Tehlikeli Oyunlar



Yüklə 1,34 Mb.
səhifə8/32
tarix20.11.2017
ölçüsü1,34 Mb.
#32393
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   32

104


elimden gelmedi nedense. Fikret olmasaydı, dedim; ben bir yolunu bulurdum. Bilge, bunu anlamamıştı; Sevgi anla- mıştı. Bu ecnebi tavırlı Mr. Fikret yüzünden, tehlikenin geçtiğini anlamıştı; kendini aptalca mutlu hissettiği zamanlar söylediği strangedearbuttruedear şarkısını mırıldanıyordu bu nedenle. Bilge de aptalın biriydi; çünkü, kendisinden nefret eden Sevgi'nin peşinden, bir ev kadını gibi, mutfağa gitmişti. (Fakat bacakları beni ilgilendiriyordu.) Fikret aptaldı; çünkü, odada ikimiz başbaşa kalınca, karıları mutfakta yemek hazırlayan iki kocanın konuşmalarına sürüklemeğe çalışıyordu beni. Sevgi aptaldı; çünkü şarkı söylüyordu mutfakta, zafer şarkısını. Fakat onu perişan ettim; kazandığı zaferler yüzünden mahvettim onu. Ha-ha. Böyle zaferler kazanmağa çalışmasaydı sonumuz, başka türlü olurdu albayım.

«Saçmalama Hikmet.»

«Hem de nasıl saçmaladım albayım; çünkü, tuzağa düşürülmüştüm. Öfkeden boğuluyordum. Bardağımı, herkesin bardağına vurup, içiyordum durmadan. Bilge'nin adamı pek içmiyordu. Yerimde duramıyordum; bir «night club»a gidelim dedim, Bilge'nin adamının gözlerinin içine bakarak. Benden çekiniliyordu, itiraz edilmiyordu. Sevgi ile Bilge, yatak odasına gittiler; bana, bunu da yaptılar. Sevgi giyinirken, mırıl mırıl söyleştiler. Biz de iki koca olarak, salondan onlara seslendik: Falan filan, dedik. Bilge'nin üzerinde, night club'a gidecek bir elbise yoktu; Sevgi'nin elbisesini giydi. Nedense hep aynı boydaki kadınlara tutuluyordum. (Daha uzun boylu kadınları beğeniyordum aslında.) Nekadaryakışmış dedik. Arabada, şoförün yanına oturdum; aptalları arkaya yerleştirmiştim. Şoförle sohbet ettim; aptallardan daha çok önem verdiğimi gösterdim ona. Fıkralar anlatarak onu güldürdüm. Her cins adama hitap eden çeşitli fıkralarım vardı. Aptallar da güldüler. Sizin için değil, dedim içimden; sizin için değil. (Allah kahretsin, içimden.) Asansörde midem bulandı. Bil-

105


tik. Yanımda fazla para yoktu. Kalabalık bir salon değildi. Hemen kadınlara baktım; hangi güzel kadın, hangi aptal ve çirkin fakat paralı erkekle gelmiş? ona baktım. Danse-diliyordu. Birden neşelendim. Gece klübü fıkralarıma başladım. Bilge'nin adamı, 'Nasıl olsa Bilge benim kadınım' diye gülüyordu. Bilge'yi dansa kaldırdım ben de; gözlerinin içine bakarak dansetmeğe başladım. Bilge'nin adamı, kocası-danseden-karılarla-konuşulduğu-gibi, yaptı, Sevgi'ye. Bilge'ye sarıldım; çalman parça, buna izin veriyordu. Şimdi denizde olsaydık Bilge, dedim içimden. (Allah kahretsin, içimden) Bu durumda yüzebilseydik, uzaklaşsaydık. Sevgi küçülseydi, sen benim ne yaman bir insan olduğumu anla-saydm. Bilge'nin ayağına basıyordum, başım dönüyordu •çünkü. Anlayışlı bir sesle: Oturalım mı? dedi. Anlayışsız bir sesle: Oturalım, dedim. Bilge aptaldı. Sevgi aptaldı, Bilge'nin adamı aptaldı. Bir ben akıllıydım. Ben de harcanıp gidiyordum bu aptalların arasında. Sonra, durmadan dansa kaldırdım Bilge'yi. Bilge'nin adamı, durumu, anglo-saksontavrıyla ve hoşgörüyle karşıladı. Daha çok kızdım, daha çok terledim, daha çok tepindim. Sevgi ile Bilge'nin adamı dansetmediler. İkisinin de endişe edecek durumu yoktu. Benim durumum sallantıdaydı. Kendimi küçülttüğüm halde bir sonuca varamamıştım. Üçünün arasında ezilip kalmıştım. Masada otururken, durmadan bunları düşünüyordum. Onlar yaşıyorlardı, kendilerini yaşıyorlardı. Ben kimdim ya da kimi canlandırıyordum? İşte o zaman öfkelendim albayım, garsonla kavga ettim. Adam olsaydın, bu işi yapmazdın, dedim. Söylemek istemediğim daha bir çok söz ettim. Masaya yumruğumu vurmak istiyordum; nedense vurmadım. Kimin adına vuracaktım? Garsona işaret ettiler; Bilge'nin adamı yaptı bu alçaklığı. Bırak onu, kendini bilemeyecek durumda, demek istedi. (Evet, bilmiyordum kendimi.) Aslında Bilge'nin adamı da yoktu; böyle bir insan yaşamıyordu, ismi bile yoktu. Bütün bunlar yalandı. Parayı da Bilge'nin adamı verdi. Hayır, Bilge'nin

106


öğrenmek istediğimi biliyordu. Here I come ulan, dedim; ben varım işte, here I come... Üşüdüm albayım, kalkalım.» Ayrılırken Sermet Bey, korkarak elini uzattı.

107


ÜLKEMİZ

«...üç yanı denizlerle çevrilmiş olan ülkemizin...» «İki buçuk yanıdır, oğlum Salim.» Salim, iki numara tıraşlı kocaman başını kaldırdı: «O ne demek oluyor Hikmet amca?» «Güney sınırlarımızın yarısı karadır da ondan.» «Yapma Hikmet amca; öğretmen kızar böyle şeylere.» «Kızmaz oğlum; gerçeklere kızılmaz.» Salim, kafasında beyaz çizgiler gibi duran eski yara izlerinden birini kaşıdı: «Gerçek nedir, Hikmet amca?» «Alıştırma defterini çıkar da yazdıralım; gerçekler havada kaybolmasın.» Salim, Hikmet'in yüzüne bakarak, bu garip amcanın ciddiyet derecesini ölçmeğe çalıştı. «Matrak geçmiyorsun ya Hikmet amca?» «Bu terbiyesiz sözü de nereden öğrendin bakalım?» «Hangi terbiyesiz?» «Matrak terbiyesiz.» Salim, kalemi ağzına soktu: «Herkes söylüyor.» Hikmet, yuvarlak fırça kafaya hafifçe vurdu: «Kötü bir sözü herkesin söylemesi, o söze bir gerçeklik kazandırmaz. Çıkar defterini. Yalnız, gerçeğin tanımını vereceğiz, matrağın değil.»

Salim, sarı çantasının patlamış dikişleri arasından elini soktu; bütün sayfalarının köşeleri, çeşitli doğrultularda kıvrılmış olan, kırmızı kaplı, mavi etiketli bir defter çıkardı. Sayfaları aceleyle çevirdi. Her sayfada, çeşitli doğrultulara yatmış yazılar ve kırmızı ayırma çizgisinden yazılara doğru eğilen çiçek resimleri vardı. «Sen kız mısın ki çiçek resimleri yapıyorsun sayfa kenarlarına?» «Bu, alıştırma defteri de ondan.» «Anladık. Bu ne biçim yazı böyle?»

109


Salim, gülerek, sandalyeden öne sarktı; gururla, «Öğretmenim de hiç beğenmiyor,» dedi. «Bunda gülecek ne var?» «Sen bu yazıyla, diyor...» Gülmekten, sözüne devam edemedi.

«Çok bastırma kalemi. Eğik yazacaksan, sağa doğru yatır harfleri. Seninkiler, Bakkal Rıza'nm iskemleye yaslanması gibi geriye yatmış.» «Bakkal Rıza'nm oğlu geçen gün alıştırma defterini kaybetti.» «Hangi gün?» Salim, çantasının büzgülü, kumaş gözünün lastiğini çekti; bir tarafı kırmızı, öteki tarafı mavi bir kalem çjkardı. Kırmızı bir gerçek yazdı; gerçeğin önüne, içi boş iki nokta üstüste koydu. «Gerçek, iki nokta üstüste koydun mu?» «Koydum, Hikmet amca. Büyük harfle başlanıyor, değil mi?» «Hepsini büyük harfle yazsaydın.» «Kırmızı kalemle yazdım. Yumuşak silgiyle çıkmıyor.» «Gerçeğin de soluna çiçek yapma sakın.» «Bu sayfada yok zaten.» «İyi. Yaz bakalım: Gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür.» «Birimi var mı Hikmet amca?» «Birimi insandır.» Salim, kalemin mavi tarafını ağzına soktu, ucunu ıslattı, insanın altını çizdi.

«Öğretmen, ülkemizde ne varsa yazın, dedi. Neler yetişiyor? Ne satıyoruz? Ne alıyoruz? Hepsini yazın, dedi.» Hikmet, parmaklarıyla hesapladı: «Çok şey yetişiyor. İstersen ben yazdırayım.» «Bilmem. Öğretmen, kendiniz yazın, dedi.» «Küçük çocuklar, bu kadar şeyi birden akıllarında tutamazlar. Ben sana önce birkiüç diye yazdırırım; sonra, birkiüçü sileriz. Yazı ödevi, böyle yapılırsa daha güzel olur; geçişler farkedilmez. Bütün büyük yazarlar, satırların arasındaki bu birkiüçleri güzelce eriten adamlardır. Sen de büyüyünce böyle yazarsın, olur mu?» «Ne yapayım büyüyünce, Hikmet amca?» «Tiyatro yaz.»

Salim, çantasından bir dergi çıkararak karıştırmağa başladı. «Nedir o dergi?» «Hayvanlar Dünyası.» «Demek onlar, başka bir dünyada yaşıyorlar.» Salim, gülmeğe başladı: «Çok komiksin sen, Hikmet amca.» Hikmetamca komik, komik Hikmetamca.

110

y £«1011111,



ödevimizi yapalım. Bırak o dergiyi. Hem adı da yanlış; Hayvanlar Kırallığı demeliydi. Biz daha ileriyiz hayvanlardan. Biz, cumhuriyetiz.»

«İngiltere, cumhuriyet değil ama. Onlar kırallık.»

«Hayır, tam değil.»

«Peki, ne onlar?»

«Meşrutiyet. Üç çeşit idare var, biliyorsun: Mutlakiyet, meşrutiyet, cumhuriyet. Biz en ilerdeyiz: Cumhuriyet. İngilizler, daha ikinci bölümde. Başlarında kıral var.»

«Aslan da var mı, Hikmet amca?»

«Hayır. Aslan, ancak resimlerde filan kalmış. Neyse, biz konumuza dönelim. Ülkemizi yazalım. Alıştırma defterine mi yazacaksın?»

Salim, başını salladı: «Evet. Sonra temize çekerim. Hikmet amca, öğretmen, İngiltere'de Haydpark diye bir yer var, diyor.» «Evet, orada biraz cumhuriyet yapıyorlarmış. Biz ülkemize gelelim. Ülkemizi, baş tarafa yaz bakalım, ortaya.» Salim başını salladı. «İyi. Baştan başlıyoruz.» Yerinden kalktı, yatağa uzandı: «Buradan sesimi duyabiliyor musun?» Salim, gene başını salladı. «İyi, önce, ülkemizi kısaca tanıtacağız. Her söylediğimi yazma sakın. Ben gerekli olanları yavaş söylerim, yazarsın.»

«Ülkemiz. Ülkemiz, bazı yanlarından denizlerle, bazı yanlanndan da başka ülkelerle çevrili; genellikle dört köşe, özellikle çok köşe bir kara parçasıdır. Denizlerin olmadığı yerlerde ülkemiz, noktalı çizgilerle sınırlanmıştır.» «Hani, haritalardaki gibi, değil mi?» «Sözümü kesme. Evet, hari-talardaki gibi. Ülkemiz, bir haritaya benzer.» «Kesikli, yani noktalı çizgiler neye benzer, Hikmet amca?» «Sözümü kesme dedim. Noktalı çizgiler bir şeye benzemez. Noktalı çizgiler, sınır olarak, sınırlarımızda bulunur. Bütün sınırlar boyunca uzun binalar, çizgileri; noktalar da, bunların arasına yerleştirilmiş bulunan gözetleme kulelerini gösterir. Bunlar, üstten bakılınca, haritalara benzer. Uzun binaların ve kulelerin damlan kırmızı olduğu için, sınırlar, harita- .

ill


ıaraa Kırmızı çg g

kalırız. Bundan başka, ülkemizin dört bir yanı, köylülerle çevrilidir. Köylülerle çevrili ülkemizde birçok ürün yetişir. Çeşitli iklimlerin kaynaştığı ülkemizin Akdeniz bölgesinde maki denilen kısa boylu, tıknazca fundalıklar yetişir. Sulak bölgelerde ormanlar yetişir, pirinç yetişir. Ayrıca, bir de güneşi olan bölgelerde meyva yetişir. Ülkemizde, eski çağlardan beri birçok medeniyet yetişmiştir; ülkemiz, birbirine benzemeyen birçok medeniyetin beşiği olmuştur. Bu beşikte birçok medeniyet sallanmıştır, birçok medeniyeti uyutmu-şuzdur. En son kurulan medeniyet ekmek medeniyetidir. Bu medeniyetin sürekli oluşunu sağlamak için, ülkemizin birçok yerinde, buğday yetişir. Fakat, ülkemizde en çok yetişen, köylüdür. Köylü, bütün iklimlerde yetişir. Köylünün yetişmesi için, çok emek vermeğe ihtiyaç yoktur. Köylü bozkırda yetişir, yaylada yetişir, ormanda yetişir, dağda yetişir, kurak iklimde yetişir, ovada yetişir, sulak iklimde yetişir. Çabuk büyür, erken meyva verir. Kendi kendine yetişir, kendi kendine meyva verir. Biz köylüleri çok severiz. Şehre gelirlerse onlardan kapıcı ve amele yaparız. Satırbaşı. Ülkemizde dağ vardır, ova vardır, akarsu vardır, tepe vardır, içi taranmış çokgenlerle gösterilen şehirler vardır, girintili çıkıntılı kıyılar vardır, çakıl parçalarına ve kuşlara benzeyen göller vardır, ağzını açmış sivri burunlu ve kuyruklu bir kurbağaya benzeyen bir iç denizimiz vardır, yeşil düzlükler ve kahverengi yükseltiler vardır. Bu görünüşüyle ülkemiz, ilk bakışta, başka ülkelere benzer. Bu bakış, kuş bakışıdır. İlkbaharda ülkemiz yeşillenir; sonbaharda, eski bir harita gibi sararır, solar. Satır-başı. Ülkemizde tarım ürünleri yetişir. Kuru üzüm ve incir yetişir. Önce ıslak yemişler yetişir. Onları, güneş olan yerlerde kurutarak kuru yemiş yetiştiririz. İngiltere'ye göndeririz, onlar da bize gerçek gönderirler. Gerçek tohumları gönderirler. Biz, o gerçeklerden, kendimize göre gerçekler yetiştirmeğe çalışırız. Son yıllarda, kuru üzüm ve incirin yanısıra, köylü de göndermeğe başlamışızdır. Bu köylüleri, önce şehirlerde biraz yetiştiririz; tam olgunlaş-

ririz. Onlar da bize döviz gönderirler. Halk müziği göndeririz; şoför plağı gönderirler, aranjman gönderirler. Az-gelişmişülke göndeririz; yardım gönderirler. Zelzele, toprak kayması, sel felaketi haberleri göndeririz; çadır ve heyec gönderirler. Asker göndeririz; teşekkür gönderirler. Bin-zorluklayetiştirdiğimizdeğerler göndeririz; dışülkelerdeçah-şanyabancılaristatistiği gönderirler. Gerçekinsanlarımızı göndeririz; bizeordanmektup gönderirler.»

Salim yorulmuştu. «Bu, çok uzun oluyor, Hikmet amca. Öğretmen, benim yazmadığımı anlayacak.» Hikmet, kaşlarını çattı: «Ülkemizin insanları yorulmaz. Biz, gecekondularda, yorulmaz insanlar yetiştiririz. Onları nereye göndeririz bakalım?» Salim, kıkır kıkır güldü: «Çok komiksiniz Hikmet amca.» Hikmet, ciddiyetini bozmadı: «Bizde, daha çok şey yetişmiştir. Ülkemizin sözü, bu kadar çabuk bitmez. Sen yazmana devam et bakalım.» «Kalemimin ucu bitti.» Hikmet, çekmecesinden, dünya küreli bir kalemtıraş çıkardı: «Al bakalım, iyice sivrilt ucunu; sakın kırma ama.»

«Ülkemiz, büyük adamlar da yetiştirmiştir. Nokta çizgili sınırlardan, beyaz köpüklerle başlayarak tıpkı hari-talardaki gibi rengi gittikçe koyulaşan denizlere kadar; derin deniz yaratıklarına benzeyen göllerden, üzerlerinde yükseklikleri yazılı beyaz dağ doruklarına kadar ülkemiz, bir zamanlar canlı ve yaşamış irili ufaklı büyük adamlarla doludur. Hemen hepsi bugün birer heykel olan bu büyükadamlar, ülkemizi bir baştan bir başa kaplar. Ne yazık ki, haritaların ölçekleri elverişli olmadığı için, bu heykelleri gerçek yerlerinde göstermek mümkün olmamıştır. Tarım ürünlerimizi gösteren bazı haritalarda, belki de dört şehir büyüklüğündeki portakallarla, ayakları ve sakalları il sınırlarından taşan tiftik keçilerinin yanında bu heykelleri de göstermek iyi olurdu. Büyük adamlarımız, ülkemizin önemli ürünlerinden biridir. Fabrikalar gibi, bu büyüklerin heykelleri de ülkemizin üstünde yeterli sayıya ulaşamamıştır. Ben, Salim İyicel, Devrim İlkokulu III A öğlenci öğrencisi, sayın öğretmenime ve arkadaşlarıma, bu

UU.CV11111XX olilııiMı* ^»»u.w,----^_______ _

Bu konuda bazı ansiklopedilerden, bu arada Taş Tunç ve Toprak Heykeller Sözlüğü ile, üst katta oturan Hikmet Bey Amcadan yararlandım. Heykel yapmak, satmak ve bununla ilgili her türlü alışverişin yasaklanmış olduğu tarihsel dönemlerde bile, insanları heykelleştirme geleneği bozulmamıştır. Resimli kitaplarda gördüğüm heykellerden en çok hoşuma gidenleri, parmaklarıyla bir yerleri gösteren büyük adamlar oldu. Hikmet Bey Amca, çocuklar okulda yırtarlar ya da içindeki resimlere gözlük takarlar korkusuyla, bu albümleri yanımda getirmeme izin vermedi. Şimdi bunları sırayla anlatacağım. Bir: Baş heykelleri. Bu adamların, yalnız başlarının heykelleri vardır. Kavukları mezar taşlarına giydirildiği için, başları çıplaktır. Heykeller, saçları dökülmeden yapılmıştır. Bunlar, dağ tepelerinde ve akarsular tarafından sürüklendikleri vadi ve deltalarda bulunmaktadır. İlk yapıldıkları yerlerde duranlarının gözleri, güney sınırlarımıza dönüktür. Birbirlerine dönük olanları da vardır. Bu büyük adamların adları çok uzundur. Hikmet Bey Amca, bunları ilk kırallar satranç taşı olarak yaptırdı, dedi. Ben bu söze inanmadım; siz bu konuda güvenilir kaynak değilsiniz, dedim. İnsanı azarlayan sert bakışları . olan bu heykelleri sevmedim. İki: Ata binmiş büyük adam heykelleri. Akmcılık döneminde yapılmış heykellerdir. Büyük alanlarda, yol kavşaklarında ve denize yakın düzlüklerde bulunur. At ve büyük adam, tek parça taştan yapılmıştır. İşte bunların parmakları, ileriye uzanmış olan kollarının ucunda, ele geçirmek istedikleri ülkelere yönelmiştir. Bu durumlarıyla, biraz, boyasız kurşun askerlere benzerler. Üç: Sonra şapkalı adamlar geliyor. Bunlar atlı değildir. Hikmet Bey Amca, bunların, otomobile binmiş heykellerinin yapılmasının uygun olacağı kanı-smdaymış. Fazla yer tutmasa, şimendifer üstünde duran toplu heykellerin bile güzel görüneceğini söylüyor.»

Salim, kalemi bıraktı: «Daha çok uzun mu Hikmet amca?» Hikmet güldü, yerinden kalktı: «Şimdilik bu kadar

114

_ __ .__ .yuAuu ^ctzjO/11^.» OclllID



sevindi; defteri ve kalemleri, çantanın yırtık yerinden içeri bıraktı. Hikmet parmağını salladı: «Yazdırdıklarımı iyi oku; öğretmen senin yazmadığını sakın anlamasın.» «Baş-üstüne Hikmet amca.» Gülerek kaçtı.

Yatağa uzandı, ülkesini ve çocukları düşündü. Bu ülkede çocuklara yer yok. Başka ülkelerde varmış, her tarafı yeşil ülkelerde. Biz, büyük bir sabırsızlıkla çocukların büyümelerini bekliyoruz. Onların kafalarına vuruyoruz, adam olmaları için. Seniyezitseni olarak görüyoruz onları Kafalarını tıraş ediyoruz çabuk büyüsünler diye. Benim içimdeki çocuk büyümedi. (Yirmiüçnisanda onu da bir saatlik başbakan yapsalardı belki büyürdü. Hayır, büyü-mezdi.) Yıllardır taşıyorum içimdeki çocuğu; yaşamadığı için büyümedi hiç, amcası. Öğretmenim! Efendim? Ben evlendim. Ağzınıza biber koyarım, susun bakalım. Evlilikten ağzım çok yandı, öğretmenim. Biz çocuk gibiyiz, değil mi Sevgi? Evet canım, çocuk gibiyiz. Çocukluk ettim, öğretmenim: Ülkemizin sorunlarını çözdüğüm gibi, evliliğin içinden de kolayca çıkacağımı düşündüm. Oysa, heykel-büyükadamlar bile, evlerinde, kim bilir ne zorluklarla karşılaşmışlardır, değil mi? 'Bu-akşam-ona-evlenme-teklif-edece ğim-nasıl-olur-daha-elini-bile-tutmadım' sorunu nasıl çözülür öğretmenim? Daha önce, bir vatandaş olarak sorumluluklarımızı bilmeliyiz çocuklar; büyüklerimize karşı ödevlerimizi öğrenmeliyiz. Öğretmenim! Ben, başbakan oldum; ülkemizi yataktan idare ediyorum. Sonra, yataktan kalktım, öğretmenim; Sevgi'ye giderek teklifimi ona bildirmeğe karar verdim: Ben, aşağıdaki sözleri, aklım başımda (pek değildi galiba) ve hiç bir etki altında... Sonra, tozlu yollarda dolaştım, öğretmenim; hemen gidemedim. Güneşi hatırlıyorum, öğretmenim. Çünkü, ülkemizde güneş olmasaydı, toz olmazdı. (Batı ülkeleri temiz olmalarını güneşsizliklerine borçludurlar.) Yolda, bir vitrinin önünden geçerken gözüm camdaki görüntüme takıldı, öğretmenim: Gömleğimin arkası, pantalonumun üstünden sarkıyordu,



125

I
Bütün gün tozlu yollarda dolaştığımı anladım-, ayakkabımın, ayağımı acıttığını anladım. Bir kadın geçti vitrinden, bana bakmadan geçti. Yahu, ben ne kadar kılıksız bir adamdım! Sakalım iki günlüktü. (Kendimi anlatmaya dilim varmıyor, öğretmenim.) Yerde bir elma kabuğu vardı, biraz ötede kibrit çöpleri... ben de, ülkemiz gibi kirliydim, öğretmenim. Ben... ben demeğe dilim varmıyor öğretmenim. Ben kimdim? Hikmet. Hayır ben değildim; o, Hikmetti. Vitrine bakıyordu, gömleklere bakıyordu. Yanından geçen kadınların, başlarını çevirerek kendisine bakacağını sanıyordu. Ellerine baktı: Kirliydi. Gömleği de kirliydi. Yeni kararlar alıyordu, galiba artık yıkanmalıydı, çünkü gömlekler kirleniyordu. Elini cebine soktu. O cebine değil. (O cebinin delik olduğunu biliyordu.) Paraları sol cebindeydi. Bir gömlek alabilirdi. Öteki elini de yırtık cebine soktu, kamburunu çıkardı. Hikmet oldu. Kadınlara bakmaktan vazgeçti. Elma kabuğuna bir tekme attı. Kadınlara bakmıyordu; çünkü kadınlar da, gömleği bir kuyruk gibi arkasından çıkmış ve elleri kirli ve ayakkabıları tozlu ve üstelik bir cebi delik ve elma kabuğuna tekme atan Hikmetlere bakmazlardı. Olsun, diye düşündü, başka çaresi olmadığı için. Saçı, gözüne giriyordu. Belki Hikmetler, karışık saçlarla güzel olmuyorlardı. Elini arka cebine attı; önce takvim - defteri çıktı (Bütün sayfaları boştu, biliyordu.) Sonra, cüzdanı geldi eline. Tarak dipteydi, yan yatmıştı. Tozlu saçların arasında tarak, işini zorlukla yaptı. Vitrine baktı: Güneş bir bulutun arkasına girmişti; herhalde taranmıştır diye düşündü. Yırtık olmayan cepteki buruşuk paralar çıkarıldı, cüzdana özenle yerleştirildi. İyi giyinen bir arkadaşı söylüyordu: Ceplere hiç bir şey koymamalıy-mış. Belki biraz kâğıt para, o kadar. (Peki, cepler neden var?) Ben bir torbayım galiba, diye düşündü. (Şimdi biraz düzeldim fakat kadınlar, nedense, bu değişikliğin farkına varmıyorlardı: Sanki bir işleri varmış gibi ciddi ve başları yukarda, hızla yanından geçiyorlardı.) Ayakkabılarını yere vurdu, tozlar biraz azaldı. Dükkândan içeri girdi.

uuuuyorau. j-oş ve Karanlık bir yer. Bir kız g^iilümse-di. Ellerini cebine soktu; kirli tırnaklarını bu gülüşten gizledi. Gömlek, dedi. Onu alt kata gönderdiler, erkek tezgâhtarların yanma. (Yazık.) Boynunun ölçüsünü bilmiyordu. Gülündü. Soğuk bir mezura dolaştı boynunda. Nasıl bir şey olsun? (İyi bir şey.) Kadınlar, diyemedi. Canlı bir gömlek olsun, kir de tutmasın. Koyu renk olsun. İnce olsun. Terletmesin. Cebi olsun: Defterimi koyarım. Olmasın: Şişkinlik yapar. Çok uzun süre kaldı, sıkıldı. Bir de çorap aldı, ayıp olmasın diye. Yumruğunu uzattı ölçü için. Gülündü. Bu çoraplar, her ayağa uyarmış. Bir kâğıt: Fiş. Beyefendiden, bilmemkaç lira alın. Beyefendi, cüzdanını çıkardı; paraların arkasından vesikalık bir resmi düştü. Eğilip aldılar. Güle güle giyin. Olur: Ha-ha. Kapalı bir lostra salonuna girdi. Boyanırken, ayakkabılarına baktı; iyi bir sonuç alınamadı. Siz bunu hiç boyatmamışsmız beyine Boyacıya, bu sırrı saklaması için, yirmi beş kuruş fazla verdi. Salondan çıkar çıkmaz ayakkabılarına baktı. (Bir de jilet almalı.) Yıkanacak hali yoktu. Tıraştan sonra boynunu, bileklerini ve koltuk altlarını kolonya ile sildi. Bir serinlik: Geçici. Terlememek için, yavaş hareketlerle giyindi. Sokağa çıktı. Hep gölgeden yürüdü. Kapıyı Sevgi açtı. Merhaba. Ülkemizin sorunları geldi.

Ülkemizin tozlu yollarından bir süre kurtuldum, öğretmenim. Yatağa, pantolonumla uzanmadım bir süre. Ülkemizin sorunları da sizlere ömür. Acele, iki kişilik bir ülke kuruldu. Ülkemizin sorunlarına, mavi yollu perdeleri mizi kapadık. Perde raylarını çakmak biraz zor oldu tabiî. İki kere çekici düşürdüm; duvarlar da delik deşik oldu. Beceriksizdim, diyemiyor insan, birinci tekil şahıs olarak, öğretmenim. (Belki biraz daha becerikli olsaydım, sonumuz başka türlü olurdu. Saçmalama Hikmet. Peki albayım.) Hikmet beceriksizdi. Gene de ilk aylarda kolalı gömlekler-ince elbiseler - her akşam yıkanma-her sabah tıraş olma-soyunurken elbiselerini katlama gibi birçok sorunu, bir arada çözmeyi başardı denilebilir. Bunu gerçekleştirmek

116

117


ıçm, oazı aiismuij.uu.eu.uiu.au vo^g sorunları ve bununla ilgili kitaplar kaldırıldı. Zaten kitap okuyacak gücü kalmamıştı. (Oysa bu eve, bütün çeyizini teşkil eden üç yüz on dört kitapla gelmişti) Birkaç satır okuyunca göz kapakları ağırlaşıyordu. Divanın yanındaki alçak masada, iki koltuğun arasındaki sehpanın üstünde, yatak odasındaki tek gözlü komodinin rafında, hatta tuvaletin camsız kısmında (cam, bütün tuvaletin üstünü kaplamaya yetmemişti) bir iki sayfası okunmuş kitaplar duruyordu. (Evdeki bütün mobilya da .bunlardan ibaretti.) Bu kitapların üzerine başka kitaplar birikti. Evin orasında burasında küçük kitaplıklar meydana geldi. Hikmet., bütün bunlardan çok utanıyor, öğretmenim; üçüncü tekil şahıs olarak bile adından söz etmek istemiyor canı. H., ülkemizin sorunlarını düşünmekten yorulmuştu. Kitaplar, içinde hafif bir bulantı yapıyordu. Kitaplar, eski suç ortakları gibi, her göründükleri yerde rahatsız etmeye başlamıştı onu. Ayrıca yılların verdiği yorgunlukla birleşen bu kitap rahatsızlığı H.'yi bitkin düşürdü; kitap elinde, olur olmaz yerde uyuklamağa başladı. İşinde fazla yorulmadığı halde eve dönünce biraz okursa, hangi saatte olursa olsun bulunduğu yerde uyuyup kalıyordu. Karısı S. de, evlenmeden önce kitaplar ve ülkemizin sorunları yüzünden fazla yorulmamış olduğu halde, kısa bir süre sonra bu uyku oturumlarına katıldı. H.'nin kitapları gibi, S.'nin bulaşıkları

118


lezikler, ütü (bir taneydi), mektup zarflan (yazılı ve boş), mektuplar (genellikle, zarflanndan ayrı yerlerde), mektup açılırken zarflardan kopan kâğıt parçaları, boş sigara paketleri ve mahiyetleri anlaşılamayan bazı buruşuk kâğıtlar birer birer yerlerini aldılar. Zamanla, H.'nin uykusu (gündüz uykuları) kaçmağa başladı. Bir gün, gene bir sevişme sonrası uykusunun yansında ter içinde uyandı; karısının üstünden, onu uyandırmadan atladı ve evliliğinin ilk aylanndan kalan bir alışkanlıkla ve uykulu adımlarla yıkanmağa gitti. Dönüşte, oturma ve yatak odalarının çeşitli yerlerinden, kitaplann ve mutfak eşyasının üstünden çamaşırlanyla elbiselerini topladı ve giyindi. Bir süre, uyuyan kansmı seyretti. Başka bir süre, eşya denizine takıldı gözleri. Bunaldı. Bunalmasaydi; bu dağınıklığı, her zaman olduğu gibi sevgi dolu gözlerle seyretmeyi bilebilseydi, her şey başka türlü olurdu öğretmenim. Saçmalama H. Saçmalamıyor albayım. H. sadece düşünüyor, hatırlıyor ve evlerine bir türlü alamadıklan tül perdenin gerisinden bulanık bir şekilde görüyor her şeyi. Kansmın, öteki teki nerede olduğu bilinmeyen naylon çorabını eline almış, yatağın yanındaki kırık sandalyeye oturmuş düşünüyor. Ortalığı toplamaya, bulaşıklan yıkamaya işte böyle bir ortamın içinde başladı. Acımayla sevgiyi böyle bir •ortamın içinde karıştırdı birbirine. Bunca aydır emek vermiş olduğu düzgün giyinme alışkanlığını nasıl kaybetmişti? Yeteri kadar prova yapmamış mıydı acaba? Evlilik bir oyun değil miydi öğretmenim? (Değildi. Peki neden S. bunu H.'ye söylemişti?) Sevişmiyorlar mıydı? Olur olmaz zamanlarda yatmıyorlar mıydı? Bir de isim takmamışlar mıydı sevişmeye? (Ne demişlerdi?) Yoldan geçen kadınlara Hikmet'in bir süre hiç bakmadığı da doğru değil miydi? (Kadmlann bacaklanna bakmak içinden gelmiyordu, değil mi?) Artık her şeyden kuşku duyuyordu. Çünkü bu işin ¦de sonunu getirememişti. İşte gene son anda kuruntular içindeydi. Oyunun sonunu merak edecek gücü kalmamıştı, her zaman olduğu gibi. Bir merak etseydi, sonumuz böy-

119


Yüklə 1,34 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin