TüRKİye büYÜk millet mecliSİ fethullahçi teröR ÖRGÜTÜNÜN (fetö/pdy) 15 temmuz 2016 tariHLİ darbe giRİŞİMİ İle bu teröR ÖRGÜTÜNÜn faaliyetleriNİn tüm yönleriyle


Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral Ümit Dündar



Yüklə 5,1 Mb.
səhifə44/51
tarix08.04.2018
ölçüsü5,1 Mb.
#47918
1   ...   40   41   42   43   44   45   46   47   ...   51

Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral Ümit Dündar tarafından;420iç istihbarat” derken komple istihbarat sistemini değil Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki istihbaratı kastettiğimi vurgulamakta yarar görüyorum. Gerçekten Türk Silahlı Kuvvetlerinin kendi personelini herhangi bir yasal oluşum içerisinde olup olmadığını takip ve kontrol etmek için yasal bir altyapı yok” şeklinde değerlendirme yapılmış,

Genelkurmay Eski Başkanı (E) Orgeneral Hilmi Özkök tarafından “Ne gözden kaçtı?” dediniz. Dediğim gibi, Silahlı Kuvvetlerin dışarıda görev yapacak istihbarat elemanları ve bilgi toplama elemanlarının olmayışı. Biz de devletin bu işi yapacak organlarından gelen bilgilerle bağlıyız. MİT ve MİT’in koordineli olarak emniyetten aldığı bilgiler, bunlar gelmezse başlangıçta da anlattım Harp Okulu takım komutanlarının dolaşıp Harbiyeli öğrencilere bakmasıyla ne kadar bilgi varsa o gelecek ama TSK için esas bilgilerin kaynağı budur421 denilerek istihbarat almadaki güçlüğe işaret edilmiş,

Genelkurmay Eski Başkanı (E) Orgeneral Sebahattin Işık Koşaner tarafından “Silahlı kuvvetlerin kışla hudutları dışarısında herhangi bir istihbarat yapması, birini takip etmesi, bir faaliyette bulunması söz konusu değildir, böyle bir görevi de yoktur, yetkisi de yoktur, yasalar da buna imkân vermez. Bizim istihbarat dediğimiz faaliyetimiz, kışla sınırları içerisinde veya tatbikat arazisinde vesaire personelimizce takip etmekten ibarettir. Peki, o zaman ne olacak? Bize gelen tüm bilgiler MİT’ten ve Emniyetten gelen bilgilerdi, onlara itibar etmek durumundaydık. Oradan gelen bilgilere göre tahkik edip, eğer bilgileri teyit edebiliyorsak, bu personelin silahlı kuvvetlerinden ilişiğinin kesilmesine çalışıyorduk. Bunun için de tek bir yöntemimiz vardı: Yüksek Askerî Şûra toplantılarında böyle personelin silahlı kuvvetlerle ilişiğini kesmektir.”422 denilerek istihbarat teminindeki güçlük ve zafiyetler vurgulanmış,

Genelkurmay Eski Başkanı (E) Orgeneral İlker Başbuğ tarafından ise, “Türkiye Cumhuriyeti devletinin istihbarat birimleri nasıl bu hazırlık süresini tespit edememiştir? O zaman burada ciddi bir zafiyet söz konusudur ve esas üzerinde durulması gereken, cevap aranması gereken sorular da bence, benim kanaatimce bunlardır.

Bakınız, bu konuyu değerlendirirken 1992 yılı öncesi ve sonrası olarak bakmak durumundasınız. “Efendim, niye 1992”, 1992 yılında MİT Müsteşarlığına bir sivil kişi getirildi. Demokrasilerde bu olağan mıdır? Gayet olağan. MİT Müsteşarı illa asker olacak diye bir kaide yok. Elbette MİT Müsteşarlığına bir sivil de getirilebilir, gayet doğal ama önemli olan şudur: 1992’den itibaren maalesef ve maalesef MİT Müsteşarlığındaki askerî kadrolar giderek azaltıldı, azaltıldı, azaltıldı, bir noktada neredeyse sıfır noktasına getirildi; bu doğru değildir.

Bakınız, MİT Müsteşarlığı, yasasına göre 3 kişiye hizmet verir. Daha açık söyleyeyim: MİT Yasası’na göre 3 kişi Türkiye'de MİT Müsteşarından görev talep edebilir: Bir, Cumhurbaşkanı; iki, Başbakan, üç, Genelkurmay Başkanı.

MİT Yasası’na göre Genelkurmay Başkanı MİT Müsteşarından görev talep edebilir ve MİT bir noktada Genelkurmaya da hizmet veriyor, Silahlı Kuvvetlere de hizmet veren bir kurum. Şimdi, siz MİT’ten tamamen askeri arındırıyorsunuz. Dünyadaki örneklere baktığınız zaman, özellikle MİT gibi istihbarat örgütlerine baktığınız zaman, en başındaki, tepe noktasındaki adam sivilse birinci yardımcısı askerdir, tepedeki adam askerse birinci yardımcısı sivildir. Şimdi, siz MİT’ten tamamen askeri dışlarsanız bu yanlıştı Özellikle bu Türk Silahlı Kuvvetlerine sızma, cunta oluşturma vesaire konusunda “Türk Silahlı Kuvvetlerini uyandıracak, ikaz edecek, bilgilendirecek ana unsur kim?” derseniz Millî İstihbarat Teşkilatıdır.

2002-2010 döneminde MİT’ten bize bir tek rapor gelmedi. “Türk Silahlı Kuvvetlerinde Ahmet, Mehmet, Hüseyin neyse işte Fetullah Gülen Cemaati’ne mensuptur.” diye tek bir rapor gelmedi.”423

denilerek TSK ve MİT arasında oluşan istihbarat bilgi akışında karşılaşılan sorun ve zafiyetler gündeme getirilerek bu sorunun ivedilikle çözümlenmesinin önem arz ettiği dile getirilmiştir.



        1. İstihbarat

15 Temmuz Darbe Girişiminden sonra yapılan birçok değerlendirmenin ortak noktası istihbarat alanında birtakım eksikliklerin olduğu yönündedir. Zira darbe girişimi önceden haber alınamamış, darbe girişiminin başlamasından sonraki safhada ise kimler tarafından ve emir-komuta içinde yapılıp yapılmadığıyla ilgili husus anlaşılmaya çalışılmış, fakat net bilgiler kamuoyuyla paylaşılamamıştır.

Böylesi kritik bir vakada Devletin güvenlik refleksinin oluşmasında hayati ve kilit bir noktada bulunan devlet istihbaratı boyutunun ele alınması özel bir önemi haizdir. Bu kapsamda, Emekli MİT Müsteşarı Emre Taner’in,



FETÖ’nün, başlangıçta yasa dışına çıkmasa da ve bir terör örgütü görüntüsü vermese de, MİT tarafından diğer örgütler gibi izlendiğini ve stratejik anlamda birçok bilginin ilgili devlet kurumlarına değişik ortamlarda sunulduğunu, ancak öncelikle ve samimiyetle ifade edilmeli ki olayın 15 Temmuzda yaşanan boyuta geleceğini gösteren bilgiler alınamadığını, hatta 7 Şubata kadar tahmin dahi edilemediğini,

MİT’in stratejik anlamda bilgi toplayan ve bunları analiz eden bir kuruluş olduğunu, geçmiş yıllardaki gelişmeler ve mecburiyetler teşkilatı ağırlıklı olarak iç güvenlik istihbaratına ittiğini ve dar kadrolarca bu alanların kontrolünün de yeterince yerine getirilemediğini,

Yeterli olamamanın ve istihbarat eksikliğinin sebepleri arasında kurumsallaşamamanın önemli yer tuttuğunu, bunun sadece istihbarat teşkilatları ve güvenlik örgütleri için değil icrai organlar için de geçerli olduğunu,

Ülkemizde istihbaratın merkezî bir anlamda patronunun belli olmadığını, kâğıt üzerinde MİT’in bulunduğunu, hesap sorulacağı zaman MİT’in akla geldiğini, güvenlik istihbaratının diğer enstrümanları ve unsurlarının ortada olmadığını,

Jandarmanın kırsalı, karakolları ve yaygın kadroları ile en güzel şekilde kontrol edebilme imkanı bulunduğunu, aynı şekilde şehirler ve kent merkezlerinin binlerce çalışanı olan polisin ciddi kontrolü altında olduğunu, buna rağmen çok sınırlı stratejik istihbarat yapmakla mükellef ve ikiler, üçler, dörtler, beşlerle çalışan bir kuruma böyle bir Türkiye coğrafyasında güvenlik istihbaratının büsbütün sorumluluğu yüklendiğinde yetersizliğin ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğunu,

Güvenlik istihbaratının mutlaka adının konması gerektiğini, ayrıca, çok seslilik ve çok başlılığın güvenlik bürokrasisinde sıkıntı yarattığını, bütün bilgilerin bir yerde toplanmasını önemsediğini, ABD’de Merkezî İstihbarat Teşkilatı’nın bulunduğunu, neden “merkezî” adını aldığı sorgulandığında bütün bilgilerin toplandığı merkezin ortaya çıktığını, aslında Millî İstihbarat Teşkilatının adının yanlış olduğunu, “Merkezî Devlet İstihbarat Teşkilatı” olarak değiştirilmesi gerektiğini,

MİT’in kendi haberlerini topladığını, onları kıymetlendirdiğini ve raporlarını yazıp ilgili yerlere gönderdiğini, ancak MİT’e polisten, jandarmadan, askerden, başka bir yerden, hiçbir kuruldan doğru düzgün bilgi gelmediğini, Millî güvenlikle ilgili planların hazırlanmasına esas olacak temel bilgilerin tamamının toplanıp ilgili kurumlar tarafından Millî İstihbarat Teşkilatına gönderilmesi gerektiğini,

Türkiye’de MİT’in istihbaratının ayrı, polisin istihbaratının ayrı, jandarmanın istihbaratının ayrı olduğunu, bunun büyük bir kopukluğa sebebiyet vererek, başta FETÖ/PDY olmak üzere art niyetli unsurların, ilgili kurumlara sızması için elverişli bir zemin teşkil ettiğini,

Özellikle 2000’li yıllarda güvenlik bürokrasisi, bilgi bütünlüğünü ve kişisel güvenliğini sağlayabilmek için bir mücadele verirken istihbaratın işlevinin sorgulanması ve tedbir alınmasına yönelik tedbirler bağlamında yetersiz kalındığını, sorunun aşılması için o dönemin başbakanlarının, cumhurbaşkanlarının önerilere ilgi duyduklarını, yardımcı olmaya çalıştıklarını, ancak kurumların birbirini kontrol mekanizmasının aşılamadığını, sebebinin ise FETÖ/PDY ve ona benzer örgütlerin buralarda tuttukları yerler ve kökler olduğunu” ifade ettiği ve bu çerçevede, meclis araştırma komisyonu tutanaklarına da424 geçen hususların dikkate değer olduğu düşünülmektedir.

        1. Emniyet

15 Temmuz gecesi FETÖ’nün kalkıştığı darbe girişimi, iç güvenlik yapılanmalarının, uluslararası işbirliği kabiliyetine sahip önleyici iç güvenlik istihbaratına ne kadar ihtiyaç duyduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır.

Önümüzdeki dönemde, FETÖ’nün tehdit olma niteliği devam etmekle birlikte, söz konusu bu tehditle mücadelede istihbarat teşkilatlarının katkısı ise tartışılmaz olacaktır.

Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı ülke genelinde sahip olduğu istihbarat yetkisi ile kamu güvenliliğinin sürekliliğinin sağlanmasına yönelik çalışmalarını sürdürmektedir ve gelecekte de bu çalışmalarına devam etmelidir.

Polis teşkilatı, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, anayasal düzenine ve genel güvenliğine dair önleyici ve koruyucu tedbirleri almak, emniyet ve asayişi sağlamakla görevli olmakla birlikte, ülke seviyesinde istihbarat faaliyetlerinde de bulunmaktadır.

