Türk devletinin kendini çevreleyen coğrafyada emperyalist yayılmacı hedefler ve hevesler doğrultusunda belli bir aktivitesi var. Herşeyden önce Ortadoğu’da, biraz kendi iç sıkıntılarının, özellikle de Kürt sorununun bir yansıması olarak, ama asla bundan ibaret olmayan hedefler çerçevesinde ve ABD’nin doğrudan yönlendirmesiyle, İsrail’le bir siyasal-askeri mihver kurdu. Bunun ne anlama geldiğini, ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini, ileride devrim için ne tür tehlikeler, riskler ifade edebildiğini, örneğin son Suriye krizi üzerinden görebiliyoruz.
Yine bu devlet, Güney Kürdistan’ı kendi etkinlik bölgesi, kendi nüfuz alanı sayarak, buradaki gelişmelerde kendisinin de(143)dolayısız söz hakkı olduğunu iddia ederek ve uluslararası hukuku da çiğneyerek, Güney Kürdistan’a sürekli bir müdahalede bulunabiliyor. Sadece iki de bir oraları işgal etmesini kastetmiyorum. Yanısıra, buradaki Türkmenlere hamilik yapmaya kalkıyor. Buradaki Kürtlerin iç işlerine karışıyor, bunların savaşına, barışma, tercihlerine müdahale ediyor, yönlendirici bir kuvvet olarak hareket etmeye çalışıyor. Onları Ankara’ya çağırıyor, “Ankara süreci” başlatabiliyor. Özetle bu bölgeyi kendisi için bir dış politik etkinlik alanı haline getirmiş bulunuyor.
Öte yandan bakıyoruz, Kıbrıs’ı işgal altında tutuyor. 20 küsur yıldır kendi dışındaki bir siyasal coğrafyaya fiili müdahalesi var. Yunanistan’la sürekli problemli bir devlet. Balkanlar’da taşeronluk yapıyor. Bu ülkenin cumhurbaşkanı kalkıp Makedonya’ya gidiyor, Genelkurmay Başkanı kalkıp iki de bir Arnavutluk’a gidiyor. Arnavutluk subayları Türkiye’de eğitiliyor. Bunlar ABD’den de alınan destekle yaratılmış bölgesel nüfuz alanları. Şu bir gerçek; Türk devletinin Arnavutluk üzerinde kendi çapında bir etkisi var, aynı şekilde Makedonya üzerinde de. Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Rusya, vb. ülkelerle Türk devleti “Karadeniz Bölgesel İş Birliği” türünden ilişkilere giriyor. Kosova’ya aktif müdahale öneriyor. Yugoslavya’nın iç işlerine müdahale ediyor, asker göndermekten sözediyor ve aktif müdahalede taraf oluyor, savaş çığırtkanlığı yapıyor. NATO’nun bölgeye fiili müdahalesini, bölgedeki bir NATO ayağı olarak aktif biçimde savunuyor.
Türk devletinin Rusya’nın içişlerine karışmaya bile cüret edebildiğini, Çeçenistan üzerinden biliyoruz, Çeçenistan’a ordu eliyle yapılan silah yardımından biliyoruz. Bugün ordu bunun sorumluluğundan sıyrılmaya çalışıyor, Aydınlık gibi yayınlar da bu çabaya soldan destek sunuyor. Ama bütün bunların o dönemin devlet politikası olduğu da bir gerçek. Sadece bunun faturası hissedilmiştir; Rusya’yı Kürt sorununa daha dolayısız bulaşmaya kışkırttığı farkedilmiştir. Ordu bugün faturayı Güreş-(144)Çiller ikilisine kesip bunun sorumluluğundan sıyrılmak istiyor. D. Güreş, bilinen boşboğazlığıyla, Bosna’nın içişlerine ve Bosna’daki çatışmaya doğrudan müdahale ettiklerini açıklamış oldu, silah gönderdiklerini söyledi.
Bu devlet Kafkasya’da Azerbaycan’a hamilik iddiasında, üstelik bunu Hazar petrolleri ve doğal gaz konusunda pay sahibi olmak üzere yapıyor. Gürcistan ile benzeri ilişkileri var. Bu çerçevede Ermenistan’a karşı hasmane ve kışkırtıcı tavırları var. İran’la zaten ABD hizmetinde sürekli bir gerginlik politikası izledi, bugün Suriye’ye yaptığı türden olmasa bile, zaman zaman İran’a tehditler savurdu. Bugün ABD-İran ilişkileri belli bir yumuşama dönemine girmiş göründüğü için bu alanda problem biraz yatışmış görünüyor. Irak komşu bir ülkedir; kendi çapında hükümranlığı olan bir ülkeydi. Emperyalistler bir gövde gösterisi olarak, dünyanın yeni durumuna bir düzen verme planı çerçevesinde, Irak’a çok hoyratça, çok vahşice bir müdahalede bulundular, Türk devleti bunda aktif bir taraf oldu, Türkiye’deki üsler kullanıldı, vb., vb...
İşte böyle, emperyalizmin hizmetinde, saldırgan ve yayılmacı, bölgede nüfuz kurmaya yönelik bir dış politika alanı ve çizgisi var Türk burjuvazisinin. Türk devletinin bütün bu etkinlik alanları, karşı cepheden ve karşı amaçlarla, bizim için de siyasal ilgi alanlarıdır. Oradaki halkların iç işlerine mi karışılıyor, oralara müdahale mi ediliyor, o ülkelerin burjuvazileri ile gerici işbirliği mi geliştiriliyor, ittifaklar mı kuruluyor; tersinden, bölge halkları aynı çerçevede kendi burjuvazimize karşı yürüttüğümüz mücadelede bizim müttefiklerimizdir. Kendi mücadelelerinin, kendi devrimlerinin bağımsız özneleridir onlar, ama bizim kendi toplumumuzdaki sınıf mücadelesinin de dolaylı destekleridir, bu anlamda söylüyorum. Bu nedenle bizi çevreleyen coğrafyadaki olayları yakınen izlemeli, bu ülke halklarını tanımalı, buradaki toplumsal mücadeleleri anlamalı, desteklemeli ve buradaki sol akımlarla yakın ve çok yönlü iliş(145)kiler kurabilmeliyiz. Bence bugün önemli olan, “bölgede ne oluyor?” sorusundan çok, bu bakışaçısıdır. Bu da üçüncü önemli noktadır.
Yineliyorum; birincisi, bir ülkeyi çevreleyen coğrafya devrim süreci için her zaman, her halükarda önemlidir. İkincisi, bu halkların çoğu ile bizim tarihi-kültürel bağlarımız vardır. Mesela biz Ulaş yoldaşla bir uluslararası konferansta Yugoslavya temsilcisi bir yaşlı komünist yoldaşla tanıştık. Tito döneminde 20 yıla yakın zindanda kalmış dirençli ve inançlı bu komünist, bize çok özel bir yakınlık gösterdi, onunla çok rahat kaynaştık. Bunu kendisi de dile getirdi. Bunun çok doğal bir şey olduğunu, tüm Balkan halkları arasında daha özel bir yakınlığın tarihi ve kültürel temelleri bulunduğunu ifade etti. Yani biz kültürleri, yaşam tarzları birbirine benzeyen, geçmişte içiçe olmuş halklarız. Sözünü ettiğim Yugoslav yoldaş bunun altını özellikle çizdi. Bu halklar arasında, bu halkların devrimci akımları arasında özel bir birlik kurulması, benim en büyük özlemim diyordu. Bunun pratik yansımasından bağımsız olarak, insanların bunu düşünmesi ve özlemesi bile bir şey anlatıyor.