0. BATI TÜRKÇESİ
Batı Türkçesi, 11. yüzyıl ile 21. yüzyıl arasında Kuzey ve Güney Azerbaycan, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye, Anadolu, Kıbrıs, Ege adaları, Balkanlar, Kırım Hanlığı ve Kuzey Afrika'da kullanılan dildir. Başlangıçtan bugüne kadar Batı Türkçesinin kesintisiz olarak kullanıldığı sahalar Anadolu, Balkanlar, Kuzey ve Güney Azerbaycan, Kuzey Irak ve Kuzey Suriyedir. Kırım Hanlığında Batı Türkçesi 16. yüzyıl başlarından 20. yüzyıl başlarına dek yazı dili olarak ve Kırım sahil şeridinde konuşma dili olarak kullanılmıştır. Kıbrıs'ta 16. yüzyıl sonlarından bugüne dek Batı Türkçesi yazı ve konuşma dili olarak kullanılmıştır. Kuzey Afrika'da da, 16. yüzyıldan 19. yüzyıla dek Osmanlı Türkleri Batı Türkçesini yazı ve konuşma dili olarak kullandılar. Kuzey-Doğu Türkçesini Batı Türkçesinden ayıran tabiî sınırlar Karadeniz, Kafkas Dağları ve Hazar Denizidir. Güney Azerbaycan'ın doğusundaki Fars halkı da beşerî bir sınır oluşturmaktadır. Maamafıh Safevîler devrinde ve hatta bugün Orta ve Güney İran'da da Batı Türkçesi kullanılmıştır ve Türk asıllı halk tarafından kullanılmaktadır. İran'ın Kuzey-Doğusundaki Horasan ve Türkmen bölgesiyle Türkmenistan Türkmenlerinin de konuşma dili Batı Türkçesidir. Türkmenistan'da 20. yüzyıl başlarından beri, Batı Türkçesi aynı zamanda yazı dili olarak kullanılmaktadır. 19. yüzyıl başlarına dek Balkanların Dobruca bölgesinde iken 1810'larda Moldova'nın Bucak bölgesine göçen Ortodoks Gagavuz Türkleri de Batı Türkçesini konuşma dili olarak, 1950'lerden itibaren aynı zamanda yazı dili olarak kullanırlar.
Önceleri konuşma dili olarak kullanılan Oğuz ağzı 13. yüzyılda Azerbaycan ve Anadolu'da yazı dili hâline gelmiştir. Batı Türkçesi yazı dili, 13. yüzyıldan 15. yüzyıl sonlarına dek Azerbaycan, Anadolu, Irak, Suriye ve Balkanlarda tek yazı dili olarak kullanıldı. Bu döneme araştırıcılar çeşitli adlar vermektedirler. Başlangıçta özellikle bazı Avrupalı bilginler Altosmanische (eski Osmanlıca) terimini kullandılar. Türkiye'de Eski Osmanlıca terimi Saadet Çağatay tarafından kullanıldı (Çağatay 1944, 1947). Ancak bu terim yaygınlaşmadı. En yaygın terim Eski Anadolu Türkçesi terimidir. 15. yüzyıldaki Balkanlar sahasını içine almadığı için bu terime Faruk K. Timurtaş itiraz etti ve 15. yüzyılın gramerini yazdığı eserinde Eski Türkiye Türkçesi terimini kullandı. Biz Azerbaycan'ı dışarda bıraktığı için bu terime de itiraz ediyor ve Eski Oğuz Türkçesi terimini teklif ediyoruz. Oğuz Türkçesinin yazı dili olmadan önceki dönemine de Ana Oğuz Türkçesi demek yerinde olacaktır.
434 Ahmet B. ERCİLASUN
Eski Oğuz Türkçesi, Azerbaycan ve Anadolu'nun (14. yüzyılın ortalarından sonra aynı zamanda Balkanların) ortak yazı dili idi. Ancak 13, 14 ve nispeten 15. yüzyıllardaki Batı Türk yazı dili, oturmuş bir yazı dili değildi. Aynı işlev için farklı morfo-fonolojik biçimler(örnek olarak teklik birinci şahıs için —vAn, -vAnln, -vAm, -Am, -In) kullanılabildiği gibi yazardan yazara değişebilen biçimler de kullanılabiliyordu. Söz gelişi Sivas'ta yazan Kadı Burhaneddin'de, sonradan Azerbaycan yazı dili için standartlaşacak biçimler ağırlıkta iken daha doğudaki Erzurumlu Darir'de sonradan Osmanlı sahasında standartlaşacak biçimler ağırlıktaydı. Bu özellikleri dolayısıyla Eski Oğuz Türkçesini Azerbaycan yazı diliyle Osmanlı yazı dilinin ortak atası kabul ediyoruz. Eski Oğuz Türkçesinde her iki yazı dilinin filizleri yeşermekteydi.
Karakoyunlu-Akkoyunlu-Osmanlı siyasî ayrılığı dolayısıyla 15. yüzyılda ayrışma sürecini yaşayan Eski Oğuz Türkçesi, 16. yüzyıl başında Safevî Devletinin kuruluşuyla Azerbaycan ve Osmanlı yazı dillerine ayrıldı. Batı Türkçesi, aralarındaki çok küçük farklılıklarla 16. yüzyıldan bugüne iki yazı dili hâlinde ulaştı. 20. yüzyılda bunlara Türkmen ve Gagavuz yazı dilleri de eklendi.
Azerbaycan yazı dilinin ilk dönemi 16. yüzyıl başlarından 19. yüzyıl ortalarına dek süren Klâsik Azerbaycan Türkçesi dönemidir. Şah İsmail Hatayî, Fuzulî, Habibî, Molla Penah Vâkıf...bu dönemin başlıca temsilcileridir. 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın 30'lu yıllarına kadar bir geçiş dönemi yaşayan Azerbaycan yazı dili 1930'larda Bugünkü Azerbaycan yazı dili dönemine girmiştir. Geçiş döneminin başlıca isimleri Mirza Fethali Ahuntzâde, Hasan Bey Zerdabî, Mirza Elekber Sâbir, Hüseyin Câvid, Mehemmed Hâdi, Celil Memmedguluzâde'dir.
16. yüzyıl başlarından 20. yüzyıl başlarına dek Osmanlı İmparatorluğu sahasında kullanılan yazı dili ise Osmanlı Türkçesi veya kısaca Osmanlıca terimiyle ifade edilir. Burada Osmanlıca'nın bir dilcilik terimi olduğunu, kullanıcılarının kendi dillerine Türkçe, Türk dili, Türkî (bazen zebân-ı Türkî veya lisân-ı Türkî) dediklerini hatırlamak lâzımdır. Azerbaycan'da da 1930'lu yıllara kadar Türkçe ve Türk dili tabirleri kullanılmıştır.
0.1. BATI TÜRKÇESİNİN DOĞUŞU
11. yüzyılın başı, yani bin yıllan civan, Türk tarihinin ve sonuçlan bakımından dünya tarihinin dönüm noktalarından biridir. 999 yılında Karahanlıların, Sâmânoğulları saltanatına son vermesi, İran'da siyasî bir boşluk doğurmuş ve Seyhun boylarında yaşayan, kuzeylerindeki Kıpçaklarca tazyik edilen Oğuzların önce Mâverâünnehir'e, sonra İran'a akarak bu boşluğu doldurmalarına yol açmıştır. Selçuklu ailesinin önderliğinde kuvvetli bir siyasî
TÜRK DİLİ TARİHİ 435
teşekkül hâline gelen Oğuzlar; 1064'ten itibaren Kars'a ve Kuzey Azerbaycan'a; 1071'den itibaren de Anadolu'ya girmeye başlamışlardı. Malazgirt'in hemen akabindeki yıllarda Marmara ve Adalar denizine dayanan Oğuz Türkleri, Haçlı seferlerinin başlamasıyla gerilemişler; ancak Orta ve Doğu Anadolu'ya sahip olabilmişlerdi. 11. yüzyıl, Haçlılara ve Bizans'a karşı çetin savaşlarla geçti. 1176'daki Miryakefalon savaşında II. Kılıç Arslan'ın Bizans'ı ağır bir yenilgiye uğratması, Anadolu'daki Türk'ün kaderini tayin eden önemli bir hadisedir. Bu zaferle, hem Türk'ün Anadolu'da kalacağı kesin olarak anlaşılmış, hem de Batı Anadolu yollan açılmıştı. 13. yüzyılın ortalarına doğru "kuzeyde ve güneyde denize ulaşılmış ve batıda da Denizli ve Kütahya ötesine kadar gidilmişti." 13. yüzyıl başlarında Çengiz'in zuhuru, doğudan batıya doğru, bütün dünyayı sıkıştırırken, Türkistan'da kalmış diğer Oğuzları da Azerbaycan'a ve Anadolu'ya atıyor, böylece bu iki ülke, önlenemez şekilde ikinci bir Türk ana yurdu hâline geliyordu. Çengiz ve çocuklarının baskısı, Anadolu Selçuklularını zayıflatmış; fakat Anadolu'daki Türk nüfusunu birden bire hızla çoğaltmıştı. 1243'teki Kösedağ bozgunu ile Anadolu Selçuklularının otoritesi kırılır ve Moğol hâkimiyeti başlarken yeni gelen kalabalık Oğuz nüfusunun da tesiriyle Anadolu'da birçok beylikler ortaya çıkar. 1256-1336 yıllarında Anadolu, İlhanlılara bağlı beyliklerce idare edilir. 1336'da İlhanlıların yıkılışıyla beylikler istiklâl kazanır. 1243'te Moğollara tâbi olan Anadolu Selçukluları ise gittikçe zayıflayarak 1308'de son bulur.
Kısaca özetlediğimiz bu tarihî olayların neticelerini birkaç madde hâlinde yazmak faydalı olacaktır.
-
İkinci binin başlarına kadar yüzlerce yıl Türklüğe kapalı olan İran, A-
zerbaycan ve Anadolu açılmış; Azerbaycan, Anadolu ve Balkanlar Türk yurtla
rı hâline gelmiştir.
-
Seyhun boylarında ve Aral'ın doğusunda yüzlerce yıldan beri yaşamakta
olan Oğuzlar; 11-13. yüzyıllar arasında buradan ayrılarak Azerbaycan, Anadolu
ve Balkanlara yerleşmişlerdir.
-
Bin yıldan beri Balkanların ve Orta Doğu'nun en büyük siyasî gücü olan
Doğu Roma yıkılmış, yerini Türk gücü ve onun doruk noktası olan Osmanlı
almıştır.
-
Orta Doğu ve Balkanlardaki bugünkü Türk varlığı ve Türkiye Cumhu
riyeti bu hadiseler sonucu ortaya çıkmıştır.
-
Ve nihayet bu hadiselerin en büyük sonuçlarından biri de Türk dilinde
görülmüş, Orta Doğu ve Balkanlarda, Oğuz ağzına dayanan ikinci bir Türk yazı
dili doğmuştur.
436 Ahmet B. ERCİLASUN
Hiç şüphesiz Oğuzlar, Seyhun boylarında yaşarken kendi sözlü edebiyatlarına malik bulunuyorlardı. O zamanki Türk kültür muhitine (Kâşgar, daha sonra Harezm) girebilmiş ve kültürce belli bir seviyeye ulaşmış olan pek az bir kısmı da edebî dil olarak Hâkaniye Türkçesini kullanıyordu. 11. yüzyıldan itibaren İran'a, Azerbaycan'a ve Anadolu'ya gelenler ise bu edebî muhitlerden iyice uzaklaşmışlardı. Esasen ilk gelenler göçeri oldukları için Hâkaniye denilen edebî dilin kültürünü almamışlar, onu öğrenmemişlerdi. Türkçe olarak bildikleri; yaylakta, kışlakta, ordugâhta, günlük hayatta, sadece sözlü olarak kullandıkları Oğuz konuşma dili, yani Oğuz ağzı idi. Bu dili sadece konuşuyorlar ve destanlarında, halk şiiri türlerinde, atasözlerinde, masallarında şifahî bir edebiyat vasıtası olarak kullanıyorlardı. Ama bu tahsilsiz Oğuzlar, daha elli yıl geçmeden, yeni geldikleri bu topraklarda Orta Doğu'nun en büyük devletini de kurmuşlardı: Büyük Selçuklu Devleti. Bu devlete bir dil lâzımdı. Yazışmalar için, edebî eserler için, ilmî kitaplar için kullanılacak bir dil. Geldikleri bu yeni topraklarda iki dili hazır buldular. Bunlardan biri Farsçaydı ve nice zamandan beri edebiyat dili olarak fevkalâde gelişmişti. Üstelik yeni devletin bürokratlarından önemli bir kısmının da ana diliydi. Diğer dil ise daha da şanslıydı. Büyük ve samimî bir imanla bağlandığımız yeni dinimizin ve onun mukaddes kitabının dili idi. Arapça birkaç asırdan beri işlenmiş, kaideleri zapturapt altına alınmış, ilmî eserlerin vazgeçilmez dili olmuştu. Kendilerine ait bir kültür ve edebiyat dili olmayan Oğuz Türkleri ne yapacaklardı? Üstelik bir cihan devleti de kurmuşlardı. İşte bu hazır dillere başvurdular, ilim dili olarak Arapçayı, edebiyat ve devlet dili olarak Farsçayı kullandılar.
Bugüne kadar mes'eleye lengüistik açıdan bakıldığını zannetmiyorum. Lengüistik bakımdan şu soruyu sormamız lâzımdır. Yazı dili geleneğine sahip olmayan bir topluluk, günlük konuşma dilini, birdenbire bir yazı dili olarak kullanabilir mi? Konuyu günümüze aktaralım ve daha müşahhas olarak soralım. Ailesiyle birlikte Kayseri'nin bir köyünden çıkıp Almanya'ya giden bir çocuk; ilk, orta, lise ve üniversite tahsilini Alman okullarında görür ve farzımuhal Türkçe yazılmış eserleri, gazeteleri görmemiş, Türk radyo, televizyonunu dinlememiş olursa bu çocuk Türkçe bir makale, bir edebiyat ve ilim eseri yazabilir mi? Elbette bu mümkün değildir. Almanya'da okuyan çocuk eğer hukuk tahsil etmişse hukukla ilgili bir yazıyı Almanca olarak yazabilir; fakat Türkçe yazamaz. Bugün Suriye'de yüksek tahsil görmüş pek çok Türk, Türkçeyi sadece evde, çarşıda konuşabilmekte; yazı dili olarak kullanamamaktadır. İşte Selçuklu devletindeki Oğuz Türkleri de böyleydi. Tahsil görenler, medreselerde Arapça ve Farsça tahsil görüyorlar ve yine bu dillerle ilim ve edebiyat yapılan muhitlerde bulunuyorlardı. Türkçenin edebî dil olarak kullanıldığı Kâşgar çok uzakta kalmıştı ve Anadolu'ya gelen ilk Oğuzların Kâşgar'la hiç teması olmamıştı. Dolayısıyla onlardan Türkçe eser vermelerini bekleme-
TÜRK DİLİ TARİHİ 437
miz haksızlıktır. 11. ve 12. yüzyılda niçin Türkçeyi kullanmamışlardır diyerek onları suçlamak yerine, nasıl oldu da iki asır sonra kendi millî yazı dillerini yarattılar diyerek onları takdir etmek daha doğrudur.
13. yüzyılda Oğuz ağzına dayanan yeni bir yazı dili yaratılabilmesinin sebepleri şunlardır:
-
11. ve 12. yüzyılda Azerbaycan ve Anadolu'ya gelen Türkler nüfusça çok
kalabalık değildiler. Üstelik Bizans'la ve Haçlılarla savaşarak Anadolu'da tutun
ma kavgası veriyorlardı. 12. yüzyılda da Oğuz göçleri devam etmekle beraber 13.
yüzyıl başlarında Çengiz'in zuhuruyla, Türkistan'da kalan diğer Oğuzlar da Ana
dolu'ya gelmek zorunda kalmış ve Azerbaycan'la Anadolu'daki Türk nüfusu asıl
o zaman birdenbire çoğalmış, böylece yeni bir yazı dili ihtiyacını ortaya çıkara
cak nüfus yoğunluğuna ulaşılmıştı.
-
Çengiz'in zuhuru, kendisinin ve çocuklarının Batı seferleri, Türkistan'da
da mühim değişikliklere sebep olmuş, Kâşgar'daki Türk edebî dil muhiti
Harezm'e kadar kaymış, böylece Oğuzlara yaklaşmıştı. Çok uzaktaki Kâşgar ile
temas edemeyen Azerbaycan ve Anadolu'daki Oğuzlar, İlhanlılar çağında
Harezm'le temas etme imkânına sahiptiler. Üstelik İlhanlı bürokrasisi içinde de
eski Türk edebî dilini kullanan Uygur kâtipleri vardı.
-
İlk iki asırda gelen Oğuzlar göçeri idiler ve Türkistan'daki edebî dili bil
miyorlardı. Halbuki Çengizlilerin önünden şehirli Oğuzlar da kaçıp Anadolu'ya
gelmişlerdi ve bunların hiç olmazsa bir kısmı oradaki yazı dili geleneğine sahip
idiler. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı eserinde Fuad Köprülü, Türkis
tan'daki edebî dil ile yazan mutasavvıf şairlerin, Ahmed Yesevî ve haleflerinin,
Oğuz dervişleri ve bilhassa Yunus Emre üzerindeki tesirlerini göstermiştir.
Mevlânâ'da geçen Türkçe kelime ve şiirler arasında "kiçkinen, öpkine, öler men,
tiler men, bar, kop, bolgay, olgay" gibi Orta Asya Türkçesine mahsus kelime ve
şekillerin bulunması, onun da Türkistan'daki edebî dil geleneğimizden haberdar
olduğunu gösterir.
Türkistan'daki edebî dil geleneğini bilenler Anadolu'da bu edebî dili kullanmadılar; çünkü hitap ettikleri zümre Oğuzlardı. Fakat Oğuz ağzından yeni bir edebî dil yaratmada bu bilgilerinden ve eski edebî dil geleneğimizden faydalandılar.
4. Türkler çok canlı bir din ve tasavvuf hayatı yaşıyorlardı. Bu hayata ait i-
nançların, tasavvufî görüşlerin, ahlâkî prensiplerin halka, onların diliyle anlatıl
ması lâzımdı. Bunun heyecanını duyan sanatkâr ruhlu insanlar vardı. Bu heyecan
ve ihtiyaç ancak halkın anladığı dili kullanmak ve onlara o dille hitap etmekle
tatmin edilebilirdi.
438 Ahmet B. ERCİLASUN
-
Bir başka sebep de Oğuzların şüphesiz bir sözlü edebiyat geleneklerinin
bulunmasıdır. Yazıya geçmeyen, ağızdan ağıza dolaşan sözlü şiir; hikâye ve
destan geleneği, elbette yeni edebî dilin yaratılmasında önemli rol oynamıştır.
-
Ve nihayet Anadolu Selçuklularının yerine beyliklerin ortaya çıkması da
en önemli sebeplerdendir. Candaroğulları, Karamanoğullan, Aydınoğulları,
Osmanoğulları gibi beyliklerin başında bulunan boy beyleri umumiyetle Farsça
ve Arapçaya yabancı idiler. Fakat onlar da bir devletin, sanatkâr ve edebiyatçıları
himaye etmesi gerektiğini biliyorlardı. Bundan dolayı Türkçe yazan bilgin, şair
ve edipleri teşvik ettiler.
İşte bu tarihî, coğrafî, siyasî ve lengüistik şartlar, Azerbaycan ve Anadolu'da yeni bir yazı dilinin meydana gelmesine yol açmıştır.
Batı Türkçesinin doğuşuyla ilgili olarak bir de karışık dilli eserler meselesi vardır. Behcetü'l-Hadâik fî Mev'izati'l-Halâik (Bursa nüshası), Kudûrî Tercümesi, Ali'nin Kıssa-i Yûsuf u, Kitâb-ı Güzîde, Kitâb-ı Ferâiz, Kitâb-ı Gunya, Süleymaniye Kütüphanesindeki bir Kur'an tercümesi, Mevlânâ'nın Türkçe şiirleri ve Şeyyad Hamza'nın bazı manzumeleri "karışık dilli eserler" olarak adlandırılmakta ve bunların Karahanlı Türkçesi ile Eski Anadolu Türkçesi arasındaki "geçiş devri"ni temsil ettiği ileri sürülmektedir. Bu fikre göre Karahanlı dönemi edebî dili, 12. ve 13. yüzyıllarda Oğuzlar arasında, Oğuz konuşma dilinin özelliklerini almak suretiyle tedricen gelişerek Azerbaycan ve Anadolu'da yeni bir yazı diline, Batı Türkçesinin ilk dönemi olan Eski Anadolu Türkçesine dönüşmüştür. Başka bir ifadeyle Karahanlı edebî diliyle Eski Anadolu Türkçesi arasında organik bir bağ vardır.
Bu fikir ilk defa 1956 yılındaki V. Türk Tarih Kongresinde Reşit Rahmeti Arat tarafından ileri sürülmüştür.
Arat meseleye, şu soruyu sorarak başlıyor: "Cenup şivesinin (Batı Türkçesinin-ABE) bugüne kadar malûm olan en eski metinleri XIII. asrın ikinci yarısına ait bulunduğuna göre, bundan önceki XIII., XII. ve hatta XI. asırlara ait metinler nerede?" (Arat 1987: 317).
Reşit Rahmeti Arat, Akaid-i İslâm adlı bir eserde geçen bir kayda dayanarak, bahsettiği ara döneme ait eserlerin mevcut olması gerektiğini düşünür ve bu eserlerin dil açısından geçiş özelliklerine sahip olması gerektiğini belirtir:
"Bu metinlerin, inkişaf bakımından, XI. ve XIII. asırlarda bu şivede görülen dil hususiyetleri arasında bulunması icap eder. Bu hususiyetler XIII. asırdan geriye doğru gittikçe azalacak ve XI. asırdan bu yana geldikçe de artacaktır. Bu eski Anadolu metinlerinin bizim bugün hususiyetlerine alışmış olduğumuz dilden farklı olacağı tabiîdir. Hatta o derece farklı ki, bugünkü
TÜRK DİLİ TARİHİ 439
nesil bunu kendi şivesi mahsulünden saymadığı gibi, bundan birkaç asır önceki nesiller de bunları beğenmeyerek, bu metinlerin bir kısmını oluruna bırakmışlar ve bir kısmını da kendi devirlerinin hususiyetlerine uydurarak, yeniden kaleme almışlardır. Bu hususta Manisa kütüphanesinde 6886 numarada kayıtlı, 863 (1458) yılında istinsah edilmiş olan Akaid-i İslâm adlı eserin mukaddimesindeki şu kayıt, meseleyi aydınlatması bakımından, dikkate değer:"
'....Bu zayif ve günahlu kul kim Muhammed b. Boydur gördüm kim mütekaddimler ulusı imâm-ı zâhid Ebû Nasr b. Zâhir b. Muhammed es-Serahsî, rahmetullahi aleyhi, bir kitâb cemeylemiş kim her bir sözi bin can değer; amma gördüm kim terkib muhallel ve muhabbat olga bolga ibâretin-ce yazmışlar. Diledim kim bu lâtif ve şerif nüshanın lütfı ve şerefi dahi artuk ola; ol sakim ibâretten sarih ve fasih ve rûşen türkçeye döndürdüm.'
"Türk dilinin ve bilhassa Anadolu yazı dilinin tarihî inkişafında bir geçiş merhalesi teşkil eden bu eski metinler, dil hususiyetleri bakımından, bu 'karışık' devreye ait bulunmaktadır. Dilin bir taraftan teşekkül ve inkişafını, diğer taraftan bunun eski umumî yazı dili ile olan ilgisini daha yakından tâyin ve tesbit etmek için, bu karışık devir yahut Muhammed b. Baydur'un ifadesi ile, 'olga bolga' devri metinlerinin dikkatle taranması ve araştırılması lâzımdır." (Arat 1987: 317-318).
1959'da Muharrem Ergin, Sadettin Buluç tarafından bulunan Behcetü'l-Hadâik ile kendisi tarafından Bursa'da bulunan Şerhü'l-Menâr'ı, "Eski Türkçeyi Batı Türkçesine bağlayan, Batı Türkçesinin XIII. asırdan önceki durumunu, başlangıcını içine alan aşağı yukarı bir iki asırlık çok önemli devre"nin, "metinleri ele geçmediği için Türk dilinin başlıca karanlık devresi" olan "bu devrenin ilk metinleri" kabul eder (Ergin 1959: 137).
Nihayet Behcetü'l-Hadâik üzerinde doktora yapan Mustafa Canpolat bu eserin "Oğuz lehçesinin ilk verilerinden" olduğunu kabul eder. Ona göre eserin "yazıldığı bölgenin Anadolu, yazılış tarihinin de XII. yüzyıl sonlan ya da XIII. yüzyıl başı olması gerçeğe en yakın ihtimaldir." Eserdeki dil karışıklığının sebebi, "yazı dilinin etkisi ve buna kendiliğinden yerli özelliklerin karışmaya başlaması"dır. Yazar, "etkisi altında kaldığı Doğu Türkçesi yazı dili geleneği ile yerli lehçe özellikleri arasında bocala"mıştır (Canpolat 1968: 174-175). Yine Canpolat'a göre "bütün yerli lehçe özellikleri bir anda ve bir çırpıda yazı diline girmemiş, ortak kültür dili ile yerli lehçe arasında uzun bir çarpışma olmuş, bu arada bir yandan eski yazı dilinin, bir yandan da yavaş yavaş bir yazı dili hâline gelmeye başlayan yerli lehçenin özelliklerini taşıyan eserler yazılmıştır." (Canpolat 1968: 166).
440 Ahmet B. ERCİLASUN
Zeynep Korkmaz da 1973, 1974 ve 1994 yıllarında yazdığı muhtelif yazılarda aynı fikri savunur.
Korkmaz 1973'te yazdığı "Selçuklular Çağı Türkçesinin Genel Yapısı" adlı yazısında görüşlerini şu maddelerle ortaya koyar:
"1. Anadolu yazı dilinin kuruluşu sanıldığı gibi Anadolu bölgesinde XI-II. yüzyıl sonlarında ve kendi içinde başlamış bir kuruluş değildir. Aynı dönemdeki Orta-Asya yazı dili ile bağlantılı bulunmaktadır. Anadolu'ya gelen Oğuzlar, kendileri ile beraber bir yazı dili geleneği de getirmişlerdir. Bu durum Eski Anadolu Türkçesinin imlâsında, Arap Fars imlâ geleneği yanında bir süre eski Uygur imlâ geleneğinin devam ettirilmiş olması ile de tanıklanmaktadır.
-
XI-XII. yüzyıllarda Orta-Asya'da tek bir yazı dili durumunda olan
Karahanlı Türkçesinden, Oğuz-Türkmen özelliklerine dayalı Eski Anadolu
Türkçesine atlayış, iki yazı dili arasındaki bir geçiş dönemi ile gerçekleştiri
lebilmiştir. Bu nedenle Anadolu'da Selçuklu Türkçesi diye adlandırdığımız
dönem bu bağlantıyı sağlayan bir geçiş dönemi niteliğindedir.
-
Bir yazı dilinden başka nitelikte yeni bir yazı diline geçerken, önceki
yazı dilinin kalıntıları ile yeni yazı dilini oluşturan özellikler bir süre bir
arada ve karışık olarak yer alacağı için, bir geçiş dönemini yasıtan Selçuklu
Türkçesi de genellikle karışık bir dil yapısındadır." (Korkmaz 1995: 286).
Zeynep Korkmaz bu fikirlerine paralel olarak "karışık dilli eserlerin" dil özelliklerini, 11 madde hâlinde "Selçuklu Çağı Türkçesi'nin dil özellikleri olarak verir (Korkmaz 1995: 284-285).
Korkmaz 1974'teki "XI-XHI. Yüzyıllar Arasında Oğuzca" adlı yazısında da karışık dilli eserlerdeki karışıklığın "istinsahlardan gelme karışıklıkları aşan ve doğrudan doğruya yazıldıkları devrin genel dil yapısı ile ilgili olan organik birer karışıklık olduğu"nu ifade eder (Korkmaz 1995: 271).
"Geçiş devri" fikrine karşı en ciddî itiraz Şinasi Tekin'den gelmiştir. Ş. Tekin "1343 Tarihli Bir Eski Anadolu Türkçesi Metni ve Türk Dili Tarihinde Olga-bolga Sorunu" başlıklı yazısında (1974) geçiş devri taraftarlarına, 14. yüzyılın başındaki Tezkiretü'l-Evliya, Kelile ve Dimne, Kısas-ı Enbiyâ, Yunus Emre, Ahmed Fakîh, Sultan Veled, Âşık Paşa'da niçin karışık dil özellikleri bulunmadığını; eğer karışık dilli bir devir yaşanmışsa 13. yüzyıl başında birdenbire bu "katıksız Oğuzca" eserlerin nasıl ortaya çıktığını sorar (Ş. Tekin 1974: 67-68).
Ş. Tekin'e göre "Oğuz yazı dili, Eski Türkçenin etkisi altında doğmuş olsaydı, Yunus Emre, Âşık Paşa, Ahmed Fakîh ve Sultan Veled'in bu cereyanın dışında kalmaması gerekirdi." Şinasi Tekin şöyle devam eder: "Orta
TÜRK DİLİ TARİHİ 441
Asya İslâm-Türk yazı dilinin Anadolu'ya etkisi, yalnız tektük kişiler aracıyle olmuş ve bu etki de, sadece onu getiren ve Anadolu yöresine yerleşen Orta Asyalı yazarın kendi eserlerine inhisar etmiş, kendi dışını, çevresini etkile-yememiştir."
"Orta Asya'nın Türk ve İran asıllı bilgin ve şairleri, siyasî baskılar ve huzursuzluklar yüzünden, özellikle XII. yy.ın sonundan itibaren Anadolu'ya göç etmeye başlamışlardır. Bunlar tabiî olarak Oğuzca konuşan Anadolu halkına, eserlerinde doğrudan doğruya Orta Asya Türkçesiyle hitap edemedikleri gibi, Oğuzca'yı da pürüzsüz bir şekilde hemen öğrenememişlerdi; onun için isteyerek veya istemeyerek, bilerek veya bilmeyerek, birbirini tutmayan ayrı şive özelliklerini eserlerinde yanyana kullanmak zorunda kalmışlardı." (Ş. Tekin 1974: 69).
Konunun sonunda Ş. Tekin görüşlerini şu maddelerle sonuçlandırır:
-
Oğuz şivesine aykırı özellikler taşıyan Eski Anadolu Türkçesi me
tinlerinin dili, Eski Türk yazı dilinin etkisi veya kalıntısıyla ilgili değildir.
-
Yani bu özellikler genel değil, özeldir; tek tek kişilerindir (bununla
ilgili olarak Mevlâna ile oğlunun dillerini yeniden hatırlatalım).
-
Orta Asya'dan Anadolu'ya, Suriye'ye gelen yazarlar XII-XIII-XIV.
yy.da henüz kuruluş devrini yaşayan Oğuz yazı dilini, eserlerinde kendi şi
velerinin de özelliklerini kullanmakla etkileri altına almaya çalışmışlardır.
Fakat bu etki uzun ömürlü olmamış XV. yy.dan itibaren bu türden eserler
büsbütün ortadan kalktığı gibi, konularının çekiciliği dolayısiyle ilgi görenler
de bilerek değiştirilip yeniden katıksız Osmanlıcaya aktarılmışlardır." (Ş.
Tekin 1974: 70).
Biz de 1988'deki Uluslar Arası Türk Dili Kongresinde okuduğumuz bildiride, "Batı Türkçesinin doğuşuna yol açan tarihî, coğrafî, siyasî ve lengüistik" şartlan açıklamış ve Eski Anadolu Türkçesinin doğrudan doğruya Oğuz ağzı üzerine kurulduğunu savunmuştuk. Bu fikirleri yukarıda, "Batı Türkçesinin Doğuşu" bahsinin başında tekrarladık. Burada birkaç hususu daha belirtmek gerekmektedir. Karışık dilli eserlerin içinde 11 ve 12. asırlarda, hatta 13. yüzyılın başlarında yazıldığı kesin olarak bilinen hiçbir eser yoktur. Behcetü'l-Hadâik'ın 12. yüzyılda veya 13. asrın başında yazıldığı sadece tahmin edilmektedir. Bizce bu eserler de 13 ve 14. yüzyıllarda yazılmışlardır. Yazarları Orta Asya'daki edebî dili bilen kimselerdi ve belki de Oğuz asıllıydı. Bildikleri edebî dilde yazdılar; fakat zaman zaman Oğuzca özellikleri de eserlerine kattılar. Daha büyük bir ihtimalle Oğuzca özellikler müstensihlere ait özelliklerdir. 15. yüzyılda Muhammed bin Baydur'un kullandığı "olga-bolga ibâreti" tabiri "karışık dil"i değil, doğrudan doğruya "Doğu Türkçesi"ni anlatmak için kullanılmış ve yazar eseri Doğu
442 Ahmet B. ERCİLASUN
Türkçesinden "sarih ve fasih ve rûşen Türkçe" dediği Batı Türkçesine çevirdiğini ifade etmiştir. Bunun böyle olduğunu Mustafa Canpolat'ın Şedit Yük-sel'den alıntıladığı yine 15. yüzyıla ait Işknâme'deki şu beyit açıkça göstermektedir:
Tatar dilinçe algayidi bolgay
Ya Kırım halkı yazdı ya ho Hıtay (Canpolat 1968: 167). Beyitte geçen algay ve bolgay kelimeleri, Işknâme yazarına göre ya Kırım ya Hıtay halkının diline aittir. Kırım ile "Kuzey Türkçesi", Hıtay ile "Doğu Türkçesi" kastedilmiştir. 15. asırda Doğu Türkçesi -ga'lı, -gay'h bir lehçe olarak algılanıyordu. Bugün bile bunun izi halk arasında "kuş dili" adıyla yaşamaktadır.
Dostları ilə paylaş: |