TüRKİye cumhuriyeti ankara üNİversitesi BİLİmsel araştirma projesi kesin raporu


Türkiye’de Siyasal ve Toplumsal Seçkinler



Yüklə 0,56 Mb.
səhifə8/10
tarix17.03.2018
ölçüsü0,56 Mb.
#45790
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

4. Türkiye’de Siyasal ve Toplumsal Seçkinler:
4.1. Siyasal Seçkinler: Beyaz Yakalı Devrimi
Yürüttüğümüz araştırmanın üzerinde yoğunlaştığı en önemli alt-modüllerden biri olan Türkiye siyasal seçkinleri ve yerel siyasal seçkinlerle ilgili görüşme sonuçlarını tartışmadan önce bu alandaki ikincil kaynaklardan (ağırlıkla TBMM arşivleri, vekil yıllıkları ve parlamento albümleri) türettiğimiz veriler ışığında bir genel çerçeve çizmeyi ve bu genel çerçevenin ışığı altında a) bir yandan mülakatlarda edindiğimiz kimi sonuçları orya serilmemeyi, b) diğer yandan da iller bazında siyasal seçkinler özelinde gözlemlediğimiz bazı eğilim ve karakteristikleri tartışmayı amaçlıyoruz. Siyasal seçkinlere ilişkin çerçeveyi çizerken yararlanacağımız önemli çalışma Frederick W. Frey’in The Turkish Political Elite adlı eseridir. 1965 yılında yayınlanan çalışmasını önemi Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkede bir yandan Cumhuriyet’in kurucu siyasal kadrolarının genel tipolojisini çıkarmayı amaçlarken, diğer taraftan da tek-parti yönetiminden çok-parti yönetimine geçiş sürecindeki kırılmaları ve farklılaşmaları anlamamıza olanak sunmasıdır. Bu çalışma aynı zamanda ‘soğuk savaş’ psikolojisinin altında yürütüldüğü için, yeni kurulan ulus-devletlerin Komünizme savrulmadan nasıl demokratik bir rotada siyasal kurumlarını ayakta tutabildiklerini, diğer yandan da geleneksel toplumsal yapılarını modernleşmenin genel dinamikleri içinde nasıl evrildiğini anlamlandırmaya çalışan bir eserdir (1965). Frey bu çalışmasında Türkiye’de parlamento ve hükümetlerin genel karakteristiklerine de vurgu yapmaktadır. Frey’in kitabın yazıldığı dönem itibariyle Frey Türkiye’de politik elitlerin İngiltere ya da Amerikan Kongresi’nde olduğundan farklı olarak oldukça ağırlıklı konuma sahip olduklarını vurgular.
Frey’in araştırması verileri itibariyle TBMM’nin kuruluşundan itibaren yani 23 Nisan 1920’den 1957’ye kadarki ilk 10 hükümeti ve parlamentoya seçilen milletvekillerini inceler. Bu dönem, 1946’ya kadarki birinci kısım itibariyle tek parti etkisi altında şekillenir. Cumhuriyet Halk Partisi yaklaşık 37 yıl boyunca Türk siyasal hayatına ve kurumlarına damgasını vuran tek partiydi; ancak buna mukabil yine de ciddi sayılabilecek siyasal muhalefetle karşılaştı. CHP kendi içinden farklılaşan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası iki parti ile elitler-arası bir farklılaşmaya da tanıklık etmiştir. Görece etkin muhalefete karşın elitler kendi aralarında belirli bir entegrasyon düzeyine ulaşmış ve parti ile devletin özdeşleşmesinin bir sonucu olarak muarız elitleri siyasal sistemin dışında/kıyısında tutmayı başarmışlardır. Ancak II. Dünya Savaşını izleyen dönemde Türkiye de çok partili hayata geçmek zorunda kalmıştır. Frey, derlediği verilerden hareketle Türk siyasal elitlerinin hangi özelliklerinin onları parlamentoya taşıdığını belirlemeye çalışmıştır. 1920 ve 1957 yılları arasındaki yaklaşık 2210 milletvekilinin toplumsal arka planlarını inceleyerek bir profil çalışması yapmış ve meclisteki devamlılık kalıplarını ortaya çıkarmaya çalışır.
Frey’in en fazla öne çıkardığı değişkenlerden biri eğitim düzeyi ve eğitsel kurumlar konusudur. Eğitimsel farklılıkların Türk siyasal elitlerini daha iyi anlamanın bir aracı olduğunu ve farklılaşma eksenlerini ortaya çıkarmak için elverişliği olduğunu belirttikten sonra, Frey Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerine damgasını vuran eğitim kurumlarına değinir. Bu kurumlar Atatürk’ün modern Türkiye’sinde de önemini gösteren Harbiye, Mülkiye, İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, Galatasaray Lisesi gibi kuruluşlardır. 19. yüzyıldan itibaren İmparatorluğun modernizasyon süreci ile birlikte somutlaşan Batı tarzlı modernleşme ve sekülerleşme süreçleri Cumhuriyet Türkiye’sine de yansımış ve modern eğitim kurumlarınca sürdürülmüştür. Tanzimat’tan bu yana süren sekülerleşme sayesinde medreselerin etkisi zayıflamış ve İslami ulemanın siyasal seçkinler arasındaki etkisinin azalması sonucu ortaya çıkmıştır. Frey bu kurumların etkisi altında Cumhuriyetin yeni siyasal elitlerinin çoğunun üniversite mezunu olduğunu ve bunun yaklaşık yüzde 62 gibi yüksek bir orana denk düştüğünü ifade eder (s.44). Medreselerden eğitim almış seçkinlerin oranı gün geçtikçe azalırken bu oran yüzde 21 gibi bir sayı ile sınırlı kalmıştır.
Frey’e göre, milletvekillerinin eğitim düzeyi ile siyaset kalma süreleri arasında yani yeniden seçilebilme oranları arasında bir ilişki bulunmaktadır. İlkokul ve ortaokul mezunu vekillerin yeniden seçilme eğilimleri oldukça düşük iken, 1920-1957 dönemleri arasında üniversite mezunlarının yeniden seçilebilme oranı ise yüzde 55’e yaklaşmaktadır (s.50). Eğitimsel ölçüt olarak bilinen yabancı dil sayısı da değişkenlerden biri olarak anlamlandırılır. Çok dil bilen siyasetçilerin meclise yeniden seçilme oranları olmayanlara göre daha da yüksektir (s.55).

Frey seçkinleşme süreciyle eğitim düzeyleri arasındaki ilişkinin, Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte hız kazandığını belirtir. Eğitim düzeyi ve sosyal statü arasındaki ilişki de bu noktada önem kazanmaktadır. Bu ise seçkinlerin bürokratik geçmişleri, mesleki kariyerleri ve ekonomik-sınıfsal arka-planları açısından birbirleriyle örtüşebilen halkalar yaratabildiklerini göstermektedir. Bu noktadan bakıldığında TBMM’de eğitim yoluyla seçkinleşen serbest meslek sahibi profesyoneller arasında çoğunlukla hukukçu ve doktor kökenli seçkinler yer alırlar. Hükümetle ilişki kurabilen diğer kadrolar ise ağırlıkla bürokratlardan, askerlerden ve öğretmenlerden/eğitim seçkinlerinden oluşmaktadır. İktisadi seçkinlerin ise ağırlıkla –büyük toprak sahibi ailelerden gelmeleri itibariyle- tarımla ve ticaretle uğraştıklarını, sınırlı bir bölümünün ise bankacılardan oluştuğu görülmektedir (s.111-129).


Frey’in milletvekillerini istatistiksel dağılımı ile ilgili olarak yaptığı değerlendirmelerin sonucu olarak şöyle bir tablo ile karşılaşılmaktadır: TBMM’nin yaklaşık yüzde 18’ini avukatlar, yüzde 14’ünü bürokratlar, yüzde 13’ünü işadamları ve tüccarlar, yüzde 10’unu silahlı kuvvetler eski mensupları, yüzde 9’unu toprak sahibi ziraatçiler, yüzde 3’ünü ise sırasıyla mühendisler, gazeteciler ve din adamları oluşturmaktadır (s.130-31). Cumhuriyetin kurumsallaşması ve devlet aygıtının güçlenmesi ile birlikte Frey, siyasal seçkinler arasında bürokratik görevlerde bulunmuş seçkinlerin oranının arttığını belirtir. Şüphesiz bu oranın yükselişinde parti-devlet özdeşliğinin artmasının da etkisi olduğunu teslim etmek gerekir. Bürokrasinin bu yükselişi önemli bir ölçüde TBMM’deki ekonomik seçkinlerin oranlarının azalması ile sonuçlanmıştır. Dolayısıyla yeni rejimin seçkinleri arasında bürokratik kökenli siyasal seçkinler en ön sırada gelirken, onları eğitimli beyaz yakalılar da dahil olmak üzere meslek sahipleri izliyordu. İlginç bir biçimde siyasal seçkinler arasında iktisadi seçkinlerin işgal ettikleri yer oldukça sınırlıydı. Şüphesiz bu etkinin görece sınırlı olmasının nedenlerinden biri yeni Türk burjuvazisinin kendisini siyasal alanda temsil edecek güç ve güvende hissetmemesi olmalıdır. Zira bir yandan savaş ve mübadelenin getirdiği boşluklar diğer yandan da Türk burjuvazisinin yeniden yapılanma girişimleri bu dönemdeki suskunluğun nedenlerinden biri olarak kabul edilebilir. İktisadi seçkinlerin yokluğunda ise TBMM2de temsil edilen siyasal seçkinler parti-devlet özdeşliğinin de bir sonucu olarak devletin kurumlarını ve eğitim sistemini de ellerinde bulundurmakta; yerel siyasal bağları yardımıyla da kırsal bölgeleri, köyleri ve kasabaları da etkileri altında tutmaktaydılar.
Frey bu verilere ek olarak, siyasal seçkinlik konumuna yükselmiş seçkinlerin ailelerinin tarihine ve etkisine de eğilerek, Cumhuriyet ile İmparatorluk seçkinleri arasında ne tür farklılıklar ve geçişlilikler olduğunu araştırmıştır. İmparatorluğun aristokratik ve ayrıcalıklı sınıfları, hem ekonomik kaynakları hem de eğitim olanaklarını kullandıkları için, siyasal seçkinlerin önemli bir bölümü siyasal hareketler içinde kolaylıkla lider konumlara erişebilmişlerdir. Buna mukabil Frey TBMM yıllıklarına dayanarak yaptığı araştırmalarda 2210 seçkinden ancak 344’üne ilişkin bilgiye ulaştığına işaret eder. Bu seçkinlerin büyük bir bölümü eğitimsel arkaplan itibariyle Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunlarından oluşmaktadır. Frey bu örnekleme ek olarak TBMM’deki gayri-Müslim vekillere ve o dönem için sayıları küçümsenemeyecek denli yüksek olan 38 kadın vekili de incelemiştir. TBMM’deki gayri-Müslim vekiller genel milletvekili ortalamasından daha iyi bir eğitim düzeyine sahip iken, kadın milletvekilleri –anlaşılır bir biçimde- diğer milletvekillerinden daha düşük bir eğitim düzeyine sahiptiler. Buna karşın kadınlar ve gayrı-Müslim milletvekilleri de kırsal kökenli değillerdi. Frey, TBMM’deki seçkinlerin zaman içindeki kültürel dönüşümlerini anlamlandırmak için tek-parti yönetiminden çok partili döneme geçişle birlikte vekillerin profillerinden ortaya ne tür farklılıklar çıktığını tespit etmeye çalışır. 1946’yı izleyen dönemde siyasal seçkinlerin kültürel karakteristiğinde meydana gelen farklılıkları tespit edebilmek için tekrar yabancı dil değişkenine bakar; ve şu sonucu ortaya çıkarır. II. Dünya Savaşı’ın ardından yabancı dil bilen elitlerin sayısında azalma olmuş, Batı dillerinden ziyade Arapça ve Farsça bilen vekil sayısında gözle görülür artışlar yaşanmıştır.
Frey, siyasal elitlerin dönüşümüne dönemsel olarak da eğilmekte ve dört ana dönem etrafından elit geçişliliğinin temel eksenlerini tespit etmeye çalışmaktadır. Bunlardan birincisi ilk Meclis dönemi (1920-1923), ikincisi tek-parti yönetimi ile perçinlenen “Atatürk dönemi” (1923-1939), üçüncüsü çok partili hayata geçişi de kapsayan “İnönü dönemi” (1939-1950), ve son olarak ise Demokrat Parti dönemidir (1950-1957) (s.264). Frey ilk dönemde Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarının devletin diplomatik gereksinimleri ve jeopolitik kaygıları nedeniyle daha ön plana çıktığını ancak Atatürk dönemi ile birlikte İçişleri, Dışişleri ve Maliye Bakanlıklarının Türkiye siyasetine yön verir hale geldiklerini belirtir. İnönü döneminde ise II. Dünya Savaşı konjonktürü nedeniyle Dışişleri Bakanlığı önemli bir konum kazanırken, diğer bakanlıklar sıralanmaktaydı. Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950 genel seçimle ile birlikte ise, biraz da kalkınma ve büyüme meseleleri nedeniyle Maliye Bakanlığı ön plana geçmiştir.
Türkiye’nin iç ve dış politika önceliklerinin siyasal gündeme ve dolayısıyla siyasal seçkinlere yön vermesi nedeniyle, kabinelerde ortaya çıkan kimi konjonktürel etkilere de değinmiştir. Frey, 1920’den 1957’ye kadar kabinelerde görev alan vekillerin çoğunun Marmara ve Ege bölgesinden geldiğini belirtmektedir. Atatürk döneminde Ege Bölgesi’nin ağırlığı artarken, İnönü döneminde Ege Bölgesi’ne Karadeniz Bölgesi’nden gelenler eklenmeye başlanmıştır. Bakanların büyük çoğunluğunu hukukçular, siyaset bilimciler, asker kökenliler ve tıp doktorları oluşturmaktadır. Bununla birlikte daha 1920’lerden itibaren Meclis içerisinde bölgesel olarak farklı coğrafyalara denk düşen iki ana akım belirmiştir (s.376). Yaş olarak her iki grupta da görece genç vekiller bulunmaktadır. Ancak Kemalist kanat -Osmanlı parlamentosundan gelen mebusların da etkisiyle- biraz daha yaşlıydı; bu grup aynı zamanda Batı illerinden gelen ve modernleşme yanlısı bir gruptu. Bununla birlikte muhalif ikinci grup ise, işgalin etkilerinin görece daha az hissedildiği Doğu ve Karadeniz bölgesinden gelmekte ve yerel bağları itibariyle de daha farklı bir profile sahip bir gruptu.
1946’yı izleyen dönemde de CHP ve DP arasındaki farklılıklar açısından da bakıldığında ise karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır (s. 380-381). Demokrat Parti’nin milletvekilleri ve liderleri daha genç bir yaş ortalamasına sahip olmaları yanı sıra, siyaset ve bürokrasi deneyimi açısından da daha geride idiler. Aynı şekilde DP içinde üniversite eğitimi olan ve dil bilen vekil sayısı da daha düşüktür ve büyük kentlerden gelen vekil sayısı daha düşüktür. Frey DP’lilerin yerel düzeyi daha fazla temsil ettiğini belirtmektedir ve CHP’nin aksine milletvekillerinin coğrafi dağılımı bütün Türkiye’yi kapsamaktadır.

Aşağıdaki satırlarda, Frey’in Türk siyasal seçkinlerinden hareketle başlattığı girişimi derinleştirmek ve yeni siyasal seçkinlerin profillerinin çıkarılmasına katkıda bulunmak elit çalışmaları literatürünün gelişimi açısından önümüzdeki dönemin önemli ödevlerinden biri olarak karşımızda durmaktadır. Bu çerçevede aşağıdaki satırlarda bir yandan mülakatlardan edindiğimiz temel siyasal karakteristiklere işaret edeceğiz, diğer yandan da TBMM yıllıklarından –özellikle de son dönem 22. ve 23. dönem milletvekili yıllıklarından yararlanarak- bu bilgilerin çapraz analizini yapmayı amaçlamaktayız. Aşağıda tartışacağımız temalar bu açıdan her iki veri kaynağından da yararlanmamızı sağlayacaktır. Ancak tekrar vurgulamaya gerek yok ki, bu yorumlar tüketici olmaktan ziyade keşifsel niteliktedir.



4. 1.1. Avukatlar/Hukukçular ve Siyaset
Türkiye, TBMM’deki siyasal seçkinlerin mesleki arka planına baktığımızda pek çok ülkede –farklı ağırlıklarda- göze batan bir olguyla karşılaşmaktayız: o da siyasi seçkinler arasında hukuk fakültesi mezunlarının çok büyük bir ağırlık taşımalarıdır. Frey, TBMM’deki hukuk kökenli siyasetçilerin oranını yüzde 20’ye yakın tespit etmişti; bu oranın daha sonraki dönemlerde de kural olarak korunduğunu ve bazı dönemlerde de bu oranı aştığını söyleyebiliriz. Özellikle kurucu meclislerin ve yeni anayasa yapımının söz konusu olduğu geçiş dönemlerinde bu oranın arttığı dahi ileri sürülebilir; zira yeni anayasa yapıcıların hukuk kökenli olması Kurucu Meclis’in ya da Danışma Meclis’inin de işini önemli ölçüde kolaylaştırmaktadır. Adalet ve Kalkınma Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi parti lideri, grup başkan vekilleri, ve parti başkan yardımcıları kadrolarına bakıldığı zaman 22. ve 23. Dönem TBMM’de de önemli sayıda hukuk kökenli siyasetçinin bulunduğu; hükümetlerde ise önde gelen meslek grubu olduğu görülmektedir. 21. ve 22. Dönemin bir diğer çarpıcı özelliği ise Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in de hukuk kökenli ve Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yapmış bir cumhurbaşkanı olmasıdır. Bu dönemde çok tipik olmayan bir biçimde Yüksek Öğrenim Kurulu eski başkanı Erdoğan Teziç de hukuk kökenli yüksek bürokrat olarak atanmıştır. Dolayısıyla 2000’li yıllardan itibaren Türkiye’de sadece siyaset alanında değil, kamu bürokrasisi alanında da hukukçu seçkinlerin etkinliğinin arttığını söylemek mümkündür.
Siyasi seçkinlere tekrar dönecek olursak, şüphesiz hukuk kökenli siyasetçilerin ağırlığının bu denli yüksek olmasında bir kaç önemli değişkeni sıralamak gerekmektedir. Avukatların bir meslek grubu olarak sahip oldukları birinci avantaj, bizatihi mesleklerinin onlara sağladığı kişisel bilgiler alanı üzerindeki hakimiyetleridir. Anayasal konular da dahil olmak üzere, yasaların ve adalet sürecinin, yerel düzeyde ise kamu yönetiminin ve devlet aygıtının bilgisine bir kamu görevlisi olmamalarına rağmen sahiptirler; ve genellikle en üst-düzeydeki bu kamu görevlileri ağı ile de ilişkileri diğer meslek gruplarına göre daha kolay tesis edilebilir düzeydedir. Bu bilgiler onların siyasal sistem, iktidar ve seçkinler algısını önemli ölçüde diğer meslek gruplarına kıyasla ayrıcalıklı kılar. Buna ek olarak, avukatların yerel düzeyde icra ettikleri ister ekonomik ilişkilerle ilgi (icra vb.), ister özel hayat (boşanma vb.), ister ceza davaları vb. aracılığıyla avukatlar yerel düzeydeki güç ilişkilerini kavramak açısından ön sırada gelirler. Bu bilgi ve kavrayış bir yandan yargı sürecinin kendisi, diğer yandan meslektaşları ya da müvekkilleri aracılığıyla onlara ulaşır. Bu tür bir deneyim avukatların yerel reelpolitiği daha derinlemesine kavramalarına olanak tanır. Mesleki formasyonun buna bağlı bir diğer avantaj ise avukatların meslekleri itibariyle başından itibaren pratize etmeye alışkın oldukları, söz ile temsil etme habitus’udur. Müvekkillerin a) etkileyici bir mantık dizgesi ve söylemler bütünü içinde ve b) kendi meslektaşları ile rekabet ederek temsil edilmesine dayanan bu süreç, avukatların siyasete girdiklerinde seçmenlerin talep ve beklentilerini de aynı etkinlikle temsil etmelerine olanak sağlamaktadır. Dolayısıyla bu rekabetçi temsil pratiği avukatların, eğitim alan diğer meslek gruplarına göre mesela doktorlara, mühendislere, ekonomistlere, sosyologlara, vb. göre siyasal seçkinler arasında daha fazla ve daha kolay bir biçimde temsil edilmelerine olanak sağlamaktadır.
Avukatların bir meslek grubu olarak sahip oldukları ikinci avantaj, hukukçuların siyasal sistem içerisinde bir tür know-how uzmanlığından kaynaklanan üstünlüklerinin bulunması ve bunun bir politik sermayeye dönüştürülmesinin mümkün olmasıdır. Özellikle yargı sistemi ve devletin adalet mekanizması içerisinde önemli rol oynayan hukukçular, ve özellikle de avukatlar, yerel düzeyde yurttaşların davacı/davalı olarak devlet karşısında temsil edilmelerinin bir aracısıdırlar. Bu konum avukatlara, yargıç ve savcıların resmi konumuna kıyasla yarı-resmi sayılabilecek bir ilişki olanağı sunar. Buradaki yarı-resmilikten kastettiğimiz şey, avukatların devlet ve toplum arasında ya da bürokrasi ve sivil toplum arasında bir tür ara-yüz (interface) olarak, bir tür aktarım mekanizması olarak çalışabilmesidir. Bu anlamda avukatlar diğer bürokrat hukukçuların aksine mevkisel olarak her hangi bir kısıtla karşı karşıya kalmadıkları gibi, sahip oldukları hukuk bilgisi sayesinde yurttaş üzerinde devletimsi sayılabilecek bir iktidar pratiği içerisinde kabul edilebilirler.
Üçüncü avantaj ise hukuk fakültesi mezunlarının, kariyerleri boyunca savcılık ve hakimliğin yanı sıra serbest avukatlık yapma veya başka yöneticilik türlerini yapabilecek bir esneklik yapısına sahip olmasıdır. Hukuk fakültesi mezunları mesleklerine serbest avukat olarak başlayıp daha sonra kamu görevinde yer alabildikleri gibi, mesleki kariyerlerine kamu görevlisi olarak başlayıp emekli olduktan sonra serbest avukatlık da yapabilmektedirler. Aynı şekilde öğretim görevlisi olarak istihdam olan hukuk kökenli vekiller, öğretim görevlisi iken kısmi zamanlı olarak serbest avukatlık da yapabilmektedirler. Dolayısıyla mesleğin esnek doğası gereği hukukçuluğun hem kamu sektörü, hem de özel sektör ile kesişebilme kapasitesi nedeniyle diğer meslek gruplarının sahip olmadığı bir esnekliğe sahiptir.
Dördüncü önemli avantaj ise TBMM’ye gelen avukatların, yerel düzeyde kamu görevlisi olma-malarından kaynaklanan bir takım avantajlardan yararlanmalarıdır. Bunlardan birincisi ekonomik avantajlardır. Araştırmamızın ortaya çıkardığı bulgular şunu göstermektedir ki, hukuk fakültesi mezunu ortalama bir kamu görevlisine kıyasla bir avukat ekonomik kazanç/gelir düzeyi açısından daha iyi bir konumdadır. Her ne kadar statü olarak yerel düzeydeki kamu görevlililerine göre –vali, kaymakam, hakim, savcı vb.- daha aşağıda bir statü grubu oluştursalar da, ekonomik olanaklar itibariyle avukatların en azından üst yüzde 10-20’lik dilim açısından daha avantajlı konumda olduklarını söyleyebiliriz. Bu göreli ekonomik özerklik ve imkanlar bir yandan avukatların ilerleyen yıllardaki siyasal faaliyetlerini daha rahatlıkla yürütebilmelerine olanak sağlamakta; diğer yandan da müvekkillerinden yerel iktidar odaklarına dahil olan kesimleriyle kurdukları ilişkiler onların siyasal faaliyetlerine görece daha kolay biçimde kaynak bulabilmelerine yardımcı olmaktadır. Avukatların bu ekonomik avantajlarına ek olarak sahip oldukları ikinci avantaj ise pek çok üst-düzey kamu görevlisinin görevleri icabı kuramadıkları sosyal ve siyasal ilişkiler ve parti üyelikleri avantajlarıdır. Avukatlar, bir yandan devlet erkanı ile dolaylı ya da doğrudan sahip oldukları ilişkiler nedeniyle belli bir statüye ve sosyal sermayeye sahip iken, diğer yandan da yerel düzeyde geliştirdikleri siyasal ilişkiler sayesinde siyasal alana da etki yapabilen bir meslek grubudurlar. Yerel düzeyde üst-düzey kamu bürokrasisinin -en azından açık bir biçimde- siyasal partilerle ilişki kur(a)maması, avukatları parti örgütleri içinde de önemli bir güç haline getirmektedir. Genç yaşlardan itibaren avukatların siyasetle ilgilenme ve siyasi faaliyet yürütme olanağına sahip olmaları, ancak kariyerin zirvesine ulaştıktan sonra veya emekliliğe doğru siyasal yönelimlerini belirleyen ve TBMM’ye girmeye çalışan çok sayıda kamu görevlisine kıyasla önemli bir avantaj oluşturmaktadır. Avukatların, pek çok kamu görevlisine kıyasla siyasete daha erken yaşlarda başladıkları ve yerel parti dinamikleri ile daha sıkı ilişkiler geliştirdikleri için, doğal olarak siyasetteki kalıcılıklarının da uzun olduğunu çıkarsamak yanlış olmayacaktır. Bu durum 23. Dönem TBMM’de en uzun süredir mecliste bulunan avukat kökenli iki siyasetçinin siyasal yaşamlarından çıkarsanabilir: bu iki milletvekili Deniz Baykal ve Köksal Toptan’dır.
Siyasete erken yaşlarda ve kimi kısıtlardan görece muaf olarak başlayan avukatların, siyasal partilerin yerel teşkilatlarının yanı sıra, parti merkezleriyle de bir tür politik sermaye gelişimine el verecek bir sosyallik içinde olduklarını söyleyebiliriz. Dolayısıyla avukatların, yerel güç odaklarıyla kurdukları ilişkiler, onların yerel politik ve ekonomik ağları kullanabilmelerini –diğer meslek gruplarına kıyasla daha da kolaylıkla- mümkün kılmaktadır. Avukatların politik sosyalizasyonunu kolaylaştıran bir başka değişken ise meslek odaları yani barolar ve barolardaki seçim süreçleridir. Barolar ve baro başkanlıkları, birer sivil toplum örgütü ve mesleki çıkarların ilerletilmesini amaçlayan baskı araçları olmanın yanı sıra, siyasal gündeme de müdahale eden meslek kuruluşları olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Dolayısıyla diğer pek çok meslek grubunu olmadığı kadar politizasyona elverişli kuruluşlardır.
Bu kısa sosyolojik/antropolojik değerlendirmeden sonra, tekrar TBMM’de yürüttüğümüz mülakatlara ve TBMM yıllıklarından türettiğimiz verilere dönecek olursak şunu söyleyebiliriz ki, özellikle İstanbul ve Ankara Üniversitelerinin hukuk fakültelerinden mezun olan milletvekillerinin Türk siyasal seçkinleri arasında ayrıcalıklı bir yeri bulunmaktadır. İster büyük kent ister Anadolu taşrası kökenli olsun, bu iki hukuk fakültesinden mezun olanların serbest avukatlık veya daha az oranda kamu görevliliği aracılığıyla siyasal seçkinlerin omurgasını oluşturdukları ve bütün hükümetlerde bakanlık görevlerini yerine getirdikleri görülmektedir. TBMM yıllarından çıkardığımız sonuçlara göre, TBMM’de görev almış hukukçu kökenli milletvekillerinin sayısı yaklaşık 1500 civarındadır. Bu sayının TBMM tarihinde görev almış yaklaşık 6600 milletvekili, senatör, kurucu/danışma meclisi üyesi havuzu içinde çok yüksek bir oran oluşturduğu ortadadır. Ve hiçbir meslek grubuyla kıyaslanmayacak kadar açık ara ile hukuk kökenli siyasetçiler Türkiye siyasetinde önemli rol oynamaktadırlar. Yukarıda kısaca tartıştığımız üzere bu ‘temsil kapasitesi’ bağımsız bir çalışmada ele alınmayı hak etmektedir. Buna mukabil ancak bu meslek grubundan TBMM’ye giren kadın milletvekili sayısı yaklaşık 30 civarındadır. Bu sayı ise avukatlık mesleğinden TBMM’ye giden yolun özellikle erkeklerin geçişini kolaylaştıran buna karşın kadınlar için ekstra avantaj yaratmayan bir durum olmasıdır.
Başbakanlar, parti başkanları ve bakanlar açısından bakıldığında da hukuk kökenlilerin önemli bir yer işgal ettiği söylenebilir. Her ne kadar hukukçu kökenli ilk cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer olsa ve ondan önceki cumhurbaşkanları ağırlıklı olarak askeri seçkinlerden ve ardından da merkez sağın mühendis kökenli iki liderinden seçilmiş olsa da (Turgut Özal ve Süleyman Demirel), özellikle 1990 sonrası merkez sol siyasette etkili olan bazı parti liderleri ve yöneticileri arasında hukuk kökenli siyasetçileri saymak gerekir. 22. ve 23. Dönem TBMM kompozisyonuna baktığımız zaman, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal başta olmak üzere, başkan yardımcıları Önder Sav ve Kemal Anadol’un yanı sıra partide etkili olan Fuat Çay gibi isimler hukukçudurlar. 22. Dönem milletvekilliği de yapan Hasan Fehmi Güneş vb. isimlerle birlikte iddia edebiliriz ki, Türkiye’de yakın dönem sol siyasetin önemli figürlerinin önemli bir ağırlığı hukuk kökenlidir. Aynı şekilde Gaziantep Belediye Başkanlığı da yapmış olan Celal Doğan ve bir dönemler CHP genel sekreterliği yapmış olan ve 23. dönemde AKP milletvekili olarak TBMM’ye giren Ertuğrul Günay da hukukçu kökenlidir.
Burada ek olarak vurgulanması gereken bir diğer nokta da, CHP genel başkan yardımcılığı görevini yürüten Önder Sav’ın Ankara Barosu ve Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı görevini de yerine getirmiş bir siyasetçi olmasıdır. Bu bize aynı zamanda sol siyasetin milletvekili seçme havuzu konusunda da bazı ip uçları vermektedir. 2008 yılı itibariyle CHP liderliği ve partinin önde gelen kadroları açısından baktığımızda ise, hukuk fakültesi kökenli çok sayıda siyasetçinin bir arada TBMM’de milletvekili olarak bulunması, hukuk kökenli siyasetçi nesillerin belli bir dayanışma ağı/hukuku kurduklarını göstermektedir. Bu konu daha kapsamlı çalışılmayı beklemekle birlikte elit ağları açısından bakıldığında CHP’deki hukukçu siyasetçilerin hem okul/fakülte ağı, hem de nesilsel olarak toplumsallaştıklarını göstermektedir. Bu grup büyük ölçüde Duverger’in (1993:210-217) ‘iç kalka’ (inner circle) olarak adlandırdığı olguyla örtüşmektedir.
Hukukçu milletvekillerinin sağ partilerdeki ağırlığına baktığımızda ise şöyle bir tablo ile karşılaşmaktayız: Türk sağının başbakanlık yapmış tek hukukçu milletvekili Adnan Menderes’tir. Menderes’i izleyen merkez sağ başbakanların hemen hepsi hukuk dışı alanlardan gelmekte; Demirel, Erbakan ve Özal İstanbul Teknik Üniversitesinin mühendislik fakültelerinden, Mesut Yılmaz Mülkiye’den, Tansu Çiller ekonomi bölümünden, Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan ise İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerinden mezun olmuşlardır. Buna mukabil sağ partilerin de dönemsel olarak liderleri arasında Hüsamettin Cindoruk, Yıldırım Akbulut ve Erkan Mumcu gibi isimleri saymak gerekir. Hukukçuların 22. ve 23. dönem itibariyle AKP’deki ağırlığı açısından baktığımızda şöyle bir tabloyla karşılaşmaktayız. Her şeyden önce AKP’nin TBMM Meclis başkanlığı için önerdiği ve bu görevi yerine getiren her iki isim de hukuk kökenlidir: Bülent Arınç ve Köksal Toptan. Buna ek olarak 22. ve 23. Dönem TBMM’de bakanlık yapmış milletvekillerinden Beşir Atalay, Mehmet Ali Şahin, Cemil Çiçek, Güldal Akşit, Dengir Mehmet Fırat, Burhan Kuzu, Ertuğrul Yalçınbayır, Nimet Çubukçu gibi AKP’nin önde gelen kurmaylarının yanı sıra Hayati Yazıcı ve Sadullah Ergin gibi isimler de hukukçu kökenli milletvekilleridir. Hükümette yer alan iki hukukçu bakanda Mehmet Ali Şahin ve Cemil Çiçek siyasal kariyerlerinde aynı zamanda belediye başkanlığı görevini de yerine getirmiş siyasetçilerdir.
Araştırmamız boyunca mülakatlarımızın ortaya çıkardığı önemli olgulardan biri de şudur: özellikle yerel düzeyde eşraf ailelerine mensup olan ya da büyük toprak sahibi sınıflardan gelen seçkinlerin önemli bir kısmı –elitlerin siyasal yönelimine bakmaksızın-, bir yandan ekonomik özerkliklerini –başka bir patronun ya da devletin emrinde çalışmaksızın- koruyabilmek, diğer yandan da siyasal manevra kapasitelerini sınırlamamak için hukuk eğitimini tercih ede gelmişlerdir. Avukatlık mesleği bu yönüyle bir yandan ailenin geleneksel ekonomik etkinliklerini –ziraat ve ticaret- sürdürmeyi mümkün kılan, diğer yandan da ise kendi ekonomik ve sosyal genişleme olanağına sahip olan bir meslektir. Mülakatlarımız bize özellikle Şanlıurfa’da ve Hatay’da bu hipotezimizi doğrulayacak veri sunmaktadır. Bu tür toprak sahibi/eşraf ailelere mensup seçkinlerle yapılan görüşmeler, bize avukatlık mesleğinin eşraf aileler için en elverişli mesleklerden biri olarak görüldüğünü göstermiştir. Zira bu meslek yerel iktidar seçkinlerinin il dışına tayin edilmeleri ihtimalini ortadan kaldıran, başka bir otoritenin/amirin hiyerarşisine maruz kalmaksızın özerkliklerini korumalarına olanak sunan bir meslektir. Dolayısıyla yerel iktidar coğrafyasını terk etmeksizin, geleneksel eşraf aileler mensup nesillerin tercih edebileceği mesleklerden biridir. Belki de bu anlamda örnek verilebilecek en önemli örneklerin başında Ege Aydın bölgesinin en önemli toprak sahibi ailelerinden biri olan Menderes ailesidir. Menderes ailesinin soyadını taşıyan ve TBMM’de temsil edilen 5 milletvekilinden üçü hukuk fakültesi mezunudur (Adnan Menderes, İbrahim Etem Menderes ve Yüksel Menderes). Aynı şekilde Şanlıurfa’nın önemli toprak sahibi ailelerinden Cevheri ailesinden de 4 milletvekili TBMM’de temsil edilmiştir ve bunların ikisi hukuk fakültesi kökenlidir (Necmettin ve Cevher Cevheri). Aynı şekilde Hatay’ın büyük toprak sahibi eşraf ailelerinden olan Mursaloğlu/Bahadır ailesinden de hukuk eğitimi almış olan vekiller bulunmaktadır.

4. 1.2. Mühendisler ve Siyaset:
Türkiye’de siyasal seçkinler arasında önemli yer işgal eden ikinci meslek grubu ise mühendisler (ve mimarları) saymak gerekir. Her ne kadar mühendislik eğitiminin yaygınlaşması 1950’li yıllardan itibaren mümkün olabilmişse de (Osmanlı İmparatorluğunun mühendishane geleneğinin devamı niteliğindeki) İstanbul Teknik Üniversitesinin ardından 1956 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi kurulmuştur. Ekonomik ve siyasal yaşamda önemli rol oynayan mühendis elitlerin oluşumu açısından düşünüldüğünde, yeni kurulan mühendislik okullarının büyük bir rolü olduğunu görmek gerekir. Bu nedenle uzun yıllar boyunca mühendislik eğitimi veren İTÜ’nün mühendis seçkinlerin yetiştirilmesinde büyük bir ağırlığı olagelmiştir. İTÜ’nün ekonomik yaşamı etkileyen mühendislik eğitiminin yanı sıra, 1960’lardan günümüze kadar Türk siyasetinde etkili olan siyasetçi kuşağının yetişmesinde fidelik işlevi görmüş olmasından ötürü de önemli bir rol oynamıştır.
Türkiye siyasetine damgasını vuran mühendis-siyasetçi ekolünün beşiği olması nedeniyle İTÜ’nün diğer hiçbir mühendislik fakültesi ile kıyaslanamayacak bir üstünlüğü göze çarpmaktadır. Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Turgut Özal’ın dahil olduğu sağ siyasetçi kuşağının liderleri ve diğer temsilcileri İTÜ mezunu mühendislerdir. 1960’lardan itibaren Türkiye’de muhafazakar sağıdan Korkut Özal, Recai Kutan, Oğuzhan Asiltürk, Fehim Adak, Cevat Ayhan gibi siyasetçilerin ve merkez sağdan da Mehmet Yazar, Mehmet Gölhan, Bedrettin Dalan, Tınaz Titiz, Vahit Erdem, Rıza Akçalı gibi siyasetçilerin siyasal kariyerlerinin arkasında İTÜ etkisini görmek mümkündür. İTÜ’yü bu anlamda bir tür elit fidanlığı olarak düşünmek yanlış olmayacaktır. İTÜ’nün bir elit fidanlığı olarak ön plana çıkmasında birkaç faktörün rol oynadığını söyleyebiliriz: bunlardan birincisi şüphesiz İTÜ’nün en eski okul olmasında yatar. İkincisi ise İstanbul’un ve onun hinterlandındaki sanayi kuruluşlarının coğrafi olarak Türkiye’nin hiçbir bölgesiyle kıyaslanamayacak ölçüde önemli bir yer işgal etmesidir. Bu nedenle sanayi mühendisliği ve yöneticiliği deneyimi yüksek düzeyde olan İTÜ mezunlarının, meslek örgütlerinde ve siyasal partilerde teknokrat-mühendisler olarak sivrilmişlerdir. Bu endüstriyel deneyimin bir sonucu olarak, İTÜ hem siyasal seçkinlerin, hem de ekonomik seçkinlerin oluşumunda kritik bir rol oynayabilmiştir. Bu iki değişkene ilave olarak İTÜ’nün Türkçe eğitim veren bir kurum olmasından kaynaklanan dinamiklerin İTÜ mezunlarının çalıştıkları iş yerlerinde ve sektörlerinde daha kolay iletişim kurmalarını sağlayacağını söyleyebiliriz.
2000’li yıllara gelindiğinde ise İTÜ kökenli siyasetçiler önemini korumakla birlikte, Karadeniz Teknik Üniversitesi başta olmak üzere çok sayıda mühendisin kökenli siyasetçinin TBMM’ye seçildiğini görmekteyiz. Trabzon görüşmelerimizin ön plana çıkardığı bu olgunun kökeninde KATÜ’nün 1955 yılında yanı henüz ODTÜ kurulmadan önce kurulmuş olması gerçeğinin yattığını; aynı zamanda Karadenizli müteahhit tiplemesini doprulayacak şekilde, bölgenin gereksinimlerinin çok daha ötesinde katkı yapabilecek bir teknik üniversite olmasını aramak gerekir. KATÜ, hem yerel iş adamı/mühendis seçkinlere, hem de iş olanaklarını geliştirmek için İstanbul’a göç edecek beyaz yakalı mühendislere önemli bir sıçrama tahtası sağlamıştır. Bu anlamda kurumsal olarak KATÜ’nün hem Doğu Karadeniz bölgesinde ve onun hinterlandındaki elit oluşumları açısından, hem de bölgesel kapitalist dinamiklerin olgunlaşması açısından emsalsiz bir katkı yaptığını teslim etmek gerekir. Örnek olarak KATÜ İnşaat Müdendisliği bölümü mezunu olan ve aynı zamanda 22. ve 23. dönem AKP Trabzon milletvekillerinden ve Trabzonspor eski başkanı, ve 59. ve 60ç Hükümetlerde Bayındırlık ve İskan Bakanlığı görevlerinde bulunmuş olan Faruz Nafiz Özak buna iyi bir örnektir.
Ancak buradaki çarpıcı nokta şu ki, İTÜ ile birlikte önde gelen mühendislik fakültelerine sahip olan ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi siyasal seçkinler arasında neredeyse ihmal edilecek denli az sayıda temsil edilmektedirler. Her ne kadar 1980’lerden itibaren ANAP ile birlikte Ahmet Kurtcebe Alptemoçin, Işın Çelebi, Hüsnü Doğan gibi siyasetçilere rağmen, ODTÜ kökenli mühendis-siyasetçiler oldukça az sayıda bir temsil olanağı yakalayabilmişlerdir. Bu dönemde buna rağmen bakan olarak Mehmet Hilmi Güler’in kabinede yer aldığını görmekteyiz. AKP’nin 59. ve 60. hükümetlerinde Osman Pepe, Mehmet Zafer Çağlayan, Faruk Nafiz Özak gibi mühendis-siyasetçilerin yer aldığını görmekteyiz.
Ancak yine de ODTÜ’nün görece daha az temsil edilmesini sadece ODTÜ’nin yeni kurulmuş olması ve öğrenci-mezun sayısının görece daha az olması ile açıklanamayacağı söylenebilir. Boğaziçi Üniversitesi’nin mühendislik fakülteleri açısından bakıldığında ise durum çok daha çarpıcıdır; zira TBMM yıllıklarından Boğaziçi Üniversitesinin siyasal seçkinler arasında son derece sınırlı sayıda temsil edildiği görülmektedir. Bu karşılaştırma her ne kadar daha detaylı bir çalışmayı gerektirse de, mevcut izlenimler ışığında şu hipotezler ileri sürülebilir: a) ODTÜ mühendislik bilimleri mezunları İTÜ mezunlarına göre parti siyasetine daha az ilgi duymaktadır; ODTÜ 1960’lardan itibaren politik mobilizasyon konusunda daha göze batan bir kurum olmasına rağmen gerek sağ gerekse sol partiler içerisinde oldukça sınırlı sayıda bir temsil oranına sahiptir. Buradan ODTÜ mezunlarının, mesleki-mühendislik kariyerlerini siyasal bir kariyere tercih etmeyi seçtikleri sonucu çıkarılabilir. Buradan ODTÜ mezunlarının siyasal mobilizasyonunun i) öğrencilik yılları ile sınırlı kaldığını ve mezuniyeti izleyen yıllarda siyasal partiler ölçeğinde siyaset yapmayı tercih etmedikleri sonucuna varılabilir, ii) Diğer yandan İTÜ’nün sağ siyasete ODTÜ’ye kıyasla daha açık olması nedeniyle, İTÜ mezunlarının kendilerine öncelikle sağ partiler içinde daha fazla temsil edilme imkanı yarattığı dolayısıyla mezunların siyasete katılımı üzerinde daha olumlu etki yarattığı düşünülebilir. Her ne kadar sol siyasi partiler içinde de İTÜ mezunu milletvekilleri bulunsa da, İTÜ’nün sağ siyasetin önemli fidanlıklarından biri olduğu ileri sürülebilir. Ancak bu yine de ODTÜ’lü mühendislerin sol siyasal partiler içinde bile neden bu denli düşük bir temsil oranına sahip olduğunu açıklamaz.
İkinci olarak İTÜ mezunlarının –büyük olasılıkla- İstanbul ve hinterlandında iş olanakları yakalamalarından kaynaklanan farklı bir sosyal-mesleki deneyimden geçtikleri ve endüstriyel pratiklerle ODTÜ’lülere kıyasla daha kurumsal gömülü (embedded) ve uygulamalı bir endüstriyel pratik sergiledikleri ileri sürülebilir. Özellikle bunda İstanbul ve çevresindeki sanayi kuruluşlarındaki çalışma deneyiminin, benzeri bir deneyime daha sınırlı bir ölçüde sahip olan ODTÜ’ye göre bir avantaj yaratmış olabileceği söylenebilir. Sosyal-mesleki formasyonla bağlantılı olarak, ODTÜ’nün yabancı dilde eğitim vermesinden kaynaklanan nedenlerle ODTÜ’nün özellikle başarılı mezunlarının yurtdışında bir mesleki kariyeri, Türkiye’deki bir mühendislik ya da siyasal kariyere tercih edebilecekleri düşünülebilir. İngilizce eğitimin bu açıdan bakıldığında yurtdışına beyin-göçünü hızlandıran bir altyapı sağladığı dahi ileri sürülebilir; bu dilsel-eğitimsel altyapının aynı şekilde siyaset için gerekli olan kitlelerle daha iyi iletişim kurabilme ve kendi toplumsal-entelektüel ifade kanallarını oluşturma konusunda kimi zorluklar yaratmış olabileceği de düşünülebilir.
Buradaki kritik noktalardan bir diğeri de, üniversitelerin oluşturduğu entelektüel-kültürel alt-kültürlerin siyaset deneyimi sırasında ortaya çıkardığı kimi yan etkilerdir. Bunların başında elit okullarının sağladığı avantajları ve dezavantajları saymak da gerekir. Özellikle ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitelerinden mezun olan mühendislerin TBMM’deki sınırlı temsilinden, bu okulların mezunlarının maddi, kültürel ve menajeryel nedenlerle siyaset yerine -sağladığı kimi avantajlar nedeniyle- iş dünyasında kariyer yapma yolunu seçtiklerini; dolayısıyla sağladığı statü ve gelir düzeyi olarak siyasete uzak durdukları ileri sürülebilir. Her ne kadar mühendisler, Türkiye siyasetinde önemli rol oynayan meslek grupları arasında önde gelen bir grup olsa da, özellikle en iyi okulların mezunlarının siyasete beklendiği kadar yönelmemiş ya da yönelememiş olmaları da, elit okullarının mezunlarının siyasal kariyerde kimi güçlüklerle karşılaşabileceklerinin de işaretlerini vermektedir.
Burada mühendislerin siyasetle ilişkilerini kolaylaştıran iki önemli öğenin altını çizmek gerekir: bunlardan birincisi mühendislerin yönetici olarak büyük şirketlerde ya da KİT’lerde kazandıkları deneyimi siyasete tercüme etme olanaklarının bulunması ve bu menajeryel kapasitenin siyaset sermayesine dönüştürüldüğünde belli bir başarı garantilemesidir. İkincisi ise mühendislerin, kendi şirketlerini kurmak yoluyla işletme sahibi haline gelmelerinin ya da müteahhitlik faaliyetleri aracılığıyla kendi siyasal faaliyetlerini finanse edebilecek olanaklara kavuşmalarıdır. Şüphesiz mühendislerin, müteahhitleşememeleri yani ekonomik ve yönetsel olarak özerkleşememeleri durumunda, siyasal faaliyetlerine zaman ayırmaları ve finanse edebilmeleri daha güçlükle mümkün olmaktadır. İstisnai olarak ise –Gaziantep mülakatlarımızın sonucunda elde ettiğimiz görüşmelerin işaret ettiği gibi- önde gelen yerel iş adamları çalışanlarının siyasete geçişini teşvik edebilmekte, hatta bunun için gerekli kanalları açabilmektedir. Yerel düzeyde Gaziantep örneğinde de karşılaştığımız üzere, Türkiye’nin en büyük 100 şirketi arasına giren Sanko Holding’in İşletme Mühendisi ve İşletme Müdürü olan Fatma Şahin 22. ve 23. dönemlerde TBMM’de AKP sıralarından temsil edilmektedir. Endüstriyel gelişmişlik düzeyi açısından Türkiye ortalamasının üstünde olan ve KOBİ eksenli işletmelerin ağırlıklı yer kapladığı Gaziantep, Kayseri ve bir ölçüde Denizli gibi illerde mühendislerin, ya doğrudan sanayiciliğe ve müteşebbisliğe yöneldiklerini, ya da yönetici mühendis olarak ilin büyük sanayi kuruluşlarında etkili rol aldıklarını görmekteyiz. Mimar ve mühendislik odaları başta olmak üzere, yerel iş adamı derneklerine üyelik ve yöneticilik de bu illerdeki siyasal seçkinlerin oluşumunda oldukça kritik bir rol oynamaktadır.
TBMM aritmetiği içerisinde Mühendislik, Mimarlık ve ilgili uzmanlık alanlarından mezun olan ve kariyerlerinin bir döneminde TBMM’ye ya da kurucu meclislere giren milletvekillerinin sayısı 642’dir. Bu sayı hukuk kökenli milletvekillerinden sonra en büyük ikinci kategori olarak karşımıza çıkmaktadır. Farklı fakültelerden mezun olan bu grubun 5’i kadındır. Bu milletvekillerinin 10’u lisans öğrenimini ABD’de, 22’si Almanya’da, 8’i İsviçre’de, 5’i Fransa’da tamamlamışlardır. Diğer yabancı ülkelerde de sayıları bir kaçı geçmese de eğitimini belli sayıda bir mühendislik ve mimarlık eğitimi almış olan milletvekillerinin bulunduğunu görmekteyiz. Sayıları 180’e yaklaşan yurtdışımda lisans eğitimi görmüş milletvekillerinin yaklaşık 1/3’ü mühendislik eğitimi almış almıştır. TBMM’deki mimar-mühendis ortalamasına bakıldığında –ki bu oran 1/10’dur-, daha yüksek oranda milletvekilinin yurtdışında eğitim için mühendislik fakültelerini seçtiğini görmekteyiz.
141 İTÜ’lü, 123 İstanbul Üniversitesine bağlı farklı fakülte ve akademilerden mezundur. Ankara Üniversitesi’ne bağlı fakültelerden mezun mimar ve mühendis milletvekili sayısı 68’dir. Ankara Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi (ADMMA) 28, İstanbul Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi (İDMMA) 26 mezun ile temsil edilmektedir. Şaşırtıcı bir biçimde, mimarlık ve mühendislik arkaplanına sahip olan Orta Doğu Teknik Üniversitesi kökenli milletvekili sayısı 21 ile sınırlı kalmaktadır. Trabzon’da bulunan Karadeniz Teknik Üniversitesi 20 milletvekili ile mühendislik alanında ODTÜ’yü takip etmektedir. 17 mezun ile İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesinin de KTÜ’ü izlediğini görmekteyiz. Aynı şekilde Ege Üniversitesi mezunu sayısı 19 iken, Erzurum Atatürk Üniversitesi mezunu milletvekili sayısı 15’tir. Gazi Üniversitesi mezunu sayısı 8, Konya DMMA mezunu sayısı 6’dır. Çarpıcı bir biçimde Boğaziçi Üniversitesi/Robert Koleji mezunu mühendis sayısı ise 2’dir.
Kentsel dağılım olarak Ankara’daki üniversitelerden mezun mimar-mühendis sayısının 130 civarında olduğu görülmektedir; bu sayı oransal olarak İstanbul/Ankara ilişkisini 1/2,5 oranından biraz büyük olduğunu göstermektedir. Gerek hukuk ve tıp fakülteleri açısından gerekse İktisadi İlimler Akademileri açısından bakıldığında Ankara ve İstanbul arasındaki oransal temsil ilişkisinin başa baş olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, 1/2,5 oranının Ankara’daki Mühendislik fakültelerinin TBMM’de temsil açısından çok iyi durumda olmadığını göstermektedir (130/340). Bunun üniversitelerin kurumsal tarihi ve bölgesel/dönemsel ekonomik gelişmelerden bağımsız olmadığını belirterek şunu ileri sürebiliriz ki Osmanlı İmparatorluğunun mühendishane geleneğinin taşıyıcısı olan İstanbul Teknik Üniversitesi İstanbul’daki ve onun hinterlandındaki sanayi kuruluşlarına sağladıkları bilgi girişi nedeniyle coğrafi olarak Türkiye’nin hiçbir bölgesiyle kıyaslanamayacak ölçüde önemli bir yer işgal etmişlerdir. Bu açıdan bakıldığında İTÜ’nün hem Türkiye siyaseti üzerinde, hem de ekonomik gelişme süreci üzerinde çok büyük etkisi olduğu görülmektedir.

Diğer yandan her ne kadar son yıllarda ODTÜ mezunu milletvekillerinin sayısında göreli bir artış söz konusu ise de, çarpıcı bir biçimde mümarlık ve mühendislik fakültelerinden mezun olan siyasetçiler arasında İTÜ/ODTÜ oranının açık ara ile birincisi lehine olduğu görülmektedir (141/21). Bu oran, sanırım, sadece ODTÜ’nin görece yeni kurulmuş olması ve öğrenci-mezun sayısının görece daha az olması ile açıklanamayacak kimi değişkenlerin de göz önünde bulundurulmasını gerektirmektedir. Boğaziçi Üniversitesi’nin mühendislik fakülteleri açısından bakıldığında ise durum çok daha çarpıcıdır (sadece 2 mezun). Bu karşılaştırma her ne kadar daha detaylı bir çalışmayı gerektirse de, mevcut izlenimler ışığında şu argümanlar ileri sürülebilir: a) ODTÜ mühendislik bilimleri mezunları İTÜ mezunlarına göre parti siyasetine daha az ilgi duymaktadır; ODTÜ 1960’lardan itibaren politik mobilizasyon konusunda daha göze batan bir kurum olmasına rağmen gerek sağ gerekse sol partiler içerisinde oldukça sınırlı sayıda bir temsil oranına sahiptir. Buradan ODTÜ mezunlarının, mesleki-mühendislik kariyerlerini siyasal bir kariyere tercih etmeyi seçtikleri sonucu çıkarılabilir. Buradan ODTÜ mezunlarının siyasal mobilizasyonunun i) öğrencilik yılları ile sınırlı kaldığını ve mezuniyeti izleyen yıllarda siyasal partiler ölçeğinde siyaset yapmayı tercih etmedikleri sonucuna varılabilir, ii) Diğer yandan İTÜ’nün sağ siyasete ODTÜ’ye kıyasla daha açık olması nedeniyle, İTÜ mezunlarının kendilerine öncelikle sağ partiler içinde daha fazla temsil edilme imkanı yarattığı dolayısıyla mezunların siyasete katılımı üzerinde daha olumlu etki yarattığı düşünülebilir. Her ne kadar sol siyasi partiler içinde de İTÜ mezunu milletvekilleri bulunsa da, İTÜ’nün sağ siyasetin önemli fidanlıklarından biri olduğu ileri sürülebilir. Ancak bu yine de ODTÜ’lü mühendislerin sol siyasal partiler içinde bile neden bu denli düşük bir temsil oranına sahip olduğunu açıklamaz.


İkinci olarak İTÜ mezunlarının –büyük olasılıkla- İstanbul ve hinterlandında iş olanakları yakalamalarından kaynaklanan farklı bir sosyal-mesleki deneyimden geçtikleri ve endüstriyel pratiklerle ODTÜ’lülere kıyasla daha kurumsal gömülü (embedded) ve uygulamalı bir endüstriyel pratik sergiledikleri ileri sürülebilir. Özellikle bunda İstanbul ve çevresindeki sanayi kuruluşlarındaki çalışma deneyiminin, benzeri bir deneyime daha sınırlı bir ölçüde sahip olan ODTÜ’ye göre bir avantaj yaratmış olabileceği söylenebilir. Sosyal-mesleki formasyonla bağlantılı olarak, ODTÜ’nün yabancı dilde eğitim vermesinden kaynaklanan nedenlerle ODTÜ’nün özellikle başarılı mezunlarının yurtdışında bir mesleki kariyeri, Türkiye’deki bir mühendislik ya da siyasal kariyere tercih edebilecekleri düşünülebilir. İngilizce eğitimin bu açıdan bakıldığında yurtdışına beyin-göçünü hızlandıran bir altyapı sağladığı dahi ileri sürülebilir; bu dilsel-eğitimsel altyapının aynı şekilde siyaset için gerekli olan kitlelerle daha iyi iletişim kurabilme ve kendi toplumsal-entelektüel ifade kanallarını oluşturma konusunda kimi zorluklar yaratmış olabileceği de düşünülebilir.
Buradaki kritik noktalardan bir diğeri de, üniversitelerin oluşturduğu entelektüel-kültürel alt-kültürlerin siyaset deneyimi sırasında ortaya çıkardığı kimi yan etkilerdir. Bunların başında elit okullarının sağladığı avantajları ve dezavantajları saymak da gerekir. Özellikle ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitelerinden mezun olan mühendislerin TBMM’deki sınırlı temsilinden, bu okulların mezunlarının maddi, kültürel ve menajeryel nedenlerle siyaset yerine -sağladığı kimi avantajlar nedeniyle- iş dünyasında kariyer yapma yolunu seçtiklerini; dolayısıyla sağladığı statü ve gelir düzeyi olarak siyasete uzak durdukları ileri sürülebilir. Her ne kadar mühendisler, Türkiye siyasetinde önemli rol oynayan meslek grupları arasında önde gelen bir grup olsa da, özellikle en iyi okulların mezunlarının siyasete beklendiği kadar yönelmemiş ya da yönelememiş olmaları da, elit okullarının mezunlarının siyasal kariyerde kimi güçlüklerle karşılaşabileceklerinin de işaretlerini vermektedir.
Mühendislik fakültelerinden mezun olan milletvekillerinin lisans derecelerini tamamladıkları bölümlere göre dağılımı ise şöyledir: TBMM’de 123 inşaat mühendisi, 85 ziraat mühendisi, 60 orman fakültesi mezunu orman mühendisi, 45 kimya mühendisi, 40 elektrik ve/veya elektronik mühendisi, 31 makine mühendisi ve 10 metalürji mühendisi bulunmaktadır. Yukarıda sıraladığımız mühendislerin yanı sıra mecliste ek olarak 51 mimar kökenli milletvekilinin girdiği görülmektedir. İlk üç sıraya inşaat, ziraat ve orman mühendislerinin girmesini Türkiye’nin tarihinde bir yandan öne çıkan ekonomik-sektörel önceliklere, diğer yandan da siyasetle ilgilenme olanağı yaratan/bulabilen mühendis türlerine ilişkin ipuçları vermektedir. Ağırlıkla inşaat mühendisleri tarafından oluşturulmak üzere, toplam 35 milletvekili meslekleri arasında müteahhitlik mesleğini saymışlardır. 42 milletvekili ise kariyerlerinin bir döneminde mühendislik odalarından başkanlık, başkan yardımcılığı ya da yönetim kurulu üyeliği görevini yerine getirmişlerdir. Bu mühendislerin 111’i yerel yönetimlerde belediye fen ve imar müdürlüklerinde, ve belediyelere bağlı işletmelerde üst düzey yönetici veya uzman olarak çalışmışlardır. Mühendis kökenli bu yöneticilerin ise 69’u belediye başkanı olarak görev yapmışlardır. Belediye başkanlığı görevini yapmış olan milletvekillerininin mühendislere oranının 1/9 civarında olduğu görülmektedir.
TBMM’ye milletvekili olarak giren mühendis kökenli vekillerin 307’si (642 toplam sayı içinde), yani toplam nüfusun yaklaşık yarısına yakın bir oran yüksek lisans eğitimi almış ve yüksek mühendis olarak mesleğini icra etmiş durumdadır. Bu sayının 21’inin öğretim görevlisi profesör, 4’ü doçent ve 10’unun da doktor ünvanına sahip olduğu görülmektedir. Yabancı dil bilgisi itibariyle bakıldığında 379 vekil İngilizce, 188 vekil Fransızca ve 153 vekil de Almanca bilgisine sahip görünmektedir. Bunlardan 329’u İngilizceyi, 123’ü Fransızcayı ve 91’i Almancayı birinci yabancı dili olarak belirtmiştir.

4. 1.3. Doktorlar, Sağlık Sektörü ve Siyaset:
Beyaz yakalı meslekler içerisinde avukatlar ve mimar-mühendislerden sonra etkili olan bir diğer meslek grubu da başta doktorlar olmak üzere, eczacılar ve diş hekimleridir. TBMM yıllıklarından derlediğimiz verilere göre 23. dönem bilgileri hariç tutulmak üzere TBMM tarihinde yaklaşık 400 tıp fakültesi mezunu milletvekili görev yapmıştır. Doktorların siyasal seçkinler arasındaki konumlarında geçmiş yıllara kıyasla, diğer beyaz yakalı grupların lehine bir gerileme olduğu izlenimi edinmiş olmakla birlikte, doktor kökenli milletvekillerinin hala önemli bir yer işgal ettiğini söyleyebiliriz. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, başta hukukçular, ekonomi ve işletmecilik ve mühendislik eğitimi almış olan milletvekillerinin siyasal ağırlığının daha belirgin hale gelmeye başladığını söyleyebiliriz. Ancak buna karşın TBMM’de temsil edilen tıp kökenli milletvekillerinden önemli bir bölümünün yöneticilik deneyimi de olan hekimler olduğu göze batmaktadır.
TBMM’de ve illerde yürüttüğümüz mülakatlar ve illerin milletvekillerinin TBMM albümlerinden derlediğimiz veriler, siyasete giren tıp fakültesi mezunu vekillerin yaklaşık 30’unun başhekimlik deneyimi olan doktorlar olduğunu göstermektedir. Başhekimlerin, klinik şeflerinin vb. siyasette bu denli ağırlıkla temsil edilmelerini, kamu hizmeti dağıtma konumunda olan seçkinlerin yönetsel deneyimlere ve meslekleri icabı geliştirdikleri sosyal-siyasal ilişkilere bağlamak mümkün görünmektedir. Başhekimlik ya da yöneticilik de yapmış olan doktorlar bize göstermekteler ki, TBMM’ye giren hekimler sadece mesleği icra etmenin ötesinde bir kamu hizmetinin dağıtıcılığı görevini ifa etmeleri nedeniyle de öne çıkabilmektedirler. Türkiye’de sağlık hizmetlerinin dağıtımın son derece yetersiz ve pahalı olduğu gerçeğinden hareketle ve ancak meslekten yetkililerle belli sosyal ilişkiler sağlandığı durumlarda, yeterli sağlık hizmeti alınabildiği gerçeğinden hareketle, başhekimlik konumu özel önem kazanmaktadır. Zira bir yandan yerel iktidar seçkinlerinin yakınları ya da kendilerinin iyi sağlık hizmeti alabilmeleri için, diğer yandan da partilerin il/ilçe başkanlarının kendi yakınlarına ve partililerine daha iyi sağlık hizmeti verilebilmesini sağlamak için, başhekimlik ile kurdukları ilişkiler yaşamsal önem taşıyacaktır. Her ne kadar mesleklerin pratik zorunluluklarından ötürü, hukukçu vekiller kadar sosyalleşme olanağı bulamasalar da (baş)hekimlerin ya da akademisyen doktorların bu türden hizmet ilişkisi nedeniyle güçlü sosyal sermaye yaratabilme kapasitesine sahip oldukları görülmektedir. Daha da önemlisi mesleklerinin gereklerini iyi bir biçimde yerine getiren ve kamu hizmetini ‘müşteri/hasta memnuniyeti’ yaratarak sürdüren hekimlerin, belli durumlarda yerel düzeyde ‘etkili’ ve ‘hatırlı’ kamu görevlisi konumuna gelebildikleri görülmektedir. Dolayısıyla bir yandan yerel mesleki popülerlik ve tanınmışlık, diğer yandan siyasal-sosyal ağlar ve ilişkiler genelde doktorların, özelde başhekimlerin, siyasal seçkinlerin arasında ayrıcalıklı bir yer tutması gerekli koşulları sağlarlar.
Başhekimlik/yardımcılık deneyimi de olan siyasi figürlerin bir bölümünü saymak gerekirse 22. ve 23. dönem TBMM’de görev alan ve aynı zamanda Sağlık Bakanlığı görevinde de bulunmuş olan Recep Akdağ’ı ilk örnek olarak sayabiliriz. Yine Nevzat Doğan, Muzaffer Kurtulmuşoğlu ve Dursun Akdemir’i de yöneticilik görevinde de bulunmuş milletvekilleri arasında saymak gerekir. Yine 23. dönemden Rize ilinde görev yapmış olan Lütfü Çırakoğlu’nu (AKP), Denizli’de görev yapmış olan Mithat Ekici’yi (AKP), Mücahit Pehlivan’ı (MHP), Kahramanmaraş’da görev yapan Cafer Tatlıbal’ı (AKP) ve Adıyaman ve Hakkari/Yüksekova’da görev yapan Rüstem Zeydan’ı (AKP) saymamız gerekir. Aynı şekilde Hatay eski milletvekillerinden ve Antakya hastanesi başhekimliği görevinde de bulunmuş olan Abdülkadir Akgöl de (DYP) kendi memleketinde/ilinde yöneticilik görevinde bulunmuş bir siyasetçi olarak kaydetmek gerekir. Bu listeye ek olarak verebileceğimiz diğer iki isim de aynı zamanda Bakırköy belediye başkanlığı da yapmış olan Yıldırım Aktuna (19. ve 20. dönem DYP milletvekili) ve Sema Pişkinsüt’tür (20. ve 21. dönem DSP milletvekili).
Burada önem kazanan bir başka nokta da, kariyerinin bir noktasında kendi memleketinde/doğduğu ilde de görev yapan başhekimlerin/yardımcılarının siyasete girme noktasında daha avantajlı bir konuma sahip olmalarıdır. Bu nokta bizlere tıpkı avukatlık mesleğinde de olduğu gibi yerel tanınmışlık ve yerellik bağlarının yönetici doktorların siyasal başarıları üzerinde de etkili olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bir yandan yerel bağları güçlü olan, diğer yandan kendi doğduğu/yetiştiği ilde ya da ailesel bağlarının bulunduğu ilde bir kamu hizmeti verme noktasında üst-düzey yönetici olma imkânına sahip olan doktorların siyasal elitlerin arasında katılma şansı çok daha yüksektir. Bu da bize göstermektedir ki ne sadece eğitim, ne de sadece kamu görevinde bulunmuş olma tek başına TBMM’ye girmek için yeterli olamayabilmektedir. Yerelliğin derinliği ve yöneticiliğin yerelliği tıp kökenli seçkinlerin başarısında oldukça belirleyici bir değişken olarak karşımıza çıkmaktadır. Mülakatlarımızdan da çıkarsadığımız mevcut verilerin ışında şunu iddia edebiliriz ki, Anadolu illerinde kurulmasına karar verilen yeni üniversitelerin ve bunlara bağlı üniversite hastanelerinin –orta ve uzun vadede- yerel kamu hizmetlerinde bulunmuş –tıp fakültesi dekanlıkları ya da başhekimlikleri aracılığıyla- seçkinlerin zaman içinde yerel siyaset üzerinde de etki yaratacak bir kurumsal girdi sağlamaya başladığını söyleyebiliriz. Bu ise orta dönem Türkiye siyaseti açısından doktorların yerel düzeyde artan bir toplumsal-siyasal işlev yerine getirmeye başlayacaklarına işaret edebilir. Dolayısıyla hipotez olarak bir yandan tıp fakültelerinin yaygınlaşmasının, diğer yandan da devlet hastanelerinin kurulmasının hem yönetici oluşumları açısından, hem de yerel siyasal elitlerin şekillenmesi açısından önemli sonuçlar doğurmaya aday olduğunu ileri sürebiliriz. Beyaz yakalı eğitimli seçkinlerin bu tür bir dönüşüme uğramalarında, şüphesiz kamu hizmetinin yerelliğini mümkün kılan elitlere değişkenler arasında ayrıcalıklı bir yer vermek icap eder. Sonuç olarak yerel olma, kendi ilinde kamu hizmeti dağıtma tekeline sahip olma ve yerel iktidar seçkinleri ile hatır/rica ilişkisi kurabilecek bir yeterliğe sahip olma kriterleri açısından, doktorların siyasal seçkinler arasındaki konumunu ve geleceğini belirleyen bileşenler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Özetlemek gerekirse, meslek olarak TBMM’de açık ara ile ağırlığı hissedilen hukuk ve mühendislik kökenli milletvekillerinden sonra tıp fakültesi mezunlarına baktığımızda, şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz. TBMM’deki toplam tıp fakültesi mezun sayısı 400’dür; ve bu milletvekillerinin sadece 11’i kadındır. Bu sayının 208’i İstanbul’daki tıp fakültelerinden mezundur, ve bu vekillerin sadece 2’si kadındır. Tıp fakültesi mezunu olan vekillerin 36’sı ise aynı zamanda asker kökenlidir. Kentsel olarak ise İstanbul’u 45 milletvekili ile Ankara izlemektedir, ve bu sayı 38 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesi kökenli milletvekili ile 7 Hacettepe kökenli vekil arasında bölüştürülmüştür. Her iki üniversitede de 2’şer kadın mezun milletvekili olmuştur. Tıp fakültelerinden mezun milletvekillerini oranladığımızda, hukukçu kökenli milletvekillerinin aksine, burada kentsel olarak çok ciddi bir fark vardır, ve İstanbul-Ankara oranı yaklaşık olarak ¼’tür. Tıp fakültesi mezunu milletvekillerinin siyasete başlama yaşları 45.24’tür.
Çarpıcı bir biçimde siyasete giren tıp fakültesi mezunu vekillerin 29’u kariyerinde başhekimlik deneyimi olan doktorlardır; bu da bize mesleği doktor olarak icra etmenin ötesinde siyasete geçebilmek için belli bir kamu hizmeti ifa etmiş olmanın yanı sıra, belli büyüklükteki bir kurumsal yönetim deneyimine sahip olmanın da önemli olduğunu düşündürmektedir. Bu ise bizlere kamu hizmeti verme noktasında olan ve gerek meslektaşlarıyla ve yerel makamlarla, gerekse vatandaşlarla temas noktasında bulunan kurumların başkanlarının siyasete girme noktasında önemli bir avantaja sahip olduklarını düşündürmektedir bizlere. Tıp kökenli vekillerin 22’si ise tıp fakültelerinde öğretim görevliliği deneyimine sahiptir. Bu da mesleki olarak meclisteki her 20 tıbbiyeli milletvekilinden yaklaşık 20’de birinin üniversite hocası olduğuna işaret etmektedir. Milletvekili doktorların 32’si ise daha önceki kariyerlerini belediye başkanı olarak sürdürmüş ve TBMM’ye gelmeden önce belediye başkanlığı görevini yürütmüşlerdir. İddia edebiliriz ki belediye başkanlığı görevi de, kendisi başlı başına belli bir siyasal kariyer biçimi olmakla birlikte, yönetsel deneyim olarak da başhekimlikte de gördüğümüz gibi siyasal kariyerin şekillenmesinde önemli olanaklar sunmaktadır. 400’e yakın doktorun yanı sıra 46 diş hekimi de TBMM çatısı altında görev yapmıştır. Bunların sadece 3’ü kadındır. Aynı şekelde, milletvekillerinin 102’sinin eczacılık kökenli olduğunu ve bunların ancak 3’ünün kadın olduğunu görmekteyiz. Sonuç olarak sağlık sektöründe çalışan tıp, dişçilik ve eczacılık kökenli milletvekillerinin toplam sayısı 548’dir, olup bunun ancak 17’si kadındır. Bu sonuç bizlere hukuk kökenli siyasetçilerden sonra en büyük üçüncü meslek grubunun sağlık sektöründen geldiğini göstermektedir.

4.1.4. Siyaset ve Cinsiyet: Kadın Siyasetçinin Görünmezliği
TBMM verileri 23 dönem itibariyle ve TBMM’nin kapalı olduğu geçiş dönemlerini kapsayan kurucu meclis ve danışma meclisi de dahil olmak üzere 6600 milletvekilinin ancak 187’sinin kadın milletvekili olduğu görülmektedir. Bu oran ise TBMM’ye şimdiye kadar giren MV’lerin yaklaşık % 3’ü gibi çok düşük bir oranı oluşturmaktadır. Bu milletvekillerinin ise 16’sının ya Cumhurbaşkanınca atanmış Senatörler olduğu ya da geçiş dönemlerinde kurucu meclislerde yer alan vekiller olduğu düşünüldüğünde, seçilmiş kadın milletvekillerinin (161 vekil) genel milletvekili sayısına oranının ne kadar düşük olduğu daha da açık bir biçimde ortaya çıkacaktır. TBMM’ye ilk kadın milletvekilleri, kadınlara seçilme hakkının tanınmasını müteakip 1935 yılı seçimlerinde yani V. Dönem milletvekili olarak girmişlerdir. V. Dönemde TBMM’ye 19 kadın milletvekili girmiştir. VI. ve VII. dönemlerde 16 kadın vekil; VIII. dönemde 9; IX. Dönemde 6; X. Dönemde 5; XI. Dönemde 9; XII. Dönemde 5; XIII. Dönemde ise 8 kadın milletvekili meclise girebilmiştir. Sırasıyla 14. Dönemde 6; XV. Dönemde 7; XVI. Dönem 4; 1980 sonrası yeniden açılan TBMM XVII. Dönemde ise 14 kadın milletvekili meclise girmişlerdir. Sırasıyla XIX. XX. XXI. XXII. ve XXIII. Dönemde TBMM’ye giren milletvekili sayıları ise sırasıyla: 9, 12, 20, 24 ve 47 milletvekilidir. 23. Dönem itibariyle TBMM’deki kadın vekil oranı yüzde 8,5’tur.
Yukarıdaki rakamlardan özellikle 20. Dönem TBMM’den itibaren yani 1996 seçimlerinden itibaren TBMM’deki kadın milletvekili oranının arttığını gözlemlemekteyiz. Özellikle 22. ve 23. Dönemlerde ise bu sayı daha da yükselmiş ve 2007 Genel Seçimlerinden sonra oluşan TBMM’de Cumhuriyet tarihinin en yüksek kadın vekil oranına ulaşılmıştır. Ancak bu artan eğilime rağmen yine de, bu sonuç bize Türkiye’de kadınların siyasal temsili noktasında, siyasal partilerin geri bir noktada olduğunu ve meclis aritmetiği açısından giderilmesi zor bir dezavantaja sahip olduğunu göstermektedir.
Kadınların TBMM’de temsili açısından en az siyasal partilerin kadınları üst sıralardan aday göstermesi kadar önemli bir diğer tesadüfi olgunun özellikle 22. ve 23. dönemlerde karşımıza çıktığını görmekteyiz. TBMM’de daha az sayıda siyasal partinin temsil edildiği durumlarda; yani ister 1982 Anayasasının ihdas ettiği yüzde 10’luk ulusal baraj nedeniyle TBMM’ye daha az sayıda partinin girdiği durumlarda, TBMM’deki kadın vekil sayısında göreli bir artış olabilmektedir. Zira siyasal partiler kadın adayları genellikle listelerde alt-sıralara koyma eğiliminde olmakta, üst-sıralar ise parti örgütünde ya da yerel düzeyde etkili olan erkek adaylara bırakılmaktadır. Meclise çok sayıda partinin girmesi durumunda ise sadece üst-sıralardan aday gösterilen erkek milletvekilleri TBMM’ye girebildikleri için, aşağıdaki kadın adaylara sıra gelememektedir. Oysa özellikle 21. 22. ve 23. Dönemlerde yani 1999, 2002 ve 2007 Genel Seçimlerinde TBMM’ye ulusal barajı aşarak girebilen partilerin sayısında gözlemlenen göreli düşüş sonucunda, siyasal partilerin alt-sıralardan aday gösterdikleri kadın milletvekilleri de TBMM çatısına girebilme şansı yakalamışlardır. Oysa genel olarak son üç dönemde özellikle kadın milletvekillerine yönelik pozitif ayrımcılık izlenmesi gibi –gözle görülür bir parti politikası değişikliğinden bahsetmek mümkün görünmemektedir. Ulusal baraj nedeniyle TBMM’ye giren parti sayısındaki azalmanın kadın vekiller için mutlak olmasa da bir avantaj yarattığı söylenebilir. Buna ek olarak özellikle 23. Dönem açısından bakıldığında AKP ve DTP kökenli kadın milletvekillerinin sayısında önemli artış olduğu gözlenmektedir. Bu dönemde AKP’nin 29; CHP’nin 8 ve DTP’nin 9 milletvekili ile TBMM’de temsil edildikleri gözlenmektedir.
Bu genel verilerin ışığında daha kapsamlı bir çalışma şüphesiz bir yandan kadınların TBMM’ye giriş sürecinden aday adaylığından başlayarak nasıl zorluklarla karşılaştıklarını gösterebilecek, diğer yandan da aday adaylarının kaçıncı sıradan seçim listelerine girdikleri ve listelerdeki konumlarının yanı sıra partilerinin genel seçim başarısı arasındaki ilişkinin kadın vekil temsilinde nasıl sonuçlar yaratabildiğini görmemize olanak sunacaktır. Şüphesiz bu tür verilerin analizi daha kapsamlı bir çalışmayı gerektirmektedir. Buna mukabil elimizdeki verilerin ışığında şunu gözlemlemek mümkün olabilmiştir: istatistiksel açıdan milletvekillerinin cinsiyetlerine göre temsil oranları arasındaki çarpıcı farka rağmen, TBMM’de kadın milletvekillerinin siyasete başlama yaşları 46, erkeklerinki 45’tir. Bu da şunu göstermektedir ki, kadınlar kendilerine siyasal katılım olanağı tanındığında, Meclis’e erkek vekillerle neredeyse aynı zaman dilimi içerisinde girebilmektedirler. Bu sayısal yakınlığa rağmen TBMM’de kadın vekillerin ortalama olarak yaklaşık 1,4 dönem vekillik yaptıkları, bunun ise TBMM ortalaması olan 1,7 dönem vekilliğin altında olduğudur. TBMM tarihinde en uzun dönem milletvekilliği yapan kadın vekil Işılay Saygın’dır. Işılay Saygın, TBMM’de 5 dönem milletvekilliği yapmıştır. Saygın’ı ise dörder dönem milletvekilliği yapmış olan İmren Aykut, Nihan Ilgün, Benal İştar Anman, Birgen Keleş ve Fakihe Öymen izlemektedir.
Kadın vekiller arasında farklı meslek grubundan gelen vekiller bulunmakla birlikte; 33 ortaöğretim öğretmeni, 17 öğretim görevlisi, 27 hukukçu, 11 gazeteci, 13 mimar-mühendis, 8 STK yöneticisi, 4 çiftçi ve 4 tüccar öne çıkmaktadır. Yaklaşık 12 vekilde muhtelif kamu görevlerinden siyasete atılmışlardır. Mesleki dağılımlarına bakmaksızın yaklaşık 135 kadın milletvekili üniversite mezunudur. Medeni durumlarına göre kadın vekiller tasnif edildiğinde 30 vekilin TBMM’ye girdikleri dönemde bekar oldukları görülmektedir; buna karşın sadece 1 vekil TBMM’deki görevine başlarken medeni durumu olarak boşanmış görünmektedir. Dul olarak kayda geçen vekil sayısı ise (boşanmış ya da eşi vefat etmiş ayrımına bakmaksızın) 17’dir. Kadın vekillerin sadece 121’inin çocuğu vardır; geriye kalan yaklaşık 70 vekilin TBMM’ye kayıtlarının yapıldığı dönemde çocuğunun olmadığı görülmektedir. Çocuklu vekillerin ortalama çocuk sayısı ise 2’dir.

4.1.5. Siyaset ve Eğitim:
Milletvekillerinin eğitim durumlarına göre dağılımı ise şöyledir: 153 milletvekili –ki bu sayının hepsi erkektir- ilkokul mezunu olarak Meclis’e girmişlerdir. İlkokul mezunu milletvekillerinin oranı % 2,3 civarında olmakla birlikte, şaşırtıcı olarak bu milletvekillerinin meclise girme yaş ortalaması 45.4’tür. Yani eğitim düzeyinin düşüklüğü açısından meclise girmenin meclise girme ortalama yaşı açısından bir dezavantaj olmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Ortaokul mezunu vekillerin sayısı ise 280’dir ve bu vekillerin 4’ü kadındır. Ortaokul mezunu vekillerin meclisteki oranı % 4,3’tür. Lise mezuniyeti açısından ise istatistiklerin yorumlanması konusunda önemli bir güçlük ortaya çıkmaktadır ki, bu da Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak lise öğreniminin statüsündeki değişimle ilgilidir. TBMM’ye giren vekillerin bir bölümü klasik Osmanlı Lise eğitiminin ardından meslek hayatına yükselmiş ve sivil-askeri bürokraside kariyer sahibi olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında ise üniversitelerin görece sayıca az olmasından kaynaklanan nedenlerle, Ankara ve İstanbul da dahil olmak üzere pek çok ilde yüksek okullar ve okullar üniversite eğitimini ikame edici bir karakter taşımışlardır. Ancak buna rağmen vekillerin üniversite veya yüksek okul eğitimine rastlanmadığı durumlarda sadece lise bilgisinin verilmiş olması üniversite eğitiminin olmadığı biçiminde yorumlanmıştır. Bu nitelikte olan ve sadece lise eğitimi almış olan milletvekili sayısı 257’dir. Bunlardan sadece 8’i kadındır. Lise mezunu vekillerin ortalama meclise girme yaşı 43.4’tür. Sonuç olarak ilkokul, ortaokul ve lise eğitimi olan fakat üniversite eğitimi olmayan milletvekillerinin sayısı toplam 690 civarındadır. Osmanlı İmparatorluğunun geç dönemlerinde klasik medrese eğitimi almış olan 96 vekil de eklendiğinde tablo biraz daha netlik kazanacaktır.
Bu nedenle TBMM’nin açılışından itibaren yüksek okul ve üniversite eğitim düzeyi ölçmek için bir anlamda olmayana ergime yöntemini kullanarak, ilkokul ve ortaokul mezunlarının sayısını/oranını bütün sayıdan çıkarmak daha anlamlı görünmüştür. Bu konudaki veriler, bu nedenle eğitim konusundaki diğer verilere kıyasla daha az kesin nitelik taşımakta ve Milletvekillerinin eğitim durumlarına ilişkin olarak daha çok ana hatlarıyla bir fikir verebilmektedir. Bu açıklamaların ışığında TBMM’de yüksek öğretim görmüş vekil % 90 oranının biraz üzerinde olduğu ve bu oranın her yeni seçim döneminde –eğitim istatistiklerinin de olumlu yönde değişmesiyle beraber- yukarıya doğru arttığı ileri sürülebilir.
Lisans öğrenimini yurtdışında tamamlamış vekillerin sayısı açısından ise söyle bir tablo çıkmaktadır karşımıza; 60 vekil lisans öğrenimlerini yarısı Paris’te olmak üzere Fransız üniversitelerinde tamamlamışlardır. Bunu 55 öğrenci ile Alman üniversiteleri izlemektedir. İsviçre üniversitelerinde lisans eğitimini almış olan vekil sayısı 24 iken, II. Dünya Savaşını izleyen yıllarda Türkiye’nin daha sıkı siyasi ve diplomatik ilişki kurduğu ABD üniversitelerinde lisans eğitimini tamamlayan vekillerin sayısı 23’tür. Bunlara ek olarak Belçika, Rusya, Mısır, Lübnan’da, Azerbaycan ve Yunanistan gibi ülkelerde ancak sınırlı sayıda milletvekili lisans eğitimlerini tamamlamışlardır. Burada milletvekilleri profilleri açısından önemli olan ancak arşiv taramaları ile ortaya çıkarılması mümkün olmayan nokta, yurtdışında lisans eğitimi almış olan vekillerin oran olarak ne kadarının devlet burslusu ne kadarının aile olanaklarıyla yurtdışında eğitim almış olduğudur. Bu veri, eğer daha sonraki çalışmalarla ortaya çıkarılabilirse –genel eğilimleri açıklama etkisi sınırlı olmakla birlikte- vekillerin ailelerine ve kendilerine ilişkin sınıfsal ve sosyo-ekonomik arka planlarına ilişkin önemli bilgiler sunulabilir.
Lisans eğitimini yurtdışında tamamlayanların yanı sıra yüksek lisans veya doktora eğitimi ya da akademik-teknik araştırma amacıyla yurtdışına yüksek eğitime gidenler eklendiğinde tablo daha da net olarak karşımıza çıkmaktadır. TBMM’deki milletvekillerinin 295’i yurt içinde ya da yurtdışında yüksek lisans, doktora veya ihtisas araştırması için bulunmuş ve akademik çalışmalar yürütmüştür. Bu veri de ham olarak daha ileri analizler tarafından işlenmeyi bekleyen bir niteliktedir. Özellikle yurtdışı eğitim deneyiminin siyasal seçkinlerin kariyerlerini nasıl etkilediği sorusuna yanıt verebilmek için, yurtdışı eğitim-öğretim deneyimi olan milletvekilleri ile olmayan milletvekilleri arasında
Yüklə 0,56 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin