Çağdaş dünyada tekeller ne kadar uluslararasılaşırsa uluslararasılaşsın, bu olgunun, şu veya bu ülkenin tekellerinin bir ulusal kök (ulusal terimi belki tam anlatmıyor, kendi devletleri temeli demek gerekiyor) üzerinde işgördükleri gerçeğini ortadan kaldırmadığını görüyoruz. Bir Alman devletinin kendine özgü bir politikası var. Japon devletinin kendine özgü yönü giderek gelişen bir başka politikası var.
Bunu üreten nedir? Alman devletinden yansıyan irade kimin iradesidir? Alman devleti kimin çıkarları için kendine özgü hassasiyetler gösteriyor? Soruyu buradan sorarsak, karşımıza Alman tekelci burjuvazisi denilen sınıf çıkacaktır. Ama şu veya bu Alman tekelinin çıkarı açıktır ki bazen bir Amerikan tekelinin çıkarıyla çok daha iyi uyuşabilir. Kendi devletinin politikası o açıdan kendisi için sıkıntı da yaratabilir. Ama önemli olan, sınıf olarak tekelci burjuvazinin genel çıkarı, bunun bir ifadesi olarak ortak sınıf iradesidir, tek tek tekellerin şu veya bu biçimde, şu veya bu konjonktürde farklılaşan çıkarları değil.
Yoldaşın sorduğu sorunun yanıtını, bugünkü uluslararası politikadaki farklılaşmalar üzerinden de görebiliriz. Neden Fransız devletinin hep farklı bir politikası var? Örneğin Körfez’e müdahale sırasında... Varıp baksanız, Fransız sermayesiyle Amerikan sermayesi çok içiçe geçmiştir, birçok tekel birlikte iş yapıyordur. Ulaş yoldaş anlattı, Amerika’da devlet bonolarının 320 milyar dolar değerindeki kısmı Japonya’nın elinde. Bir yanıyla bakarsanız, Amerikan devletinin güçlenmesi Japonya’nın(115)çıkarına gibi görünüyor. Çünkü o ölçüde elindeki hazine bonoları değer kazanıyor. Ama gerçekte çıkarına değil. Bu içiçeliğe rağmen, Japonya’nın ayrı bir politikası var, Amerika’nın ayrı bir politikası var. Düne göre daha çok kutuplaşmaya doğru gidiliyor. Bugün Almanya ve Japonya BM Güvenlik Konseyi’nde doğrudan temsil edilmeyi talep edebiliyorlar. Bir Japon başbakanı, bundan 7-8 sene önce, niye biz iktisadi gücümüzle orantılı bir siyasal ve askeri güce sahip değiliz iddiasıyla ortaya çıkabildi. Şu an elimizde somut veriler, rakamlar yok ama, Japonya’nın askeri harcamalarında son 7-8 yılda çok büyük bir artış gerçekleştiğinden kuşku duymamak gerekir.
Gerçekten kapitalist dünyada öyle ilginç olgusal ilişkiler var ki, bakıyorsunuz, bir Alman tekeli bir Amerikan tekeliyle işbirliği yaparak bir başka Alman tekeli karşısında üstünlük kazanmaya çalışıyor. Bu açıdan kimliği yok, milliyeti yok sermayenin. Ama neticede örgütlü bir sınıf olarak o ulusal devlet formunu, sadece kendi çıkarlarının gerektirdiği kadarıyla ve kendi çıkarları için kullanıyor. Sonuç olarak; özgün ulusal politikalara yön veren, bu ülke tekelci burjuvazisinin kendine özgü sınıf çıkarlarıdır. Oysa bizzat bu burjuvazi, aynı zamanda, çokuluslu şirketler, uluslararası tekeller dediğimiz olgunun da, kendi “ulusal” kökü üzerinde bir ifadesinden başka bir şey değildir.
Bu konuya girmişken bir başka noktaya değineyim. Sermayeyi uluslararasılaştırmış, metayı uluslararasılaştırmış, üretim sürecinin kendisini uluslararasılaştırmış. Şu meta şurada üretiliyor dedirtemeyecek kadar uluslarasılaşmış bir üretim sözkonusu bugün. Her bir parçası bir yerde üretiliyor. Montajı Meksika’da yapıldığı için bu meta Meksika’nın üretimi diyemiyorsunuz. Ama öte yandan işgücü akışı önünde aynı ölçüde engeller var. Halkların içiçe geçmesini o noktada katı bir tutumla, buna uygun politika ve tedbirlerle engelliyor. Oysa, metanın ve sermayenin serbestçe aktığı bir dünyada işgücünün de serbestçe aka(116)bilmesi lazım. Tarihsel gelişmenin, üretici güçlerdeki gelişmenin yarattığı durumun doğal bir gereği bu. Emperyalist burjuvazi bu noktada açıkça ilerici tarihsel gelişmenin olanaklı kıldığı daha ileri bir kaynaşmanın, içiçe geçmenin engelidir. Bunu, yasal engeller, yasaklar, vizeler, ırkçılık, yabancı düşmanlığı vb. yöntemlerle engellemeye çalışıyor.
Tuna: Biz bu tartışmayı bir yanıyla program tartışmaları sırasında da yaptık. Olgusal olarak bakıldığında dünyada yeni gelişmeler var. Biz bunu sadece ekonomik temelde çokuluslu şirketler üzerinden ifade etmedik. Bunun, bu gelişmeyi sınırlayan, bir noktadan sonra ekonomideki bu birleşmeyi parçalayan siyasi bir temeli olduğunu belirttik. Kapitalizmin zaten her aşamada, ekonomik temellerdeki gelişmeyi ona uygun bir siyasi yapı kuramayarak bozduğunu, her bütünleşme, ileriye çıkma eğilimini parçaladığını, geriye çevirdiğini söyledik.
Bugün çokuluslu tekellerin kontrol ettiği iktisadi temel üzerinden bütünleşme eğilimlerini uluslar arasında daha ileri düzeyde bir enternasyonalist birliğinin altyapısı olarak görmek, ama bunun aynı zamanda geniş bir parçalama eğilimi doğurduğunu bilmek durumundayız. Dünya çapında, örneğin Kuzey Amerika’da bir NAFTA var. Japonya’nın Güneydoğu Asya ülkeleriyle benzer bir projesi var. Bunların en gelişmiş bir biçimi olarak, Avrupa’da AB üzerinden bir tablo var. Bu tür birliktelikler üzerinden siyasi ve askeri alanlara yayılan bir kamplaşma sözkonusu.
Bu, bütün yüzyıl boyunca görmediğimiz bir olgu. Düne kadar kamplaşmalar siyasi ve askeri temelde kamplaşmalardı. Biz iki dünya savaşı sırasında da bu olguyu gördük. Ama ikinci emperyalist savaş sonrasında, güçlü bir ekonomik temel ve çok daha ileri düzeyde hukuki ve siyasi birliktelik eğilimi var. Bu tür bir bütünleşmenin yaratacağı sonuç nedir? Buradan birleşik bir Avrupa devleti çıksa bile, ki pek öyle görünmüyor, dünya çapında bir bütünleşmeden çok parçalanma eğilimi söz(117)konusu. Afrika dünya tarihinin dışına doğru itiliyor. Asya’da örneğin Afganistan şahsında yaşanıyor benzer bir olgu. Bu basit bir coğrafi sorun değil, dünyada bu tür bütünleşmelerin dışındaki ülkeler tam bir yıkımı yaşıyor. Doğal olarak bunlar emperyalist dünya sisteminin bağımlı ülkeleri.