Bazı sözler vardır, oğlum Hidayet, insan onlarsız edemez. Ölü noktaya gelmiş olan bir oyun, onlarla birden canlanır; akıcı, sürükleyici bir duruma gelir. Cümlelerin üstüne bir ağırbaşlılık gelir; seyredenler, neden olduğunu bilmeden, birden duygulanır. Oysa, insan kendisine ait gizli bir kötülüğü, can sıkıcı bir küçüklüğü farketmiştir
ne pahasına olursa olsun sürdürmek gerekmektedir; oyunun kuralı budur. Bu yüzden, daha önce yaratmış olduğu etkiden yararlanır: «Bana bunu yapamazlardı, artık devam edemeyeceğimi anlıyordum,» gibi, başı ve sonu olmayan sözler mırıldanır. Ya da «Neredeyse ağlıyacaktım,» diye sızlanır ya da okumuş olduğu kitaplardan yararlanır kimseye belli etmeden. Onlardan, işine geldiği gibi ters anlamlar çıkarır.
Artık akşam olmaktadır, kardeşim Hidayet. Nurhayat annenin, sandalyede oturmaktan, sırtı ağrımaktadır. Mektubumuz, karışık olmakla birlikte, ruhumuzun aynasıdır. Derlenip toparlanması, içimizin derlenip toparlanmasına bağlıdır. Biraz daha zamana ihtiyacımız vardır. Acele edelim beyler!
Bölükteki herkese, çavuşa, teğmene, piyesteki generale mahsus selam ederim. Nurhayat anneniz, kardeşlerin selam ederler. Bakkal Rıza selam eder. Çırak Süleyman selam eder. Hüsamettin emekli albayım selam eder. Selam ederiz. Selam ederiz. Acele edelim! Selamlar, Selamlar.
Annen Nurhayat Ağabeyin Hikmet
Hikmet, mektubu aceleyle katladı. Zarfa koydu. Zarfın üstünü yazdı. Nurhayat Hanıma verdi. Işığı yakmayı unutmuşlardı. Hava kararmıştı. Nurhayat Hanım kalktı. Sigara tablasını aldı. Çöp tenekesine boşalttı. Hikmet, artan kâğıtları kaldırdı. Nurhayat Hanımı kapıya kadar götürdü. Kapıyı kapadı. Odasına döndü. Birlikte oturdukları sırada ayaklarının hareketleriyle buruşmuş olan kilimi düzeltti. Mektup yazdığı kalemi kaldırdı. Sigarayla kibriti cebine soktu. Yatağın üstüne oturdu. Bir yaşantıyı tam bitirmeli. Hiç bir iz kalmamalı ondan. Yeni yaşantılar için. Yeni yaşantılar için. Bunu önceden bilseydim, yaşantı milyoneri olmuştum. Ha-ha.
66
ALBAY HÜSAMETTİN BEY
Albay Hüsamettin Bey nerede oturuyor? Bana sorarsanız, üç yerde birden oturuyor. Bir kere, sokak kapısının üstündeki sarı plakaya inanmak gerekirse, bu üç katlı evde yalnız «Albay Hüsamettin Tambay» yaşıyor. Ben ısrar ettim de, pirinç levhanın üstüne küçük harflerle küçük bir «emekli» kelimesi ekledik. Albayım, dedim, sonra bizim evi askerlik şubesi sanacaklar. Razı oldu. Bana kızmaz. Sonra, benim katın sahanlığında, kalın resim kâğıdına yazılmış* bir «Emekli Albay Hüsamettin» uyarısı var. Ben, soyadı kanunundan yanayım; albayım istemiyor. Ben de yazmadım. Pirinç levhaya gelince, albayım yedinci tümen emrindeyken, general, bütün albaylara birer tane yaptırmış; o günlerde de albayım emekliye sevkedilmiş. .Soyadınızı beğenmiyorsanız albayım, dedim; kapıdaki «Tam-bay»m üzerine beyaz bir kâğıt yapıştıralım. Yoksa san mı olsun? İstemedi. «Emekli»yi de bu kâğıda yazardık: Albay Hüsamettin Emekli. Bütün yaşlı albayların soyadı «Emekli» olmalı bana kalırsa. Ben onları birbirlerinden ayırmak istemiyorum. Neyse, albayımın merdiveninin başındaki kâğıt levha, ona gidenlere yardımcı oluyor. Ben, kendisiyle bunları konuşurken, birden elini alnına vurdu —emeklilikten sonra kazandığı bir alışkanlık— ya seni albay zannederlerse, dedi. Hemen aşağı koştum; duvarın üzerine, albayımın katma çıkan merdiveni gösteren bir ok boyadım. Albaya gidenler bu taraftan. Albayım, siz resmî
67
bitmez insanın karşısına çıkıyor. Bu yüzden, benim sahanlığı ortak kullanıyoruz. Demek ki, duvardaki oku izlemek istemeyenler bana gelecekler. Ben de geçenlerde yüzbaşı olmuşum, albayım. Artık daha fazla olamazsın diyorlar. İnsanın oturduğu yerde bu kadar olması da iyi.
Albayıma o kadar söyledim, sahanlıktaki yazı ve ok yeter diye. Zaten ben geldiğimde, sadece, tümen karargâhından getirdiği sarı levha vardı. Hayır, dinlemedi. Dairesinin kapısına da, kartvizitini iliştirdi. Albayım! Buyur oğlum Hikmet. Kapınızda bir kart var; sizi, Albay Hüsamettin Tambay ziyaret etmiş. Sevgiler ve saygılar sunuyor. Kartı kapıya yerleştirdiği gün, işte böyle söyledim albayıma. Ha-ha. (Bu adamı ben azdırdım galiba. Yakında, karargâhta olduğu gibi, yakasına da bir «Albay Hüsamettin» takacak —ya da göğsüne— siyah plastikten ince uzun bir rozet; beyaz, büyük harflerle bir yazı: Alb. H. TAMBAY. Öbür yakasına da, otobüs pasosu gibi resimli olanlarından. Yalnız, yanında sigara içerken dikkat etmeli: Albayımın kimliği tutuşmasın.) Albayım! Bir de «Girilmez» yazalım mı kartvizitin altına? Tarihi incelemeleriniz sırasında belki rahatsız edilmek istemezsiniz. Emekli Tarih Kurumu üyesi. Lütfen Rahatsız Etmeyiniz. Mütemmim malumat için müracaat alt kat. Alt katta bir yazı: Albayımın yanındayım. Siz adamı deli edersiniz.
«Siz buyrun.»
«Hayır, önce siz buyrun.»
İkimiz birden buyuramayız, kapı dar. Ha - ha.
«Öyleyse ben kapıda biraz nefes alayım.»
Daha önce söyleseydiniz ya. «Albayım!» Terlik sesi. Çalışıyor demek ki. «Çalışıyor,» dedi, misafire dönerek. Odalarda Romalılar, Osmanlılar kolkola dolaşıyor. Kapıyı hangisi açacak? Terlik hışırtısı büyüdü, yaklaştı, durdu. Hay Allah! gene son anda aklıma geldi: «Aman geri çekilin: Kapı dışa açılır.» Sendelediler. Misafir, kapıyla duvar arasında kaldı. «Hikmet oğlum, gel de sana Roma'nın... Misa-
fir, Kendini Kapıdan Kurtardı. Hüsamettin Bey durakladı, şaşırdı ve hemen sevindi: «Sermet! Nasıl buldun...» Hikmet, aceleyle tamamladı: «Bizim şubeyi?» Albay, onları yukarı çekti. «Biz, daha önce tanıştık kendisiyle albayım.» «Neden daha önce haber vermedin Sermet?» «Haber vermeğe gelmiş albayım. Siz şimdi gidin Sermet Bey. Biraz sonra haberli gelirsiniz.» Artık dursana Hikmet. Bir insanla olsun tanışırken, kısa bir süre için, kendini korumasını öğren. Ben neden böyleyim albayım? Üzülme, biz emekliyiz; seni hoş görürüz. Ben de kendimi hoşgörüyle karşılamak istiyorum albayım. Uğraştıkça daha derin bir bataklığa gömüldüğümü hissediyorum. Başını kaldırdı: Sermet Bey gülümsüyordu, Hüsamettin Bey gülümsüyordu. Bağışladınız mı beni? Farketmediler bile. İnanmam, ihtiyatlı olmalıyım. Benim boş bulunduğumu ya da kuşkulandığımı kimse sezmemeli. Gülümsemelerine katılmalıyım Ağzını oynatmaya hazırlandı, fakat gözler, bu karara uymadılar; hepsini geri aldı. Konuşuluyordu, Hikmet susuyordu. Kişiliği korumak için, bazen yaşamamak gerekiyor. Odayı, insanları, eşyayı görmüyordu. Burası gene de en rahat yer sayılır. Hayatın akışına kapılıp gitmemek için, bu geniş dünyada böyle bir gecekonduya sıkışmak mecburiyeti hasıl oluyordu albaylarım. Eski yaralar, albaylarım, üç yüz üçten kalma. Bana vurdular albaylarım, bana vuruluyordu. Merak etme Hikmet oğlum, sen düzelirsin. Öyle deniliyordu albaylarım, yarım kalmış generallerim; sen elbette bir yolunu bulursun diyorlardı.
Kirpiklerini tozlandıran, yüzünün çizgilerini keskin-leştiren güneş ışınlarına bakmağa çalışarak, son bir gülümseyiş denemesine girişti. Sermet Beye baktı: Sermet albayın bacakları çarpıktı. Süvari olmalı. Hayır, levazımmış. Emekliliklerinden başka kaybedecek şeyleri olmayan insanlar, bütün dünya albayları birlesiniz! İçinin biraz ısındığını hissetti. Güneşten olacak.
«Okuyorum Sermet. Tarihe meraklı olduğumu bilirsin.» Kim meraklı değil ki, herkes okuyor. Yalnız gerilim-
69
ıe
yor albayım; bugüne değer veren kalmadı. Bugün, zaten yaşanıyor; asıl, geçmişte ne olmuş bakalım? Sararmış vesaikin kararmış fotokopilerinin kirlenmiş baskıları. Bugü nü daha iyi anlamak içinmiş aslında. Ne olacak anlayacaksın da? Daha mı iyi yaşayacaksın? Öyle deme, öğren öğren: Nâzım Paşayı Ruslar nasıl aldatmış? Bakkal Rıza'nm beni aldatmasına karşı yararı dokunur mu? Anlamıyorsun, meseleleri ayağa düşürüyorsun. Anlamıyorsunuz, meseleler hiç bir zaman başa çıkmadı. Hele sizler, hele sizler, kimsesizler için hiç. Hatta kendini Tevfik Fikret sananlar için bile. Gene de herkes tarih okuyor; bütün belgeler bir bir, gün ışığına çıkarılıyor. Bu belgeler de tarihimize ışık tutuyor. Bir millet, tarihine düşkün olmalı deniliyor. Bitmez tükenmez yazışmalar, hürmetlerimi arzederimler içinde küfürleşmeler, ilk olarakpaşahazretlerinibenikazetmiş-timler, eyhakikatasusamışmilletimöğren'ler, nasihatler, musahabeler, harbiumumi hatıraları, edirne hatıraları, hatıra fotoğrafları, ok işaretli paşalar, çarpı işaretli mülazımıev-veller, damatpaşayaakılöğreten aklıevveller, vakayıvakva-kiyeler, vakanüvisler, takvimivekayiler, saatlimaariftakvim-leri, napolyondanseçmeler, hamitpaşadan inciler, veliaht-hazretleribanademiştikiler, topun başında arap zabiti kıyafetinde çektirilmiş soluk fotoğraflar, vilayatışarkiyenin o günkü resimleri bir yeniçeri kıyafeti, donanmamızın hâ-lipürmelâlini gösteren temsilî resimler, şarküıibretiâlem-ler, muahedeler, antlaşmalar, muhterem refikim saffet paşa için imzalanmış ahmet paşa fotoğrafları, milletimefeda-olsunlar, bir cevabımızlar, zaruribiraçiklamalar, benosıra-dagarpcephesindevazifedeydimler, aslındahâdiseşuşekilde-vukubulmuşturlar, tarihtekerrürdenibaretler, ikinci selim devrinde saray âdetleri, ahvaliâdiyeler, ojen fredirikin hediyesi saatler, hüsnü paşaların bir fransız ressamının eliyle portreleri, ahretten dönenler, ölümün eşiğinden dönenler, kırım seferinden avdet edenler, fetvalar, şeyhülislamlar, doymak bilmeyen ihtiraslar, osmanlı ordusunun talimter-biyesi hakkında baronvonpaşaların fikriyatı, taratelli pa-
70
türk erkânıharbiumumiyesi ile teşrikimesaileri, on sekizinci asırda tophanenin vaziyeti, Sultanahmet meydanında meşrubat satıcıları, bir külhanbeyi —zamanın gravürcüle-rinden Alten tarafından— birdevringurubu, birdevrintuluu, hamasi şiirler, uyaneyhalkıelim/sanayolgösterecekselimler, bahriye marşları, halim paşanın son günleri, veliaht paşanın ilk günleri, birgüneşdoğuyorlar, birgüneşdoğmuyorlar, terakkiler, tereddiler, ihtilaflar, itilaflar, hubertpaşanmta-vassutlarıylakendilerineşiddetleler, telgraflar, suretler, çift-aylı belgeler, kendielyazılarıylalar, gümrahiye müzesine merhumun bağışladığı pek kıymetli tarihî eşyalar, be-şik-i şahaneler, tavassutlar, tavassutlar, resimli tarihler, şimdiyekadarhiçbiryerdeneşredilmemişler, neşredilipdema-lumsebeplerle tahrifedilmişler, kumandanhazretlerine3k775-ler, or.kum.sek.al.top.tab.m.rafet.p.ler, harp haritalarının gölgesinde bilhassa çalışma masaları başında çektirilmiş fotoğraflar, hazırolcengeeğeristersensulhusalahlar, savaşlar, harpler, muharebeler, müsademeler, çatışmalar, kıtaların cepheye iltihakları, sakalları uzamış erler, tren pencerelerinden başlarını uzatmış saf bakışlı neferler, seferler, çöller, kemikler, otarihtepektamnmışlar, pekkıymettarvazolar, kavanozlar, kavanozdiplidünyalar, kavanoz kafalı herifler kurşun askerler, müstafi yüzbaşılar, mütekait miralaylar, emekli albaylar... «Sen, her zaman okurdun Hüsam.» Ne olur albaylarım, biz tarihin kölesi olmayalım; gerekirse, dünya tarihini yeni baştan yazalım. Bütün olayların yeni yorumlarını yapalım. Bunun için neyimiz eksik sanki? Bina kalırsa, gerçek hürriyeti ancak bizler duyabiliriz içimizde; Hüsamettin Beyin, bunca yıllık karısından ayrılmasının bir anlamı olmalı. Bizlere uygun görülen kadere her yerde karşı çıkmalıyız. Küçük oyunlara gelmemek için bu gecekonduya taşındık, büyük oyunlar oynayacağız. Çevremizdeki eşyayı basitleştirdik, sade bir dekor içinde vereceğiz temsillerimizi. Pahalı yaşantıların yüksek soğukluğundan kurtardık kendimizi; dört renkli ve resim-
71
Sermet Beye döndü:
«Bütün güvendikleri, 'Kaderin Oyuncakları' piyesini oynamamız.» Sermet Bey toparlandı: «Efendim? Anlamadım.» Hüsamettin Albay, kaşlarını çattı. «Bana öyle bakmayın albayım; ben, söze başlamadan konuşmaya başlayan Polonius değilim.» Sermet albaya doğru eğilerek açıkladı: «Bu Polonius, albayım; İngilizlerin Damat Ferit Paşası. Hüsamettin albayım! Hamlet yaşasaydı şimdi tümgeneral olmuştu, değil mi?» Hüsamettin Bey, özür diler gibi, Sermet Beyin yüzüne baktı, sonra Hikmet'e döndür «Enver Paşa da bizim Hamle timiz, öyle mi?» «Üzülmeyin albayım, Sermet Beye bir şey olmaz; emekliler şaşırmazlar çünkü.»
Sermet Bey şaşırmadı. Çok derinlere gömülmüş gözlerinde, ince kıvrık burnunda, bıçak gibi keskin ağzında ve damarları fırlamış ellerinde böyle bir tepki görülmedi. Siyah - yeşil yollu çoraplarının ucunda sallanan ve ona gerçeküstü bir görünüm veren kocaman ayakkabıları bile titremedi, însan, otuz yılı doldurup emekli olduktan sonra, sivil giyinmeyi öğrenebilir mi? Öğrenemez; her kılık, üniforma gibi durur üzerinde. Âşık olursa belki öğrenir. Hem de genç bir kıza âşık olmalı. Yelek yerine, ceketin altından sarkan uzun bir hırka giymez o zaman, Hüsamettin Albayım gibi. O zaman, yatak olarak kullandığı somyanın üstüne, iç açıcı bir örtüyle renkli hafif yastıklar koyar, değil mi albayım? Duygulu bir kadın eli, nasıl mucizeler yaratır değil mi efendim? Tarihte örneklerini görmüyor muyuz? Ve sonra birdenbire kadınlar...
«Hüsamettin Albayımın arkadaşı, benim de albayım-dır.» dedi. «Ben, Sermet Albayımın da beni aynı hoşgörüyle karşılayacağına eminim. Özellikle son zamanlarda Hüsamettin Albayımla çok yoğun bir duruma gelen görüşmelerimiz, ister istemez, ilk bakışta zor anlaşılan ortak bir dilin aramızda gelişmesine yol açmıştır. Çevremizden böyle uzaklaşmamızın sorumluluğu, daha çok benim sır-
72
lan orta bir a'ydın bile, değil Hüsamettin Albayımla olan konuşmalarımızı, dul kadın Nurhayat Hanımla yaptığımız görüşmeleri bile anlamakta güçlük çekebilir.» Hüsamettin Bey utanarak gülümsedi: «Bunu inkâr edemem. Yalnız, Hikmet'e göre, bu müşterek lisanın hususiyetlerinden biri de münakaşa yapılmamasıymış. Yani, Hikmet taarruz edecek, sen susacaksın. Bu, 'başka bir mantık'mış.» Hikmet durgunlaştı, geç karşılık verdi: «Evet albayım, o> başka. Karşılıklı güven olduktan sonra, her şey yapılabilir.» Albay, Hikmet'in durgunluğundan yararlandı: «Peki, neden sana taarruz edilince, aynı mantığı tatbik mevkiine koymuyorsun? Neden, sözleri değil de insanları itham etmeğe kalkışıyorsun hemen?» Hikmet, sandalyesine yaslandı: «Çünkü albayım, bende başkayım.»
Hüsamettin Bey tombul parmaklarıyla, hırkasının kollarını kıvırdı; beyaz gömleğinin kirlenmiş kollukları ortaya çıktı. Onlar da kıvrılınca, uzun kollu yün fanilasının kol uçları göründü. Hüsamettin Albay, en üste de onları kıvırdı özenle; bileklerinin üzerinde bir şişkinlik meydana geldi: Gömlek - hırka - faniladan iki kirli bilezik. Gömleğin üst düğmesi de gevşetilince, üç kat kumaşın altından bir iki beyaz kıl çıktı ortaya. İçimi karartıyorsunuz albayım. (İnşallah kulağını kaşımaz.) Sabırsızlandı: Konuşacaksınız, biliyorum albayım. Albaya bakamadı. İnsanların işlerini bitirmelerini bekleyemiyorum. Eyvah! Elini çoraplarına götürüyor; çirkin bir yumru da orada belirecek. Gözlerini kapattı, olmadı: Çorap, yün don ve lastik arasında geçen karışık macerayı kafasında yaşadı, albaydan başka bir hayali gözlerinin önüne getiremedi. İnsanların, saçları döküldüğü halde, vücutlarındaki kıllar neden artıyor? Gömleğin altından, bilekten fırlayan kıllar, neden parmakların uçlarına kadar saldırıyor? Burundan, kulaklardan kıllar neden fışkırıyor? Yüzde et benleri çıktığı gibi bir de bunların üstünde kıllar yetişiyor. Lekelerin sayısı artıyor, lekeler kıllarla yarışıyor. Sonra... Hüsamettin Albayım bir
73
J. AXXX UUjlujui. .. v
arasını, kahverengi lekeler kaplıyor. Her gün tıraş oluyor. (Tıraş olurken yüzünü kesiyor, kesikler kabuk bağlıyor. Bütün bunlar kimin için?) Boynuna dar gelen gömleğinin üst düğmesini kaparken, gerdanının buruşukları, gömleğin içine sıkışıyor; boyun, katlanmış bir kâğıt gibi kırışıyor. Ne olur konuşun albayım, dayanamıyorum.
Beklenen geç geliyor; geldiği sırada insan başka yerlerde oluyor. (Manevi bakımdan, demek istiyorum.) Hüsamettin Bey hazırlıklarını bitirmişti: «Bu yaştan sonra, ahşap bir evde, cemiyete ters düşen bir meşgalimiz var Ser-met. Buna tarih diyoruz ama, başka cereyanlara kapılıp gidiyoruz. Hikmet, bizde bir «başkalık» olduğunu söylüyor; ben, bu başkalıktan şüpheye düşüyorum hakikaten. Neden şüpheye düşüyorum? Çünkü, yaşımın icabı, salim düşünmeğe çalışıyorum: Ben mi şaşırdım, yoksa herkes birden garip bir cinnete doğru mu yol alıyor? Hikmet'e göre, ülkemizde herkes aklını oynatmış; memleketin, İsviçre'ye tedavi için gönderilmesi icap ediyormuş. Ancak oradaki doktorlar anlar, diye tutturuyor. Beni de baştan çıkardığı •oluyor. Sonra, aklı karışıyor ve sanki bütün bunları ben söylemişim gibi, bana çatıyor: Gecekondu sanatoryumuna dinlenmeye gelmiş, ben de onun tedavisine engel oluyor-muşum. İşin garibi, ben de kâfi derecede şaşırmıyorum bu saçmalara galiba.» Sermet Bey güldü. «İkramiyenizle bir kat alacağınıza, neden huzur sahibi olmayı tercih ettiniz? diye soruyor bana.» Sermet Bey, gözlerini başka bir yana çevirdi. «Kendi yerime, karımı emekliye ayırmışım.» Bir kahkaha attı. «Karşımda öyle sıkılıp durma, Sermet. Demek, bilmeden, bütün ömrümce bunu hayal etmişim; emekli olmayı bu sebeple istiyormuşum.» Gelincik paketini aldı, sehpanın kıvrılmış olan örtüsünü düzeltti: «Hesap meydanda işte.» Paketin arkasına, eski türkçe bir şeyler yazdı. «Elime bin iki yüz lira geçiyor, beş yüzünü karıya veriyoruz.» Bir takım hesaplar yaptı. Başını kaldırdı: «Az kaldı unutuyordum: İkramiyeyi de faize verdi bizim hanım.
74
vct>j.Lju.ıııcıuciıij.
cm.ıcuuışuıııı uuıuiı Duman
Allahtan. Fakat o dinlemiyor: Mahsus yapmıştım bu hesabi: Karımın huzurunu kaçırmamak için, Hikmet'in tepesine gelmişim. Üst katta dolaşıp onun aklını karıştırıyor, unutmak istediği delilikleri hatırına getiriyormuşum.»
Hikmet, kitaplara bakıyordu. Sermet Bey sordu: «Karından ne sebeple ayrıldığını pek anlayamadım doğrusu.» «Sen hiç evlenmedin, Sermet. Bilemezsin. İnsana öyle bir bakarlar ki, yaptığın hiç bir işi ciddiye alamazsın.» Hikmet başını albaya çevirdi: «Oysa burada huzurumuz var, değil mi albayım?» Hüsamettin Bey başını salladı: «Huzurumuz var da denemez. Vaktimiz bol olduğu için, bütün günümüzü huzursuzlukla dolduramıyoruz sadece. Sessiz sedasız okuyorum burada. Hikmet'e bakılırsa okumam da duyuluyormuş. Gözleriniz çok ses çıkarıyor albayım, diye geldi bir gece yarısı. Üşenmemiş; pijamalarını çıkarmış, giyinmiş. Hakikaten okuyordum tesadüfen. Albayım, gene mi tarih? diyerek azarladı beni. Ben de ona diyorum ki: Gecenin bu saatinde neden kendini eziyete soktun? Sıcak yatağından çıkmanın ne faydasını gördün? Siz de, bir işe yaramadığı halde durmadan okuyorsunuz diye karşılık veriyor bana. Elindeki gelincik paketini, yazı masasının altındaki çöp sepetine attı. «Hayatımı yeknesak buluyor. Bütün gün bana eski günleri anlattırır, sonra beğenmez. Ona Kuleli'yi anlattım, ilk gördüğüm kadınla evlendiğimi anlattım, onun tabiriyle «bizim zamanımızda »yi anlattım, havuzlu bahçede garsonun bahşişi az bulup bana paranızın üstünü tabakta unutmuşsunuz demesi üzerine garsonu havuza nasıl soktuğumu anlattım, bu arada —lüzumlu malumat kabilinden— subayların elinde file pazarda dolaşmaması ve bu münasebetle emireri kullanmalarının esbabı mucibesini anlattım, orduevindeki baloya saçlarımı nasıl kazıtıp gittiğimi ve nasıl hapis yattığımı anlattım, gözlerimle paşaya hakaret ettiğim iddia edilerek dört hafta nasıl izinsiz kaldığımı anlattım, tayın bedelini anlattım, şark hizmetini anlattım, tarihe duyduğum
75
munaoDetı oenae nocamız erjtanmarp oınoaşısı oaııeı rse-yin...» Hikmet, alttaki raftan kalın bir kitap çekti gürültüyle. «Beni her zaman sabırsızlıkla dinledi, sık sık müdahalelerde bulundu. Bilhassa Almanları anlatırken, onlara duyduğum hayranlığı ifade ederken söze çok karıştı. Bizim orduda mı, Alman ordusunda mı çalıştığımı sordu. Bizi, Alman hayranlığının geri bıraktığını iddia etti. Hikmet' in tembelliğine de ben sebep oluyormuşum: Bana, kendisinin de sebebini bilmediği bir hayranlığı varmış.»
Hikmet, birden kımıldadı: «Galiba benden söz ediliyor.» Sermet Beye döndü: «Benim neden evlendiğimi biliyor musunuz albayım?» Hüsamettin Bey şiddetle itiraz etti: «Saçmalama Hikmet. Kimseye bunu yapmaya hakkın yok.» Hikmet güldü; «Daha başlamamıştım albayım. Neyse, bunu da geçelim bir kalem. Yalnız, unutmayın albayım: Bununla altmış dört kalem etti. Beni hep durduruyorsunuz albayım. Bir gün beni kimse durduramayacak. Ve kendimi rezil etmeme izin verilmedikçe, ben de elâlemi rezil etmeğe devam edeceğim. Ve herkes kaybedecek bu yüzden.» Heyecanlı görünmüyordu. «Herşeyi bir düzene koymak gerekiyor Sermet albayım. Ben bu yüzden evlendim ve bu yüzden ayrıldım.» Hüsamettin Albay dayanamadı: «Saçmalama Hikmet.» Hikmet, eliyle bu itirazı ikiye biçti. «Siz albayıma bakmayın Sermet Bey. Tarih gibi, boşanmalar da zaman zaman yeniden yorumlanır. Bununla ne demek istiyorum acaba?» Düşünceye daldı. «Önce konuşur, sonra düşünür,» dedi Hüsamettin Bey, yavaş bir sesle. «Hepimiz gibi.» Hikmet'e döndü: «Belki de bir temsil vermek istiyordun; Sermet'e kendini göstermek istiyordun.» Başını salladı: «Yeni tanıdığı birinin karşısında çok tedirgin oluyor bu çocuk. Yanlış anlaşılmaktan, eksik anlaşılmaktan korkuyor. Müktesebatı neyse, hepsini birden ortaya dökmek istiyor. Hikmet doğruldu: «İşte bunun için ayrıldım karımdan. Sevgi olsaydı, şimdi benim bu gülünçlüğümü örtbas etmek isterdi. Beni anlamadılar, Sermet Albayım, beni anlamadılar. Önceleri, bana engel olun diyor-
76
yüzden, asıl kabahat bende.» Hüsamettin Bey telaşla atıldı: «Hayır, itiraz etmiyorum; yüzüme bakma öyle.» Hikmet, başıyla, albaya teşekkür etti. «Karım, beni anlamadığı için, önceleri bana engel olacağı yerde, alabildiğine boş bıraktı beni. Çünkü, beni kazanmak istiyordu. Sonra da, herhalde beni kaybetmek için olacak, oyunlarıma hiç izin vermedi. Sonra, her yerde yasakladılar beni. İnsan içine çıkamadım. Sonunda, Hüsamettin Albayım, beni seyretmeye razı oldu. Onun da dayanamadığı oyunlar var elbette.» Durdu, düşündü: «Bu sefer, önce düşündüm albayım. Şimdi söyleyebilir miyim?» Albay güldü: «Bir sözü de karşılıksız bıraksan olmaz mı? Söyle bakalım.» «Düşündüm ki, bu söylediklerimle ne demek istediğimi hiç anlamıyorum.»
Hüsamettin Bey, yün donunun paçalarını, çorabının içinden kurtardı, «Anlaşıldı,» dedi, «Sen, temsiline bir an önce başlamak istiyorsun. Dikkat et: Sonu hicran olmasın. «Nasıl bir şey olsun albayım?» «Bizi, senin de anlamadığın şu felsefenden kurtar da, nasıl olursa olsun.» Sermet Bey, çekingen bir tavırla, «Belki de ben size engel olurum, isterseniz gideyim, başka bir zaman rahatsız ederim,» gi-t>i bir şeyler söylemek istedi; fakat sözlerinin ortasında Hikmet onu yerine oturttuğu için, ancak bir kaç kelimesi du-yulabildi. «Hayır, kaim albayım. Şu anda elimizde fazla seyirci yok.»
«Albaylarım! Sizlere bir piyes oynamayacağım. Sizlere, sizlerin tarihini okuyacağım. Her şeyi tarih sırasına göre anlatacağım. Çünkü ben sıraya önem veririm. Düzeni severim. Önce ne oldu? Önce kim, ne yaptı? Önce ne vardı?» Sorusuna kendi karşılık vermek isteyen bütün insanlar gibi acele davrandı: «Önce Kelime vardı, biliyorsunuz. Bütün bu virgüller, ünlemler sonradan gelmedir. Ha-ha.» Sermet Bey, anlamadan bakıyordu. Hüsamettin Bey ¦duruma el koydu: «Kimsenin önceden tahmin etmesi müm-3cün olmayan saçmalıklarla insanları şaşırtmaya bayılır-
77
ri bilinen şeyler bunlar. Yalnız, medeniyetin gürültüsü içinde, modası geçen bütün oyunlarla birlikte bir köşeye atıldı. Tıpkı sizin gibi, tıpkı benim gibi.» «Biz bunlarla mı değer kazanacağız yani Hikmet?»
«Peki albayım, vazgeçtim: Önce hiç bir şey yoktu. Bütün evren, kelimesiz bir tekdüzelikten ibaretti. Fakat o sırada kelime icat edilmediği için, bu bölümü anlatamıyoruz. Tanrı, bir süre sonra, tekdüzelikten sıkıldığı için durgunluğu yarattı. Sonra durgun yaratıldı. Bu sıfat tek başına var olmadığı için, durgun denizler ve durgun havalar ve durgun karalar ortaya çıktı. (Sadece bir dilbilgisi zorunluluğu yüzünden.) Durgunluk bulut getirmediği için denizler her zaman mavi ve durgunluk havayı karıştırmadığı için dalgasızdı. Hareket olmadığı için büyüme yoktu. Ne yükselme vardı ne genişleme. Kimse kimseyi geçmiyordu. Yarışma icat edilmemişti. Ve Tanrı, Hüsamettin Tambay'm ilk atasını, insanı yarattı. İşte ondan türeyenler:
İlk Tambay, çok tanınmış bir kişiydi, eşi yoktu: Adem Tambay. O zamanlar daha savaş yoktu. Ve Adem Albav, savaşsızhktan ve kadmsızlıktan sıkıldığı için Havva'y1 aradı. Rumeli Kavağı'na gitmek için vapur bekliyordu Beşiktaş iskelesinde. Daha o zamanlar Kavaklar yasak bölge değildi. Ve daha o zamanlar utanma icat edilmediği Havvr ikinci mevki bekleme salonunun tahta sıralarında otururken, Adem Albayın bakışlarından sıkılmadı. Ve ikisi de sanki koca dünyada yalnızdılar. Ve sanki bu uçsuz bucaksız topraklar üzerinde onlardan başka kimse yoktu. İşte Adem Tambay ve Havva, ilk gülümsemeyi o anda, ihtiyaç yüzünden icat ettiler.
Dostları ilə paylaş: |