Bu kapsamda Polis Teşkilatı, görev amacına uygun olarak bilgi toplamakta, değerlendirmekte, yetkili mercilere veya kullanma alanına ulaştırmakta ve devletin diğer istihbarat kuruluşlarıyla da işbirliği yapmaktadır.

FETÖ’ye yönelik yapılan operasyonlar ve 15 Temmuz Darbe Girişimi, polis teşkilatının örgüt ile mücadelede faaliyet alanını genişletmesini zorunlu kılmıştır.



        1. Mali İstihbarat

Öte yandan, FETÖ tarafından gerçekleştirilen 15 Temmuz Darbe Girişiminin açığa çıkardığı zafiyet alanlarından biri de organize suç örgütleri ve terör örgütleri ile mücadelede mali boyutun yeterince ele alınmaması veya göz ardı edilmesidir.

Oysa FETÖ, yakın bir zamana kadar “cemaat veya hizmet hareketi” şeklinde masum bir dini hareket olarak algılanmasına rağmen amacı kâr olan şirket veya holdinglere dönüşen, ekonomik ticari faaliyet yürüten bir aktöre evrilmiş bir yapılanmadır ve anılan örgütün Türkiye Cumhuriyeti tarihinde karşılaşılan en tehlikeli terör örgütlerinden biri olduğu, 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirdiği darbe girişimi ile tamamen gün yüzüne çıkmıştır.

Bu kapsamda, FETÖ’nün veya organize suç örgütleri ve diğer terör örgütlerinin faaliyetlerini devam ettirmeleri finansman ihtiyaçlarının karşılanmasına bağlıdır. Bu türden ciddi suçlarla yapılan mücadelenin başarılı olabilmesi, örgütlerin varlıklarını sürdürebilmeleri için ihtiyaç duydukları maddi kaynakların kesilmesi ile mümkündür.

Bugüne kadar terör örgütleriyle mücadelede ideal seviyede sonuç alınamamasının belki de en önemli sebebi, organize suçlulukla ve terörle mücadelenin tek boyutlu olarak sadece faillerin derdest edilmesi yönüyle ele alınmasıdır. Suç soruşturmalarında faillere odaklanılarak, örgütsel yapının arka planındaki mali boyutun göz ardı edilmesi neticesinde, aktörleri sürekli değişen istikrarlı ve organize suç/terör örgütleri ülkemizi on yıllarca tehdit edebilmektedir.

Ülkemizde yürütülen organize suçlara ve terör örgütlerine yönelik soruşturmalarda, suçun diğer boyutları ile birlikte mali boyutunun da eş zamanlı olarak ele alınmaması sorununun devam ettiği gözlemlenmekte, genel olarak, suçun işlendiği yere yapılan operasyon sonucunda suç failleri derdest edildikten sonra örgütün faaliyetlerinin mali boyutuyla ele alınmasını teminen ileri aşamada ayrıca soruşturma yapılmaktadır.

Suç soruşturmalarındaki tüm boyutların eş zamanlı olarak ele alınmamasındaki sebep, kurumların zaman zaman birbirlerine güvenmemesi, kurumsal bir taassupla bilgiyi kendisine saklaması ve paylaşmaya yanaşmamasıdır.425 Bu çerçevede, suçun mali boyutuyla ilgilenen birim, faillerin örgüt içerisindeki konumunu öğrenemeden, hangi faillere özel olarak odaklanması gerektiğini bilmeden yalnızca kendisinden hakkında araştırma talep edilen kişilerin kayıtlı ekonomik verileri çerçevesinde bir rapor tanzim etmek durumunda kalmakta ve bu sebeple mali soruşturmanın etkinliği düşük seviyede kalmaktadır.

Ayrıca, ülkemiz “mali istihbarat birimi” olan Mali Suçları Araştırma Kurulu Başkanlığının (MASAK) üretmiş olduğu “mali istihbarat”ın paylaşılması yönünde de mevzuat anlamında engel bulunduğu anlaşılmaktadır.

MASAK Başkanlığının finans, kolluk ve yargı birimlerinin kesişme noktası olarak görevlerini ifa ederken elde ettiği verilerin ulusal ve uluslararası diğer kurumlarla paylaşılması konusunda problemlerle karşılaştığı anlaşılmaktadır.

Mali istihbarat, ülkelerde “mali istihbarat birimleri” aracılığıyla üretilmektedir. Mali istihbarat birimleri, kara para aklama ve terörizmin finansmanı ile mücadele amacıyla, şüpheli suç gelirleri ve potansiyel terörün finansmanı ile ilgili veya ulusal mevzuat gereği kendisine bildirimi zorunlu olan finansal bilgileri alan, analiz eden ve bu analiz sonuçlarını yetkili otoritelere dağıtmakla görevli ulusal merkezi birimlerdir.

Mali istihbarat birimleri, finansal kuruluşlar ile kanun uygulayıcı/kovuşturucu otoriteler arasında anlık bilgi değişimini mümkün kılan, suç ve suçluluktaki teknolojik değişim dolayısıyla, para ve benzeri değerlerin saniyeler içinde el değiştirebildiği ve dünyanın öteki ucuna elektronik fon transferleri ile gönderilebildiği bir ortamda ve teknolojinin bu suçlarla paralel bir yönde kullanılması ve bunun için anlık olarak gerçekleşen bu faaliyetlerle eş zamanlı olarak mücadele edilmesi ve suçla mücadele içinde olan tüm ulusal ve uluslararası muadil birimlerle ortak ve hızlı bir şekilde hareket edebilme amacı doğrultusunda bir zorunluluk olarak kamu otoritelerinin verdiği bir cevap niteliğinde olan kuruluşlardır.

Mali istihbarat birimleri, aklama ve terörün finansmanı ile mücadelede esas olarak şüpheli işlem bildirimleri alma, analiz etme ve ortaya çıkan sonuçları ilgili kanun uygulayıcı kurumlara iletme gibi temel fonksiyonları yerine getirmek şeklinde bir göreve haiz olarak yapılanma içinde olmuşlardır.

MASAK Başkanlığı, temel olarak aklama ve terörün finansmanı ile mücadele kapsamında ikincil düzenleme yapma, veri toplama ve değerlendirme, araştırma, inceleme-denetleme, düzenleme ve koordinasyonla birlikte eğitim verme gibi fonksiyonlara sahip bir birimdir. MASAK Başkanlığının görev ve yetkilerini düzenleyen 5549 sayılı Suç Gelirlerinin Aklanmasının Önlenmesine Hakkında Kanunun 19. maddesinde, alınan şüpheli işlem bildirimleri ve diğer veriler sonucunda üretilen analiz ve değerlendirme sonuçlarının paylaşımı için savcılık makamları haricinde herhangi bir kolluk birimi veya kamu kuruluşuna izin verilmediği görülmüştür. Bu durum organize suçlara ve terör örgütlerine yönelik mücadeleyi zaafa uğratabilecek bir sorun olarak görülmektedir.

Diğer taraftan, ülkemiz tarafından 28.03.2007 tarihinde imzalanmış olup, henüz onaylanmayan “Suçtan Kaynaklanan Gelirlerin Aklanması, Araştırılması, Ele Geçirilmesi, El Konulması ve Terörizmin Finansmanına İlişkin 198 sayılı Avrupa Konseyi Sözleşmesi”ne ek beyanlarda Türkiye’nin mali istihbarat birimi olarak MASAK bildirilmiştir. Ancak MASAK’ın görev ve yetkilerini düzenleyen 5549 sayılı Suç Gelirlerinin Aklanmasının Önlenmesine Hakkında Kanunda, söz konusu kurumun mali istihbarat fonksiyonu alacağı bildirim ve bilgiler ile dağıtacağı analiz sonuçları yönünden belirtilmesine rağmen adı bir istihbarat birimi olarak zikredilmemiştir. Bu durum, kurumun diğer kamu kurum ve kuruluşlarıyla ilişkilerinde kafa karışıklığı yaratmakta, kurumca üretilen istihbari bilginin paydaşlarınca yanlış anlaşılmasına sebep olabilmektedir.

Organize suçlara ve terör örgütlerine yönelik soruşturmalarda, suçun mali boyutuna yönelik uzmanlaşması nedeniyle, Savcılık Makamlarınca soruşturmalara dâhil edilen MASAK Başkanlığının personel sayısında yetersizlik bulunduğu, kuruma son yıllarda sürekli yeni fonksiyonlar yüklenmesine ve organize suçlarda ve terör suçlarında çok büyük boyutlu artışlar olmasına rağmen kurumun personel sayısının yıllar öncesiyle aynı seviyelerde kalmaya devam ettiği, kurumun özerkliğini sağlayıcı mevzuat düzenlemelerinin sürekli gündemde olmasına rağmen gerçekleştirilemediği, kurumun uzman personelinin yetki ve istihbari bilgi paylaşımı konusundaki sorumsuzluğu ile ilgili mevzuat yönünden koruma sorunlarının çözülmediği anlaşılmıştır.



      1. Bürokrasi

FETÖ öncelikle eğitim ve din alanındaki faaliyetleriyle toplumda meşruiyet kazanmaya çalışmış, açtığı ışık (talebe) evleri, okullar, yurtlar ve dershaneler aracılığıyla ulaştığı gençleri amaçları doğrultusunda yetiştirerek bu gençleri ele geçirme hedefini koyduğu devlet dairelerine yerleştirmeye başlamıştır. FETÖ Liderinin “Her yerde olmalısınız. Her yerde değilseniz hiçbir yerde değilsinizdir.” talimatı gereği daha sonra tüm bürokraside yer almışlarsa da örgüt başta TSK, mülkiye, emniyet teşkilatı, adliye ve Millî İstihbarat Teşkilâtı’nda yapılanmaya öncelik vermiştir.

Zamanla kamu kurumlarına yerleştirdiği ve Devlete değil örgüte aidiyet hisseden elemanları eliyle lise ve üniversitelere giriş sınavları, kamu personeli seçme sınavı, üniversitelerarası kurul yabancı dil sınavları gibi merkezi sistemle yapılan sınav sorularını çalarak örgüt mensuplarının bu sınavları kazanmasını ve hatta en önlerde yer almasını sağlayarak kamu kurumlarına sızma kümülatif hal almıştır. Bu sızmalar bürokrasiye eleman yetiştiren polis okulları, askeri liseler ve harp okulları gibi okullarla hedef noktasına konulan mülkiye ve adliye gibi kurumlarda önemli ölçüde hâkimiyet sağlanması ile sonuçlanmış, bu hâkimiyet de örgüte operasyonel kabiliyet kazandırmıştır.

Bu sızma ve örgütlenmenin istihbarat yetkisine sahip birimlerce fark edilip yetkili birimlerin uyarılmamış olması büyük bir zafiyettir. Bu zafiyet, bürokratik kademelere yapılan atamalarda ehliyet ve liyakat yerine siyasi tavassutlara öncelik verilmesi ile birleşince 15 Temmuz öncesi kamu kurum ve kuruluşlarının stratejik birimleri (personel, istihbarat, özel kalem vb) örgüt mensubu bürokratlarca işgal edilmiş duruma gelinmiştir.

Kamu görevlileri için personel ve disiplin mevzuatı hükümleri ile getirilmiş güvenceler de bürokrasideki örgüt mensupları hakkında işlem yapılmasında ciddi bir zafiyet yaratmıştır. Askeriye, adliye, MİT, polis teşkilatı, mülki idare, dışişleri bakanlığı gibi kurum ve kuruluşlara alınacak personel için yapılacak güvenlik soruşturmasında sadece adli sicil kaydının var olup olmadığına bakılması ile yetinilmesi, bu kurumların gerektirdiği hususlara bakılmaması da bu kişilerin bürokraside yer almasına imkân sağlamıştır.

Son olarak; toplumdaki adalet beklentisini karşılayacak adil, tarafsız ve bağımsız bir hukuk sistemi yerine farklı saiklerle eleman temin edilmiş ve örgütlenmiş bir hukuk sitemi de hem adli bürokrasinin ele geçirilmesine sebebiyet vermiş daha da önemlisi örgütün tüm alanlardaki gayrı hukuki uygulamalarının durdurulabilmesini imkânsız hale getirmiştir.


      1. Eğitim

FETÖ örgütü, insan kaynağının oluşumunda eğitimi bir yöntem ve araç olarak kullanmıştır. İlk ve temel yapılanmasını eğitim üzerine kurmuştur. Örgüt, zaman içerisinde eğitim sistemi içerisinde yer alan zafiyetleri sürekli ve sistematik bir şekilde kendi amaçları doğrultusunda kullanma yoluna gitmiştir. Öğrencilerin sosyo-ekonomik düzeyleri, başarı durumları, öğrencinin ihtiyaç alanları iyi tespit edilmiş ve örgüt açısından elverişli bir şekilde değerlendirilmiştir.

Bu noktada örgütün, ülke içerisindeki hangi zafiyetleri kullandığını ve bu çocukları hangi tesir altında kendi halkını bombalayacak bir canavara dönüştürdüğünü iyi tespit etmek gerekmektedir. Her şeyden önce Örgüt, oluşturduğu ‘paralel eğitim kurumları’ bünyesinde yine ‘paralel bir öğretim programı’ uygulamasına gitmiştir. Bu programda dini terminoloji örgütün amaçlarına göre ele alınmış ve bireylere örgütün çerçevesini çizmiş olduğu bir din algısı kazandırılmıştır. Bireylerin beyinlerini ve duygularını yönlendirme ve işgal etme yoluna giden örgüt, bilinçaltı çalışmaları ile de psikolojik etmenleri devreye sokmuştur. Örgüt, tüm bu çalışmalarında devletin ve milletin imkânlarını kullanmayı başarmış, oluşturmuş olduğu eğitim kurumları ve öğrenci yurtlarında bu öğrencileri örgütüne kazandırmayı temin etmiştir.

Bu noktada örgütün bireyleri nasıl elde ettiğini ve öğrencilerin duygu ve düşüncelerine nasıl hitap ettiğinin irdelenmesi gerekmektedir. Her şeyden önce örgüt lideri Gülen, bir din adamı kisvesi ile tanınmış ve ilk örgütlenme sürecinde de bu kimliğinden istifade etmiştir. Gülen, gizli amaçları için dini terminolojiyi istediği gibi yorumlamış, özellikle peygamberler tarihini bizzat kendi hikâyesi gibi formatlamış ve oluşturduğu din algısını duygusal istismar içeren bir tarzda insanlara sunmuştur.426 Dini istismar ederek insanları kendi yanına çekmeye çalışan Örgüt, maddi ve manevi olarak yararlandığı bu insanların imkânları ile binlerce eğitim kurumu oluşturarak yüz binlerce çocuk ve gence ulaşma imkânını elde etmiştir.

Örgüt, genç beyinleri ve körpe dimağları istismar etmiş, çarpık bir din algısını, paralel eğitim ortamlarında dinin hakikatlerini bilmeyen gençlere empoze ederek bu gençlerin hayallerini sömürmüştür. Birtakım rüya, menkıbe ve abartılı hikâyelerle sahte gözyaşları eşliğinde gençlerin kalplerine ve beyinlerine taarruz edilmiştir. Sahte bir karaktere bürünerek, takiyyeyi din, ‘tedbiri’ bir yöntem, kibri ‘tevazu’ olarak pazarlayan bir örgüt sözde vaaz ve nasihatlerle insanların inanç değerlerini emellerine alet etmiştir. Sinsi bir ‘devşirme sistemi’ oluşturarak çocukları ailelerinden, beyinleri Türk Milletinin geleceğinden çalmıştır. Örgüt, özellikle aile bağlarını sayıflatmak için öğrencilere ramazan bayramı dışında izin verilmemesi, kurban bayramında izin istemenin davaya ihanet olarak görülmesi, sömesri ve yaz tatillerinde kurs ve kamp düzenleyerek öğrencilerin aileleriyle daha az vakit geçirmelerinin sağlanması gibi bir çok yöntemi kullanmıştır.

Örgüt, tüm sistematiğinde mensuplarını uzun vadeli hedeflere kilitlemeyi başarmıştır. Komisyona ifade veren Eski Jandarma Genel Komutanı Galip Mendi de bu durumu dile getirmiş ve 1980 sonrasında bir örgüt mensubunun ifadesinde: “Bizim hedefimiz üç dört senelik değil, bizim hedefimiz otuz kırk senelik.” aynen ifade bu ve “Biz zeki öğrencileri askerî okullara teşvik edip askerî okullara sokacağız, bunları takip edeceğiz, kurmay olmalarını sağlayacağız.” diyor. Yani zeki, çalışkan öğrencilerin daha başarılı olma ihtimalinden gitmişler herhâlde. “Biz otuz kırk sene sonra bunların kurmay olup general olmasını ve Silahlı Kuvvetlerin komuta yapısını ele geçirmeyi hedefliyoruz” şeklinde konuştuğunu aktarmıştır.427

Özetle örgütün eğitim alanında bu kadar yoğun ve kapsamlı bir şekilde örgütlenebilmesi, aslında eğitim sistemimizde var olan aşağıdaki zafiyet alanlarını sonuna kadar kullanarak sömürmesiyle mümkün olmuştur:

Toplumun tüm kesimlerine standart ve kaliteli bir eğitim sunulamıyor olması.

Özellikle çok zeki ama fakir çocuklara yönelik Devletin özel bir eğitim programının olmaması.

Öğrencilerin tamamına yönelik yeterli barınma imkanlarının sunulamıyor olması.

Devlet okullarında verilen din eğitiminin öğrencileri çarpık dinî telkinlere karşı koyma kabiliyetiyle donatabilecek bir kalitede olmaması.

Eğitim sistemimizde ve müfredatta, öğrencilere yeterince sorgulayıcı bir bakış açısı kazandırılamaması.

Eğitim sistemimizde özel eğitim kurumlarına karşı yeterli denetim mekanizmalarının bulunmaması/mevcut mekanizmaların etkinlikle işletilmemesi.



      1. Din ve Devlet İlişkileri ile Din Alanında Eğitim

        1. Din ve Devlet İlişkileri

Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinde Türk toplumunda din-devlet ilişkilerinde önemli değişimler ve sorunların yaşandığı bir gerçektir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ortaya konulan politikalar zamanla din alanında yasaklayıcı ve sınırlayıcı sonuçlar doğurmuş, din eğitimi hem ortaöğretim hem de yükseköğretim düzeyinde bir süre kesintiye uğramıştır. Dine karşı sergilenen bu mesafeli tutum, çeşitli yasak ve baskılar, tarih boyunca inandığı İslam dinine en büyük değeri veren Türk toplumunda devlete olan güveni sarsmış, alternatif yollar aramaya yönelmiştir. Dolayısıyla bu durum din eğitimi ve hizmetlerinin yer altına inmesine neden olmuştur. Özellikle tarikatler ve tekkeler yasaklanırken İslam Dinini gerçek kaynaklarından öğretecek alternatiflerinin kurulmaması Türkiye’ye ve benzeri süreçleri yaşayan ülkelere özgü “cemaat” adı verilen bir olgunun doğuşuna neden olmuştur.

Cemaatler, din eğitiminin yer altına indiği bir dönemde dini hizmetleri ve Kur’an eğitimini yürütmeye çalışan bazı önemli şahsiyetler etrafında şekillenen yapılar olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye’de din eğitimi üzerindeki yasakların kısmen ortadan kalktığı 1950 sonrasında cemaatler, din-karşıtı politika ve söylemlerin yarattığı endişe duygusuyla da varlık sebeplerini devam ettirmiş; hatta nispeten daha demokratik politikaların açtığı liberal ortamdan da yararlanarak kendilerini güçlendirmişlerdir. Aslında devlet eliyle din eğitiminin verilmeye başlanması, İmam-Hatip Okulları, Yüksek İslam Enstitüleri ve İlahiyat Fakülteleri’nin açılması cemaatlerin varlık nedenlerini yavaş yavaş ortadan kaldırmaya başlamıştır. Bu sebeple cemaatlerin bu okulları kendilerine az veya çok rakip ve tehdit olarak görmüş oldukları bilinmektedir; cemaatler toplumda din konusunda devlete olan güvenin sarsılmasının getirdiği avantajı da bir anlamda kullanarak hayatiyetlerini devam ettirmekle kalmamış, büyüme imkânı da elde etmişlerdir. İmam-hatip okulları, yüksek islam enstitüleri ve ilahiyat fakültelerinin daha eleştirel, akılcı ve modern bir yorumu benimsemelerine karşın cemaatler geleneksel, muhafazakâr ve halkın dini duygularına daha fazla hitap eden bir din anlayışını önerdikleri için halk nezdinde önemli bir boşluğu doldurdular. Özetle modernleşmenin yol açtığı değişimler karşısında resmi din eğitiminin bıraktığı bazı boşlukları iyi kullanan cemaatler büyüyerek varlıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir.

İçinde bulunduğumuz yarım yüzyılda yaşanan askeri darbelere rağmen yetmişli-seksenli yıllardan itibaren güçlenmeye başlayan demokrasi tecrübesi halkın çeşitli isimler altında birçok sivil dini oluşumları gerçekleştirmesini de beraberinde getirmiştir. 30 Kasım 1925 tarihinde kabul edilip 13 Aralık 1925 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 677 sayılı “Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması” ile ilgili kanun halen yürürlüktedir. Turgut Özal dönemindeki demokratik açılımlar ile birlikte, mezkur kanunu ihlal etmemek kaydıyla ülkemizdeki çeşitli dini yapılar kurdukları resmi dernekler ve vakıflar aracılığıyla sivil inisiyatif olarak öne çıkmaya başlamışlardır. Bunlardan bir kısmı tıpkı FETÖ örneğinde olduğu gibi çeşitli özel okullar ve dershaneler açmışlar, böylece sivil dini yapı görünümü altında faaliyet göstermişlerdir. Diğer taraftan mezkûr kanunun yürürlükten kaldırılmasıyla ilgili yıllardır tartışmalar yapılmakta ve konuyla ilgili birtakım anayasal ve yasal değişikliklerin gerektiği de belirtilmektedir. Bununla birlikte birçok dinî oluşumun her geçen gün daha da güçlenerek sivil faaliyetler yürüttüğü herkesçe bilinmektedir. Kanunun yasaklamaları ve sınırlandırmaları bu yapıların faaliyetlerini durdurabilmiş değilse de mevcut durum, bu yapıların kimi faaliyetlerini şeffaf olmayan yollarla yürütmeye zorlayabilmektedir.

Cumhuriyet tarihi boyunca devletin dine yaklaşımında yaşanan gel-gitler ve farklı politikalar, toplamda genel bir belirsizlik ve güven sorunu oluşturmuştur. Çok partili siyasi hayata geçişle birlikte din, toplumsal bir referans olarak daha çok gündemde olmuştur. Sadece ülkemizde değil bölgemizdeki gelişmeler de dini, sosyal hayatın belirgin bir unsuru haline getirmiştir. Artan ve çeşitlenen dinî talepler, hukuksal boşluklar oluşturmuş ve adeta fiilî bir durum oluşturmuştur. Herkesçe bilinen ancak hukuksal tanıma ve şeffaf bir kamusal denetime kavuşturulamayan dinî-sosyal faaliyetler, dinî grupların toplumsal hayatımızdaki güçlerinin artmasına neden olmuştur. Hangi niyetle yapıldığının bilinemediği sosyal faaliyetler üzerinden dinî oluşumlar devlet ve toplum üzerinde de bir hak iddia edecek aşamaya ulaşmıştır. Temel toplumsal ve tarihsel değerlerimizin başında gelen dini baskı altında tutmaksızın din-devlet-toplum ilişkilerinin hangi ilkelere göre düzenleneceği yeniden gözden geçirilmeyi bekleyen önemli bir konu olarak önümüzde durmaktadır.



        1. Din Alanında Eğitim

FETÖ’nün dindar kesimler, aydınlar ve yöneticiler nezdinde kendini meşrulaştırmak amacıyla en çok eğitim alanındaki etkinliklerine vurgu yaptığı görülmektedir. Eğitim alanında oluşan açığı ve yeni toplumsal talepleri iyi gören ve bunları fırsata çeviren örgütün hangi toplumsal ihtiyaçlardan ve nasıl beslendiği üzerinde iyi düşünülmelidir. Bu çerçevede öncelikli olarak ele alınması gereken alanın eğitim olduğu anlaşılmaktadır.

Din eğitiminde, 4-6 yaş din eğitiminden, Kur’an Kurslarına, İmam-hatip Liselerinden İlahiyatlara, Diyanet Eğitim merkezlerinden Yüksek Dini İhtisas merkezlerine varıncaya kadar birçok din eğitim kurumunda yaşanan çeşitli problemlerin giderilmesi aciliyet arz eden acil işlerdendir.

Din eğitiminin tamamen ya da kısmen ortadan kaldırıldığı dönemlerde ve bu dönemleri müteakip geçici bir tedbir olarak ortaya çıkan ve bir türlü kent müessesesi haline getiremediğimiz Kur'an Kurslarımızla, sadece Kur'an'ın okunuşunu öğrettiğimiz, mana ve hikmetini, hakikatini öğretemediğimiz müesseselerimizle dinin hakikatini, İslam’ın rahmet yüklü mesajını yeryüzüne yayabilir miyiz?”428 şeklindeki sorunun cevabı şüphesiz ki olumsuzdur. Buna cevap teşkil edecek adımların atılması ve gerekli açılımların getirilmesi kaçınılmazdır.

Kur'an Kursları, halkımızdan gördüğü rağbetle, Diyanet İşleri Başkanlığı dışındaki bazen resmi, bazen de gayriresmi çeşitli yapılarca da büyük bir fırsat olarak değerlendirilmektedir. Bu tür eğitim faaliyetlerinin, modern eğitim yöntemlerine ne denli uygun oldukları, kullanılan binaların uygun olup olmadığı, verilen eğitimin ne ölçüde denetlenebildiği, mezun olduklarında nasıl istihdam edilecekleri, gelir-gider kaynaklarının şeffaf olup olmadığı gibi birçok sorun henüz tam anlamıyla tatmin edici bir çözüme kavuşturulamamıştır. Ayrıca, Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı Kur’an Kurslarının hangi yaş aralıklarına hizmet verdiği, öğrencilerin yasal hakları belirgin bir çerçeveye kavuşturulmuş olmadığı gibi müfredatın geliştirilmesi ve bu kursların Kur’an merkezli bir din eğitimi verilen kurumlara dönüştürülmesi de sağlıklı din eğitim-öğretimi açısından kaçınılmazdır. Yine halkın bu konudaki ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlayan ilk ve orta öğretimdeki seçmeli Kur’an-ı Kerim derslerinin daha nitelikli hale getirilmesi de kontrol dışı oluşumları önünü kesebilecektir.

İmam-Hatip Liseleri için de müfredat ve nitelik gibi sorunlar söz konusudur. Türkiye’deki din eğitiminde ve halkın dini yönden aydınlanmasında birinci derece role sahip olan İmam-Hatiplerin eğitim-öğretim seviyesi bakımından her geçen gün biraz daha irtifa kaybetmesi endişe vericidir. Bunda, 28 Şubat sürecinde yaşanan katsayı engelinin rolü bulunmakla birlikte şüphesiz başka faktörler de bulunmaktadır. Bütün bu faktörleri dikkate alarak, sadece ülkemiz için değil, pek çok İslam ülkesi için dahi model olan İmam-Hatip Liselerinin daha da geliştirilmesi, farklı yapıların “din eğitimi verme” bahanesiyle genç nesilleri kendi emellerine kanalize etmeleri önlenebilecektir.

Millî eğitim sisteminde yapılandırılmış sağlıklı bir din eğitiminin sağlanamaması halinde, dini yanlış öğreten, yetkisiz, liyakatsiz, FETÖ lideri tipi insanlar hoca kisvesinde ortaya çıkabilecek ve 13 yaşında ortaokula başlayan bir çocuğun dinî, millî, pedagojik, duygusal tüm eğilim ve ihtiyaçlarını istismar ederek beynini yıkayabilecek ve emirlerini sorgulayamaz bir bağlısına dönüştürebilecektir. İmam Hatip Liselerinde ve İlahiyat Fakültelerinde dinî eğitim alanlar arasında FETÖ’ye eğilim gösterenlerin sayısının sınırlı kaldığına dikkat çekilmiştir. Bunun nedeni tüm kusurlarına rağmen bu kurumlarda bilimsel ve eleştirel usullere önemli ölçüde uygunluk gösteren gerçek bir din eğitiminin verilmesidir. Bu eğitim kurumlarından geçen öğrencilere temel dinî bilgiler ve düsturlar öğretilebilmekte, farklı kaynakları kullanarak çeşitli ilmî disiplinlerde düşünme, sorgulama ve araştırma kabiliyeti ideal seviyede olmasa da belli ölçülerde kazandırılabilmektedir. Eğitim sisteminde insanlara doğru din öğretilir ve yanlış otoritelere itaati öğreten ve yücelten eğitim tarzının dinin özünde olmadığı, bunun sonradan çeşitli yollarla dine sokulduğu etkili bir şekilde gösterilirse, öğrenciler beyin yıkama faaliyetlerine karşı daha korunaklı olabilecektir. 429

Eski Başbakan Sayın Ahmet Davutoğlu, Komisyon’a göndermiş olduğu yazıda konuya ilişkin çok isabetli şu tespitleri ifade etmiştir:

İslam inancının bilgi doktrinini ve temel değerlerini hakkıyla öğrenen bir neslin bu tür tuzaklara düşmesi mümkün değildir. Nitekim FETÖ/PDY’nin, İslami ilimlerin usullerinin öğretildiği İmam Hatip liselerinde ve İlahiyat fakültelerinde elverişli bir zemin bulamaması ve bu liseleri ve fakülteleri hasım gibi görmesi de bunun açık bir işaretidir. Unutulmamalıdır ki, bu örgütü ortaya çıkaran saik, İslam inancı ve onun usulü değil, aksine sahih İslam inancının baskı altına alınması, sıradan Anadolu insanının kendi dinini açıktan yaşayamaması, özellikle kamuda bu baskının katlanılmaz boyutlara ulaşması sonucu, İslam inancının bilgi telakkisinden ayrışan yanlış bir zihniyetin ortaya çıkmasıdır. Burada yapılması gereken, tek parti döneminin zihniyetini bugüne taşıyarak yaşanan gelişmelerden din eğitimini sorumlu kılan bazı kesimlerin iddia ettiği gibi din eğitimini kısıtlamak değil, bilakis sahih ve şeffaf bir din eğitimi ile sapmaların önüne geçmektir.”

Dinî eğitim alanında İslam’dan hareketle yeni bir söylem geliştirilmelidir. Bu sorular ve sorunlar çerçevesinde bakıldığında mevcut dinî eğitim kurumları hangi ihtiyaçların karşılanmasına tekabül etmektedir? Bugünün gençlerini kavrayacak, onları tatmin edecek hangi eğitim buralarda yapılmaktadır?430

Din eğitimi konusunda en temel sorun hayattan ve gerçeklikten uzak, nass ve metin merkezli yaklaşımlardır. Oysa sağlıklı dini bilinç, ancak metindeki ayetlerle varlık dünyasındaki ayetlerin bir bütünlük içinde okunmasıyla kazanılabilmektedir. Öğrenci dini metinleri öğrenirken varlığın yapısı hakkında da farkındalık elde edecek ve varlığın tümünü kapsayan bir saygı ve anlayış geliştirecektir. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’e göre “İslam dünyasında bugün yaşadığımız en büyük sorun, Allah’ın kitaptaki ayetleriyle Allah’ın kâinattaki ayetlerini birleştirerek okumamaktır. Kitabı kâinattan ayırarak okuduğumuz zaman bize fayda vermez. Çünkü Kitap bizi kâinata gönderiyor, aralarında ilişki var. Kalple akıl arasında, ruhla beden arasında, kâinatla Kur’an arasında, vahiyle akıl arasında muazzam bir ilişki var. Din eğitimi ve öğretiminin bugün en büyük sorunu, metodoloji sorunudur. Birlikte verdiğimiz zaman bunun anlamı olur, faydası olur. Aksi takdirde hayattan koparılmış bir dinin öğretilmesi fayda vermez, çünkü o din hayata geldi.”431 Yaşanan tarihsel ve toplumsal gerçeklikten yalıtılmış bir din eğitimi, otoriter, içe kapalı, dogmatik bireylerin yetişmesine imkân tanıyacaktır.

İlahiyat Fakültelerinin müfredatı da bu çerçevede yeniden masaya yatırılmalıdır. Yıllardır bu konularda birçok çalıştaylar, sempozyumlar yapılmasına rağmen sorunlar azalmak yerine daha da artmaktadır. Nitelikli öğretim üyelerinin yetiştirilememesi, son birkaç yıl içerisinde fakülte sayısının yüze varması, açılan kadroların bazen yetersiz elemanlarla doldurulması, yüksek din öğretiminin kalitesini iyice düşürmüştür. Son yıllarda başka hiçbir fakültenin programlarıyla ilgili herhangi bir değişiklik teklif edilmezken, sadece İlahiyat Fakülteleri’nin müfredatına dair girişimlerde bulunulması, klasik medrese eğitimine öykünerek bazı müfredat değişikliklerinin dayatılması, özgür, özgün ve üniversal üretimi sınırlandırmaya matuf talihsiz adımlar olarak tarihe geçmiştir. Yıllardır yapılan İlahiyat Fakülteleri Dekanlar toplantılarında alınan kararların YÖK tarafından dikkate alınmaması ve tek yönlü ve otoriter yaklaşımların sürdürülmesi ülkemizdeki yüksek din öğretimini olumsuz etkilemektedir. Oysa ülkemizdeki İlahiyat Fakülteleri önemli bir birikim oluşturmuştur. Din ile ilgili sorunların çözümlenmesinde bu güvenilir kaynağın rehberliğine başvurulması gerekir. Dinden kaynaklı savrulmaların, zihniyet yapısı bağlamında ele alındığı bu bilim yuvalarının itibarı ve seviyesi korunmalıdır.

Eğitim ile ilgili diğer bir sorun da öğrencilerin konaklama ihtiyaçlarıdır. Son yıllarda devlet yurtlarının sayısal ve niteliksel anlamda arttığı görülmektedir. Ancak daha fazla yurt binasına ve güvenilir personele ihtiyaç duyulmaktadır. Örgütün öğrencileri devşirmede kullandığı en büyük imkân, en küçük ilçeye varıncaya kadar tüm ülke sathında hatta yurt dışında açmış oldukları öğrenci evleri ve yurtlar olmuştur. Bu hususta birçok veli evladını, Kredi Yurtlar Kurumu yahut Türkiye Diyanet Vakfı gibi resmi öğrenci yurtlarında yer bulamadığı için mecburen örgüte teslim etmek zorunda kalmıştır. Bu ihtiyaç henüz giderilebilmiş değildir ve bu açığın en kısa sürede öncelikle resmi kurumlar ve güvenilir sivil toplum kuruluşları tarafından kapatılması gerekmektedir.




      1. Yüklə 5,1 Mb.

        Dostları ilə paylaş:
1   ...   40   41   42   43   44   45   46   47   ...   51




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin