Söylemek istediğim özet olarak şudur: Son yıllarda işçi sınıfının tarihe karışmakta olduğu iddia ediliyordu. Teknolojik gelişme gelişmiş ülkelerde işçi gereksinimini ortadan kaldırmıştır; herkes kravatlı çalışıyor, işçi sınıfının sonu geldi, deniliyordu. Hatta bu kitaplaştırıldı yıllar önce, “Elveda Proletarya" denildi adına. Ama dünyanın genelinde bir nüfus var. Bu nüfusun yaptığı bir üretim var. Onun coğrafik bir mevzilenişi var. ‘70’li yıllardan bu yana sürekli kırdan kente bir göç yaşanmış. Şehirlerde yoğunlaşan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayacak bir istihdam yok.
Genel olarak, dünya ölçeğinde baktığımızda, ileri düzeyde gelişmiş ülkelerde, ABD’de, Almanya’da, Japonya’da, Fransa’da işçi oranında belli bir düşüş yaşanıyor. Ama bunun yanında, Brezilya’da, Meksika’da, Arjantin’de, uzak Asya ülkelerinin hepsinde toplumun nüfus bileşimindeki işçi payında hızlı bir yükselme var. Globalizasyon deniliyor, dünya küçülmüştür(35)deniliyor. Fakat işçi sınıfına ilişkin sorunları incelemeye gelince, mikroskopla bakmaya, emperyalist metropollerdeki eğilimle sınırlı olgulara özel bir özen gösteriliyor, globalleşme unutuluyor. Oysa dünyada işçi sınıfının yüzde oranı hızla artmakta, bunun ağırlık merkezi ileri gelişmiş ülkelerden orta kuşak ülkelerine doğru kaymaktadır.
Orta sınıflara gelince, gelişmiş ülkelerde geçmişte bunlara imtiyazlar tanındı. Bir avukatın, bir doktorun yaşam standartları çok yüksekti ‘70’li yıllarda. Orta sınıflara dayanılarak, işçi sınıfının tüm hakları gaspedildi. Şimdi işçi sınıfından kırpılacak doğru dürüst hak kalmamıştır. Dolayısıyla ‘80’li yılların ortalarında, bu kez sıra bu ayrıcalıklı orta sınıfa geldi. Onlar da pek çok haklarını kaybettiler, hızlı bir toplumsal kutuplaşma yaşandı. Ya bir üst sınıfa ya da bir alt sınıfa yaklaştılar. Küçük bir kısmı yükseldi, geniş bir kesim ise daha aşağılara düştü.
İdeolojik planda sermayenin barutu tükeniyor
‘90’lı yıllar bizim için bir dönüm noktası. O döneme kadar Sovyetler Birliği ve komünizm hakkında söylenenleri biliyoruz: Sovyetler Birliği’ne her gidenin peşine bir-iki polis takılıyor, özgürlükler yok, insanlar açlıktan ölüyorlar, Gulaklar’a kapatılıyorlar, ömürleri kuyruklarda beklemekle geçiyor, vb... Elbette Sovyetler Birliği’nde çok ciddi sorunlar vardı, ama sürdürülen kampanya bu sorunların istismarı ve abartmasına dayanıyordu.
O dönem sona erdi, son yaşanan gelişmeler ışığında o dönemin değerlendirmesi bugün çok daha kolay. Sermayenin ‘90’lı yılların başlarına kadar yürüttüğü ideolojik saldırı kampanyası artık dayanaksız kaldı. Genellikle iddialar Sovyetler Birliği’nden dışarıya kaçan rejim aleyhtarlarının suçlamalarını dayanak alıyordu. Soljenitsin, Sakharov, şu anda İsrail’de ultra(36)nasyonalist bir grubun başını çeken Anatolij Şaransky vb... Uluslararası burjuvazinin ideolojik saldırısı bunların dedikodularına dayanarak sürdürüldü. Onların argümanları temel alındı.
Sovyetler Birliği çöktü. Adına “pazar ekonomisi” denilen çıplak kapitalist ilişkilere geçildi. Sosyalizme saldırıyı aynı zeminde sürdürmenin maddi temeli ortadan kalktı. Şimdi saldırının argümanlarını inceltmeye çalışıyorlar. Bunun en somut göstergesi, geçen yıl Fransa’da yayımlanan “Komünizm’in Kara Kitabı”dır. Yazarları Sovyetler Birliği ve komünizm aleyhine bir bilanço çıkarmışlar. Bu gerici ve kin dolu kitapta komünizm onmilyonlarca insanın ölümüne neden olmuş bir ideoloji olarak tanıtılıyor. Nerede ve hangi sebeple bir katliam yapılmışsa, sebep-sonuç ilişkisi kurularak nihai faturası Moskova’ya kesiliyor. Şaşıracaksınız ama buna Nazi katliamları da dahil. Öylesine bir mantık ki, devrimci sınıf mücadelesinin ölümler bilançosu da komünizme fatura ediliyor. Öyle ya, devrim istemeseydiniz, çatışmalar ve ölümler de olmazdı! Bunu da sözümona böylece bilimsel bir temele oturtuyorlar. Ama bu “kara kitap”ın dışında, yeni bir şey eklenemedi ‘90 yılından bu yana. Anti-komünist kampanya özellikle son bir-iki yıldır, Rusya’da yaşanan olayların ardından tamamen nefessiz kaldı. Mezar taşı saymanın ötesine gidemiyorlar, yeni bir şey söyleyemiyorlar.
Bu bağlamda Fidel Kastro örneğini verelim. Fidel Kastro dün de Fidel Kastro’ydu, bugün de aynı Fidel Kastro’dur. Bugün istisnasız her ziyareti bir olaya dönüşüyor, denebilir ki bugünün dünyasının en popüler, en karizmatik lideri. Rusya’da çöküşün faturası kabardıkça, Kastro’ya ilgi de artıyor. Geçenlerde Saint Domingue’a gitti, beraberinde 600 kadar muhafız götürmüş, gazeteci ya da daha değişik görünüm altında. Orada batılı gazeteciler devletin üst düzey yetkililerinden birisine soruyorlar; bu ne iştir, Fidel Kastro size güvenmiyor mu ki bu kadar askeri getirdi beraberinde? Yanıt çok ilginç: Bizim ordumuz ABD tarafından yetiştirilmiştir, Fidel Kastro’nun bize(37)güvenmemesini anlamak mümkün, diyor. Açıkça Kastro’nun ağırlığı karşısında kendi uşaklıklarını teyid ediyorlar.
Latin Amerika ülkelerinde yapılan zirve toplantılarında hep aynı şeyler yaşanıyor. Fidel Kastro orada mesajlar veriyor; kapitalizm budur, siz bunu değiştiremezsiniz dünyanın sonu böyle olacak diyor, Rusya’yı örnek veriyor. Muhatapları önlerine bakmaktan başka çare bulamıyorlar, ezilip büzülüyorlar. Bu sosyalizmi karalamada artık sermayenin barutunun tükendiğini, yeni bir şeyler uydurmasının kolay olmadığını gösteriyor. Bunda Rus halkının da katkısı var. Yürüyüşlerde orak-çekiçli kızıl bayraklar, Lenin’in, Stalin’in posterlerini görüyoruz her seferinde. Yani ideolojik saldırıda artık dayanak kalmadı, çünkü takke düştü kel göründü. Walesa örneğini biliyoruz, Nobel Barış Ödülü verdiler, şimdi Walesa’nin adını anan var mı? Vaclav Havel tarihin yarattığı ender yöneticilerden birisi denildi, şimdi adını anan yok. Çünkü emperyalizm ve uşaklık dışında fazla bir marifeti olmayan bu gerici takımı her geçen gün geçmişi aratıyorlar.