden kalp yetersizi evli Muzaffer Bey (erken gider), genç yaşta saçlarının dökülmesi; nedeniyle kasket giydiği için balıkçı adiyle bilinen elektrikçi Osman, sevgilisini çalıştırarak haracını yediği ileri sürülen Özer -Kirkor tarafından bir iddia- cinayetlere meraklı tezgâhtar Hasan. İçlerinde en karakter sahibi olan Özer'dir: Votkayı ancak gözünün önünde sıkılan limonla içer. Hikmet kumandayı ele aidi: «Bizler şöyle gidelim.» Bazıları ayakta kaldı. «Sıkıştırmayalım sizi. Biz duvarın dibinde de içeriz.» «Gelin buraya. Duvara dönüp içmek olur mu?» Balıkçı Osman (elektrikçi), Sivas ekibine kızdığı için, buz dolabıyla duvar tezgâhı arasındaki yerini, kimseye belli etmeden aldı. Neden kızıyormuş Kirkor? Bir şeref meselesi. Anladım. Yuvarlak masa doldu. Mehmet Bey de geldi. «Buyrun Mehmet Bey.» «Özür dilerim, efendim.» Çok kibardır. Sıkışıldı. «Nasılsınız Mehmet Bey?» Hemen cevap veremedi: Tumturaklı kekeler de. «Siz, beyefendi... çok sempatik ve... ve kibar bir yüzünüz var.» «Beni tanıyor musunuz Mehmet Bey?» «Tanı...yorum elbette. Fakat, siz, bana ismimle hitap etti...niz. Maa...lesef ben isminizi... bilmiyorum. Fakat bu... insan...lara hi...tap etmeyi bilen ve canayakmgörünüşünüzle her yer... de muvaf...fa...ki-yet kapılarını açıkbulursunuz.» Hikmet, «Hikmet,» dedi. «Evet Hik...met Bey.» «Tiyatrodaki işiniz nasıl gidiyor Mehmet Bey?» «Efendim, tiyatromuzun, yeni bir pat...rona geç-mesiüzerine ben ve bazı arkadaşlarım, kadro meselesi ne... deniyle görevimizden ayrılmak durumuyla karşı karşıya
127
I
\
i
6ZI
op uapun§
-uos B^jsq aiq ipap iuisdBA' an niaq a3na 'i
-ipiS uauiaq BfBspiBa "ipsine ubuıbz o
uapaiq ziuıpıi ^9a8 Jiipap 'i[H3{tov utöi uiuas
-5{Ba npAnsoaoii 'aai.M. ^î0! ranjxs ubd 'ıaBi§BpBî[aB uiujâ
-Aag roping) -ubuıbz o uiipBTUB iraiŞipuBi§oq uapuas ip
•unpauiap Â.&& aiq yamacı uiruoA'iuiBiariBq ap lunâipap
-siioy "BunpfB 'aoXtpS nznA ura.aSjia ¦
-bob ippsBU nzn^ ¦uiruioAiuiaaoâ ipuiiâ 'ı
:uıu,ıSa8S uitjiiBq aunznjç. ı^iııov "n^Snuiaos
rai i^tOB zruiuj'B^ ¦n§iuniBA iSAag tŞi§i •
-uad rait^Jis 'uirçin'BJi bŞbAv 'Jlilîliû
isaaiauiagS iztq uıu.m ifnön^ •uıı;§ıuıbuı3î'bA iŞi§t SipjuiBii a^jyeq ba^h 'ai Jta :npaoAnjdo^ jı§buıb5 §, aiq 3{n5n5j -ı^ıö BuoîiiBa -ap auaS uinpaoAiî{'Bq ba^jo uapun^sn uiuas 'JiBJBdBA iqiS SnuuoA'niBq ruŞop bubs -ıj -i{t5 Buoi[iBa 'uinpaoAiuiajsi sjara^a jauBqi bubs uapunS 3{n BqBQ -BptiBuiBZ iu^B ump.iOA'nunStyp tuas n -xuia^st Jiauiunânp nuo 'i^JiBOBiiia
psBU 'izi3i uiAg xuxpapiaq 'uirç:j[Bq
tAaounSnp 'uore^uBd îb^bj iuapıuiâi uiip uapajfv[ -unpjoXiunp Bpuiiun{B^ -imp isjqoq, antBqv npjoAnıuunjoâ unzn^ 'npunza uBraBz o uubjobs 'Jrai.M ^P\wbx'b^ jpfKjao "ainpao^nunsnp aai,M ^-re^ asuaa 'A JW URS8M 'njSnnip a Jîcl njŞop Burcr xrepuuepTBOBa '^jijeq uii&rauip^BJi luuaiziQ •uriStuiA'iS' BAnfanq ^nön^ npiJi^ "a^l-nq an iSAag znunp antBqB uBpuuB^BiJBd SBiun^f •BpuisBJiJB uiuia;az -b3 'uinpjo^nunSnp uapaiq ıuı§bpbî{jb 5n 'ZI3 -IP3P iaBpinooS ıra iîaS aia» 'ipap «ioiTP^sj
uapuas) •••ubuıbz unŞnpunjpg uapjiq 'îbîıbj iaSna uinpaoA'nunmSnp raas 'BpraBO -tpajAas niuafnıutuoS î^ajapiâ aAajaouaj 'napuiiSi ump.ioA'ıp 'ızts ja^a§ izig -bpbjb nq npjo^ijTaB ap u
8A TpjBI-IOA'ninS BpSJBS BIISJBS İBJBJUO UltipjOiîldB^ JBIB3I
-Bg 'UB^§BpB3{JBmuiSAag nq ipaBiaoXtAas yad raajr
uiq
vLQ\xi\u.A'e uapAa uitziq UBpjB^una -apiBqaat[ ui5^ uiSipBiuio "aSna uıpamaiS uas asuapau buısbjb
9ZT unS aiq
^ i^apunuo
muaaaouad 'butubA utAaa >[ubx "npaoAiöt xuiqBJBS aiAiS jbSbîı 'Aaa JIUBx 'BpjBSip M%^\b aunuo «¦¦•uratSBUBUAJB5[ tSBOiq Bp uiBpy» «"iins tzıuııit '^aa ubsbh aa^""aAB «"'iStwba' "b\ i^nqiBH 'âiuiap 'aipuiipBuiBp uiiuaq '§nur :§iuniS asnod tufop botııa'bıbîıba' 4§TxnATxıiBaaui bjbızı^ ^nötpt Bp ub^Şo* ubsbh JB^qBgzax "JaiTW naŞop auisajnqB^ 't qjI axnpinQ "ipa^Aos BUiŞBirm uiuuiq 'IUIUIBA9P unzog «¦•¦Bireq bpbuiSijjcbi aiq tppio ap -8-0 "uiipuaja uiABtif^Bq Burunsn^» "ipaBA t&ıîı v>[\ iipnŞa afatınım '^a 19uiq9W «¦"uauisaa au Stuijba tizoq» ¦a^ğima^os japteS aiq ap aouo BqBQ "ubs -bh aBiq^Sza; ipap «'tiixnpB5{ Stoijba ryzoS BputpBtUBa» 'vaxi -a5i zfraidaq bsjba isapsatn jaasS aiq BpB^ao «iuiTXiraJinq -git 8ztUTj"-9Jag iyÎ8a^auiınHznunsaOjîn^"'T>IQS Siuifep ax Bq-Bq 'unpauiajmp X'
uiq
unuo 'ui5t tSipzi^ buisub5[ 'raxSp q\/Lqq •npjOA'Tpa iB3ft§t an jqoq;, aiq -nS a^sas 3i9S3{nA aA tü^IT ByB^mpBîi 'übsuı aıq uajiq \vlıŞqo •anpa dBjiq psbu bjbjubsuı 'uiiŞtoAaa tiisqBx 'ubsut aiq iqiS uiraaa ("isaiasara jaaaS aia) «i&QQ uisqBX -\s3 bAbsbih uapaM» 'ipn^iaiq epunno unuoqBABj t nw rufop •eaBAnp uapunuo umiqBtopznq 1X93 axpaBA zituipiSB^ ^9{bath 8a unqBS 'ui5i
raiaana» -§iuınapunznA isa^asara jaagS ıuaV :i BpinuBit ui.ubuiso lo^qBq 'laaöi ipaiS ^83 «raipuaja uiiAB^Soa» =ipuBzn
\
korkuyordum o sırada.) Sen git, dedi Sevgi bana. Bilge beni ne yapsın? Peki abajur? dedim; yani, o anlamda bir söz. ettim. Sıkıldım, dedi. Ben de Bilge'ye gitmedim. Sevgi'nin bu sözüne bir anlam veremedim, derler ya, öyle işte. (Kendi hareketime de bir anlam veremedim.) Çamaşır asan w' yi seyretmeğe devam ettim. Kim kaybetti albayım? Hayır, sonumuzdan söz etmiyorum şimdi; Sevgi'nin sonundan, abajurun bir türlü bitmeyişinden ve bir anlam verilemeyen sözlerin, bir türlü anlaşılamayan etkilerinden bahsediyorum, albayım. Ben herhalde, tek başıma, 'Acıktım,' demeliydim. Gazeteyi elimden fırlatıp Sevgi'ye doğru koşarak onu kucaklamalıydım, havaya kaldırmalıydım. Yapamazdım albayım, beceriksizdim; bir yerimi incitirdim. Ha-ha.
İçerden çağırdılar. Daha doğrusu, Mehmet Bey çağırdı. «Sa...londa atyarışları oynanacak. Buyurmaz mısınız efen...dim?» Başka ne oynuyoruz ki? Salonda olsun da. Bunun da seyircisi var mı? Yaylı kapıyı isteksizce itti, yuvarlak masadaki yerini aldı. Masanın çevresi on altı kollu, sekiz elli ve tek ayaklı bir kumar canavarı ile sarılmıştı. Küstahlaşmalardı. Kişiliklerini bulmuşlardı. Serbest teşebbüse geçmişlerdi. Serbest iradelerini kullanıyorlardı. Yirmi beş kuruşa bir numara seçerken, bağımsız bir ger^ ginlik içinde oldukları görülüyordu. Dikkat etmişimdir albayım... (ukalalığı bırak da oyunu seyredelim.) Seyirciler çağında yaşıyoruz albayım. «Bugün Hikmet Bey de oynamalı.» «Sizin gibi, esas yarışları bile seyredenlerin yanında ben tutunamam.» Tombalacı Arif güldü: «Onların da bir şey gördüğü yok beyefendi. Parkın ordaki kulübede oynuyorlar. Neticeleri de telefondan öğreniyorlar.» «Olsun. Onlar seyirci. Onlar başka türlü oynarlar.» «Kirkor! Bize kâğıt ver.» «Bir kâğıda elli kuruş alırım. Bize de bedava vermiyorlar.» Sonra, birden cömertlik gösterdi: «Alın ulan! Hediyem olsun,» «Ben paralan toplarım, isimleri yazarım,» dedi Hikmet. Düşündüm de, Hikmet kimlerle neler yapı-
130
yuL sunul, ueuıuı. oonrasmı Dilmem ama, şu anda rahatım Bilge. Öyle saçmalanır ki burada, sevmeden edemezsin. (Sen daha yükseklerde olmalıydın. Ben bunu bilirim, bunu söylerim.) «Hikmet Bey! Beni yediye yaz.» Evet, en yükseklerde olmalıydım Bilge. (Bilge Bilge.) Ön dört olmalıydım. Yetmiş sekiz olmalıydım. Yüz yirmi beş kere haklısın aslında. Gene de bilerek oynuyorum: Düşüşümün farkındayım. O halde cezama razıyım. «Artık içki istemem,» dedi Kirkor'a. «Bir bira vereyim mi?» «Verme.»
Oyuncular heyecanlandılar. Sonu belli bir yarış yüzünden numaralara kızıyorlar. Göz göre göre harcanıyoruz Bilge. Yerimizi bulamıyoruz. Yedi numaralı atın peşine takılmış gidiyoruz. Bu samimi insanlar, bu candan insanlar, yirmi beş kuruşlarından başka kaybedecek şeyleri kalmamış bu muzarafat —müzahrefat olacak oğlum Hikmet— peki albayım, işte bu insanlar arasında yerimi buldum. «Hikmet Bey sürecek parmağını.» Sen onlara dokunursun oğlum Hikmet. Viski gibi mi, albayım? Viski gibi. Hiç içmemişlerdir oğlum Hikmet. İçtiler albayım. Beğenmediler. Mustafa, küçük bir karaborsa olayından beş yüz lira kadar vurmuştu. Kahkahaları herkesin kulağında çınlıyordu her günkü gibi. Bir şişe viski aldırdı. Şişeyi alan çocuğa, on lira bahşiş bile verdi. Şişenin dibinde iki parmak kadar ayırdı kendine, evde içerim diye; kalanı da su şişelerine konuldu. Ne sevimsiz görünüşü vardı viskinin, su şişesi içinde. Viskinin Türkçeye tercümesi güzel olmuyor albayım. «Hikmet Bey! Görevine başla.» Gene kimler kaybedecek bakalım? Parmağını bardağa soktu, ıslattı, kâğıdın üzerine sürtmeğe başladı. Heyecanlarını örtmek için gülüyorlar, dur yapma diyerek birbirlerini itiyorlar.
Ulan sahtekârlar, ulan yarımyamalaklar, ulan hepimiz! Bir salonda olsaydım, gerçek bir salonda zarif hareketlerle at koştursaydım, kasketimi çıkararak bütün bayanların bacaklarını, bütün bayanların w'lerini selamla-saydım; ben geldim, deseydim, biz... «Üç numara kazandı.» «İyi okunmuyor, sekiz olabilir.» Parmağını gene suya
131
lacı Arif —Mustafa alınmasın diye— Mehmet Beyin kulağına eğilerek fısılmamışti: Bir şişe rakı olsaydı, bir şişe rakı ısmarlasaydı olmaz mıydı? Ben de bir şey anlamadım viskiden, albayım. Demek ortamı değilmiş. Bir su şişesini bitiremedik.) Paraları dağıttı, «Ben biraz bozuldum,» dedi. «Kirkor devam etsin.» «Köşeye gitti, bütan gazı tüpünün üstüne oturdu. «Bir so...da için, Hikmet Bey. İyi gelir.» Demek boşuna ıstırap çekiyormuşuz Mehmet Bey. Demek dalgın bir acıma düşüyor payımıza bu Bilge serüveninden. Demek ilkbaharı sevmeye hiç bir acıma engel olamıyor. Demek aslında sekiz numara kaybediyor; demek yarattığı heyecan, sadece üçe benzediği içinmiş. Şimdi kim bilir kimlerle dolaşıyorsun üç numara? Ben böyle oyunun...
Gürültüler artıyordu. Zeytinyağlı pırasa ver, limon da ver. (Sivas ekibidir.) Pişirirken içine sıkmıştım. (Pilotluktan emekli Muhsin Beyle tartışmıştık Bilge.) Limonların suyu çıkmıyor. Peki kalsın, önemi yok. (Pilot da İngilizce biliyormuş.) Soğuk rakıdan ver. İçine buz koymayın, kireç gibi oluyor. Önemi yok. (Hiç bir şeyin önemi yok. Longplay da ne demek? diye sormuştu biri. Parçayı çok uzun mu çalıyor, yoksa çaldığı parça aslında uzun mu?) Senetkırıcı, harp filmini beğenmemiş. Dört İngiliz, alaman ordusunu nasıl dağıtır? Bir de alkışlıyor bizim seyirci. {Long-play tartışmasını bile kazanamamıştım. Kaybolup gideceğim ben.) İngiliz de kim? Kalleş bir millet. Alman bizim dostumuz. (Ne diyebilirim? Haklısın. Tartışmaya giremem. Sekiz numara bütün yarışları kaybetti çünkü. Çünkü Bilge bile yabancı taklidi biriyle gelmişti bizim eve; ben de Almanlar gibi yenilmiştim.) Fasıl heyeti başlıyor. Muzaffer Bey yönetiminde. Mustafa çok haykırıyor. Onu hizaya getiriyorlar.
«Bir şişe bira ver.» dedi. Bağırdı. Bağırmasam da beni duyarlar burada. Burada her şey kolay. Orada değildi. Orada hiç bir şeye yetişemiyordum. Ben zarfları daha hızlı kapatıyorum, demişti Sevgi. Efendim? Ne diyorsun? Ni-
132
ha hızlı yapıyormuş bu işi. Öyle dedi. Yani, Öyle demedi de, elleriyle öyle söyledi. Salonda zarf yarışları. Ben kapatırım zarfları, dedi sonra; sen adresleri yazarsın. İşte sekiz numara böyle kaybetti. Hızlı yerleştirme yarışında, aceleden zarfların kenarını yırttı. (Beni kapıcı yapsalardı, çöpleri dökmeyi ya unuturdum ya da yerlere dökerdim.) Bu yarışta da dökülüyordum. Daha önce bu kadar zarfı bir arada hiç kapatmamıştım. Belki Bilge ile evlenirsem eski tecrübeme dayanarak... «Beş numara kazandı.» Sekiz numara kazanacak değil ya. Ben yarışlara aldırmıyorum artık. Bilge de aldırmaz. Benimle olunca aldırır. Bende, insanların sinirine dokunan bir gariplik var. (Alnıma yazılı.) Bilgeler bile yüzüme bakınca, zarflan bir an önce kapatmaktan başka bir şey düşünemezler. Benimle birlikte, beni geride bırakmaktan başka bir şey düşünülemez. Ben de kendi isteğimle geride kaldım işte; bu meyhaneye kadar düştüm. Şimdi de küçümserler; neden oralara kadar zahmet ettiniz? derler. Biz zaten biliyorduk senin ne kadar aşağılık olduğunu. Bunu, aranızda olduğum sırada söyleseydiniz, anladınız mı? Size bir oyun oynarsam görürsünüz:
HİKMET: Acaba, zarfları artık çabuk kapatabilecek miyim Bilge? BİLGE: Bunun ne önemi var Hikmet? HİKMET: Benim için önemli. BİLGE: Sen istersen her şeyi yaparsın. HİKMET: Bilmiyorum. Daha önce çok yavaş yapmıştım. Herkesin sabrı tükenmişti. Elimden almışlardı. Bunun bir kitabı yok mu? BİLGE: İncil var. HİKMET: Yapamamayı mazur gösterecek bir kitap demiyorum. Yapmayı öğretecek bir kitap. Hoş, zaten ne okuyorum ki? BİLGE: Sen istersen her şeyi yaparsın. (Bir zarf alır ve çabuk hareketlerle kapatır.) HİKMET: Dur, dikkat edemedim. Telaş ettirme. BİLGE: Böyle bir niyetim yoktu. HİKMET: Vardı. Sevgi gibi, sen de beni baştan ezmek istiyorsun. Hızlı hareketlerle gözümü korkutmak istiyorsun. Sana inanmıyorum. BİLGE: İnsanlara inanmazsan, hızlı kapatamazsın.
133
na öğrettiğini hatırlatırsın. Bir tartışmayı kaybedersen, zarfı yüzüme vurursun. BİLGE: Sen yapmak istiyor musun, istemiyor musun? HİKMET (telaşlı): İstiyorum. Çok istiyorum. BİLGE: O halde, bunları düşünme, ellerime bak. HİKMET: Bakıyorum. Bütün gücümle bakıyorum. Benim için ölüm kalım meselesi bu. Bütün geleceğimi buna bağladım. BİLGE: Korkma, benden bir şey öğrenmiş olmayacaksın. Sen isteyip istemediğini bilmiyorsun; bu meseleyi çözeceğiz sadece. (Yavaş hareketlerle kartı alır ve zarfın içine yerleştirir. Hikmet, zarftan ve ellerden gözünü ayırmaz.) HİKMET: Belki de iki parmağını birden sokmasaydm daha çabuk olurdu, değil mi? BİLGE: Şimdi bunun ne alakası var canım? Sen önce esas hareketlere bak. HİKMET (Heyecanlı): Baktım baktım. Senden gözümü ayırmadım. (Telaşla gülümser.) BİLGE (Alınmış): Yanlışımı çıkarmak için bakmışsın galiba. HİKMET: İstediğin gibi dikkat ettim. İstediğin gibi öğrenmek için. BİLGE: Hayır değil. Bana yakınlık duymuyorsun. Beni kullanmak istiyorsun. HİKMET: Hayır Sadece, fazla ciddiye aldım meseleyi. Aslında, hızlı kapatanın sen olduğunu bir an aklımdan çıkarmadım. Sevgi de hızlı kapatıyordu. Herkes çok hızlı hareket ediyordu. Yetişmeğe çalışmanın telaşından oluyor bütün bunlar. Kimseyi kırmaya niyetim yoktu. (Sahne kararır. Bilge kaybolur. Hikmet, Bilge'nin gittiğini farketmez. Heyecanla, seyircilere doğru konuşmağa devam eder.) İlk zarfı kötü kapattığım gerekçesiyle, ondan sonraki her zarfa uzanışımı endişeyle izliyorlardı. Oysa onlar, benim iyiliğim için böyle davranıyorlardı. Kendime acındırmak istediğimi söylemiştim. Bana inanmışlardı. Fakat sesim biraz yüksek çıkmıştı. Elimde değildi, telaştandı. Bana, sen istersen her şeyi yapabilirsin, demişlerdi. Korkuyordum, telaşımı örtmek için bağırıyordum. (Seyircilerden bir ses geldiğini sanarak eğilir.) Efendim? Bir şey mi söylediniz? Biliyorum, kendi derdimle çok ilgilendiğimi söyleyeceksiniz. Daha önce de söylediler. Elimi kolumu, insanların en alıngan taraflarına çarpıyormuşum; bana çarpılınca da bağırıyormuşum.
Dostları ilə paylaş: |