Yukarıda sıraladığımız mevcut eğilimlerin ışığında 2000’lerin başında Türkiye ortaya çıkmaya başlayan iktidar algısını şekillendiren kültürel-politik ortamı kabaca betimledikten sonra, belki de sosyal bilimler perspektifinden sorulması gereken soru, başka tür bir soru setine geçebiliriz; bu sorular Türkiye’de elitler literatürünün gelişimini güçleştiren/geciktiren nedenlerin neler olduğuna da götürebilecektir bizleri. Bu soru aynı zamanda günümüz koşullarında da konunun gerektiği gibi ele alınabilmesini güçleştiren koşulların neler olduğuna dair ipuçları tarihsel bilgi sosyolojisi açısından kimi olanaklar sunacaktır. Bu bölümün başında geçici hipotezler olarak Türkiye’de elitler sosyolojisinin gelişmemesini kabaca birbiriyle bağlantılı şu beş sosyolojik nedene bağlamak mümkündür. Bu nedenden birincisi, modernleşmenin ancak yeni bir elit kuşağı, yani yeni bir yönetici asker-bürokrat katmanı aracılığıyla gerçekleştirilebileceğine dair sarsılmaz bir inancın bulunmasıdır. Pek çok modernleşmecilik örneğinde de görüldüğü gibi, Türkiye’de de bu fikrin yaygınlığı, elit yönetimine karşı mesafeli bir duruşun gelişimini geciktirmiştir, zira elit-yönelimli yaklaşımların eleştirisi doğrudan modernleşme-karşıtlığı ile paralel değerlendirilme riski taşımıştır. Gerçekten de modernleşmeci elitlerin eleştirisi, en azından 1960’ların sonuna kadar daha çok muhafazakar çevrelerce dile getirilmiş; ve elitlerin kitlelere yabancılaşmış bir rejimin taşıyıcıları ve yeniden üreticileri olarak algılanmalarının önünü açmıştır. Modernleşmenin ve elit yönetimini bu nedenle birbirinden ayrılmaz sosyal teknolojilerin uzantısı olarak algılanmaları sonucu ortaya çıkmıştır. Bu ise sonuçta sadece güçlü devlet kültürünü yeniden üretmekle kalmamış, aynı zamanda modernliğin, toplumsal ilerlemenin ve devlet seçkinlerinin aynı olgunun farklı görünümleri olduğu görüşünü beslemiştir. Devletin ve toplumun yenilenmesi gerektiği fikri doğal olarak ve yeni bir yönetici elitin yetiştirilmesi fikrini beraberinde getirmiştir. Türkiye’de modernleşmiş bir sivil-asker bürokrasinin oluşturulması fikri beraberinde Batı tipi yeni okulların açılmasını, yeni müfredatların kabul edilmesini, yurtdışına teknik ve bilimsel eğitim amacıyla daha fazla sayıda öğrenci gönderilmesini ve gerektiğinde de yurtdışından yabancı hocaların Türkiye’ye davet edilmesini beraberinde getirmiştir. Her ne kadar devlet kurumlarının ve devlet seçkinlerinin modernizasyonu muhafazakâr çevrelerden ve geleneksel seçkinlerden katı bir muhalefet ile karşılaştı ise de, 19. ve 20. yüzyıl Osmanlı-Cumhuriyet tarihine yeni devlet seçkinlerinin oluşturulması süreci damgasını vurmuştur. Dolayısıyla Osmanlı-Türk modernleşmesi –sadece bu coğrafyaya özgü olmayan bir biçimde- en başından itibaren devlet modernleşmesinin kendiliğinden bir sonucu olarak elit-bağımlı bir modernleşme süreci olarak ortaya çıkmıştır (Açıkel 2006). Devleti ve toplumu kurtaracak yeni nesil bürokratik seçkinlerinin oluşturulması fikri 20. yüzyılın başından itibaren paralel bir kulvarda bu elitlerin projelerini destekleyecek yeni nesil Müslüman-Türk ekonomik seçkinlerin yaratılması gerektiği fikrini de doğurmuştur (Toprak 1995).
İmparatorluğun dağılma sürecindeki bu ikili vurgu, yani politik-bürokratik elitlerin ve ekonomik elitlerin yerlileştirilmesi (Türkleştirilmesi-Müslümanlaştırılması) fikri, pek çok açıdan toplumsal ve siyasal dönüşümün ana ekseni olarak hangi aktörün öne çıkarıldığını göstermektedir. Bu vurgu ise geleneksel ve modern seçkin kuşakları arasında ortaya çıkan kutuplaşmaya ek olarak, imparatorluğun Müslüman-Türk seçkinleri ile diğer etnik-dinsel unsurlarına mensup seçkinler arasında önemli ayrışmalara yol açmıştır. Gerçekten de İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçiş bürokratik-siyasi ve ekonomik seçkinlerin Türkleşmesi ve Müslümanlaşması açısından radikal sonuçlar ortaya çıkarmış, çok etnikli ve çok dinli bir yapı olarak Osmanlı İmparatorluğunun devlet formasyonu ve sınıf formasyonu da elit oluşumları ile birlikte dönüşmüştür. Bu dönüşüm bir seçkin ikame etme stratejisi yani bir tür tasfiyeci sirkülasyon stratejisi ile somutlaşmıştır. Bu süreçte yeni elit oluşumları, sadece Türk modernleşmesinin ulaşmak istediği bir aşama/sonuç olarak değil, ancak onun bundan sonraki devindirici aktörü olarak düşünülmüştür.
Bu konuyu her ne kadar daha kapsamlı bir şekilde kuramsal bölümde daha kapsamlı bir biçimde ele alacak olsak da, bu aşamada şunu ileri sürebiliriz ki Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşme süreçleri, bu anlamda, siyasal ontolojik olarak yeni nesil seçkinlerin yaratılmasını ve toplumsal dönüşümün bu seçkinler elinde şekillenmesini modernleşmenin olmazsa olmaz bir önkoşulu olarak kabul etmiştir. Bunun sonucu olarak modernleşme ve elitler birbirinden ayrıl(a)mayan iki önemli süreç olarak kabul edilmiştir. Bu süreçte birinci aşama modern kurumların ürünü olan Müslüman-Türk elit kuşağının –gayri Müslim muadillerine alternatif olarak- oluşturulmasıdır; ikinci aşama ise bu elitin zamanla imparatorluğun geleneksel elit kuşaklarının yerine geçmesi ve modernleşmeyi hızlandırmasıdır. Bir anlamda yerli modernleşmeci seçkinler, statükoyu ve geri kalmışlığı temsil eden geleneksel elitlere karşı, ilerleme ve toplumsal dönüşüm yolunda çarpan (multiplier) ve hızlandıran (accelerator) etkisi göstereceğine inanılan reformist aktörler olarak değerlendirilişlerdir. Modernleşme ve elitler arasında kurulan bu spiral nedensellik, benzer modernleşen toplumda da görüldüğü üzere (Lerner 1958), koptuğunda her iki olguyu da temelden sarsacağına inanılan bir bağdır; dolayısıyla modernleşme elitlerin, elitler modernleşmenin yeniden üretim araçları olarak algılanmışlardır. Bu yüzden de elitler ve iktidar arasındaki ilişki, daha çok modernleşmenin/kalkınmanın fonksiyonları ve etkinliği düzeyinde algılanmıştır; demokratik katılım ve iktidarın paylaşım perspektifinden değil. Bu nedenle bizatihi modernleşmenin aciliyeti pek çok dönemde modernleştirme misyonu ile ortaya çıkan elitlerin konumunu, kitlelerin temsil ve bölüşüm taleplerinin önüne geçebilmiştir. Bu sarmal ilişki, doğallaşmış modernleşme ideolojisinin yeni elitlere ve onların toplumsal projelerine ilişkin olarak içeriden yürütülebilecek bir elitler sosyolojisini güçleştirmiştir.
Zira yeni elitlerin eleştirisi, modernleşme idealinin eleştirisiyle çoğu durumda eş anlamlı tutulmuş; modern elitlerin eleştirisinin geleneksel toplumun elini güçlendireceği ve her iki grup arasındaki rekabette modernler aleyhine dezavantaj yaratacağı fikrini beslemiştir. Modernleşmenin siyasal ve ekonomik aciliyeti, bu yönüyle seçkin-odaklıbir tahayyülü Türkiye gibi ülkelerde neredeyse sosyal bilimlerin de kendiliğinden bir ideolojisi olarak karşımıza çıkarmıştır. Bunun hem modernist öncü kadroların geleneksel seçkinler karşısındaki öz-algılarınışekillendirmiştir; hem de iktidar ve modernleşmeci seçkinler arasındaki ilişkiye bir tür ontolojik muafiyet/dokunulmazlık kazandırmıştır. Her ne kadar modernleşme aynı zamanda, reformların başarısını ya da başarısızlığını sistemik olarak siyasal-bürokratik kadrolara yüklenmiş olsa da, son kertede söz konusu edilen elitlerin eleştirel bir politik ontolojisi değil, bu elitlerin benimsedikleri stratejilerinin yerindeliği olmuştur. Osmanlı-Türk modernleşmesi boyunca da, seçkinler, iktidar piramidinin tepesinde yerinde getirdikleri işlevler açısından o denli elzem kabul edilmişlerdir ki, farklı elit kategorileri açısından analizi güçleştiren bir yarı-kutsal auranın oluşumuna, modernliğin bir tür promethe’leri olarak algılanmalarına dahi neden olmuştur (Şarman 2006). Gelişmekte olan toplumlar için batı tipi seçkinlerin yetiştirilmesi ve kendi toplumlarını dönüştürmek üzere bürokratik pozisyonlara getirilmesi o denli yaşamsal bir nitelik taşımaktadır ki yeni nesil seçkinler, geleneksel toplumdan çıkış yolunda yeni literatiler olarak sivrilirler.
Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu durum Türkiye’ye özgü olmak uzaktır ve modernleşmeci seçkinler gelişmekte olan ülkelerde bir tür doğallaştırmaya maruz kalmışlardır. Bu yüzden modernleşme paradigmasının bizatihi kendisinin seçkinlerinself-refleksif bir algı geliştirmelerinin önünde bir engel olarak çıktığı, dahası kitlelerin son kertede elit-bağımlı bir toplumsal dönüşüm paradigmasını içselleştirdiği iddia edilebilir. Ancak modernleşmenin halk katmanlarına doğru yayılması ile birlikte, bir yandan elitler ve kitleler arasındaki aşılmaz eşik aşınmaya başlamış, diğer yandan da çıkar farklılaşması sonucunda elit gruplarının kendi içlerinde farklılaşmalarından ötürü elit grupları arasındaki rekabet artmış, diğer yandan da popülist siyasal hareketlerin ortaya çıkışı kimi elit sektörlerinin ve elitist ideolojinin eleştirisine yol açabilmiştir (Lash 1995). İki koldan bu tarzda ortaya çıkan akımlar şüphesiz seçkinlerin sahip olduğu ontolojik aşkınlığın eleştirilmesi ve zamanla aşılması yolunda önemli bir aşamadır. Ancak bu iki dinamiği elit oluşumlarının ve elitist söylemlerin bir tür sonlandırıcısı olarak görmek yerine, yeni iktidar formlarının ve elit oluşumlarının hazırlayıcısı olarak düşünmek daha doğru olacaktır. Dolayısıyla modernleşmenin hızlandırıcı etkilerine karşın tabakalaşmış ve iktidarın eşitsiz dağıldığı toplumların yeni seçkin formlarını da ortaya çıkarabileceğini teslim etmek gerekir.
Yukarıda saydığımız etmene ek olarak Türkiye’de elit çalışmalarının gelişimini geciktiren ikinci etmen olarak da, bizatihi modern toplumsal süreçlerin ortaya çıkardığı kitle toplumunun oluşumu ile ilgili sorunları ve hızlı toplumsal dönüşümün –bazen de dönüşememenin- ortaya çıkardığı sorunları saymak gerekir. Gustave Le Bon’un ve elitist kuramcıların 20. yüzyılın eşiğinde geliştirdikleri reflekslerin, bu anlamda, Türkiye coğrafyasında da geçerli olduğunu ve kitle toplumunun ortaya çıkması ile birlikte, seçkinlerin bir bölümünde kontrol edilemez, zincirlerinden boşalmış ve kadınsı bir histeri ile hareket eden bir kitle anlayışının benimsenmeye başladığını görmekteyiz. Fransız Devrimini izleyen döneme damgasını vuran bu Le Boncu kitle algısı, Osmanlı-Cumhuriyet aydınları tarafından da devrimci olmaktan ziyade karşı devrimci ve yıkıcı bir enerjinin gerçekleşme zemini olarak kavramsallaştırılmıştır. Özellikle 31 Mart vakıası gibi tarihsel dönüm noktalarının ve Kurtuluş Savaşı süresince ortaya çıkan hilafetçi isyanların bu çerçevede algılandığını ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Kitle toplumunun oluşumu, bu açıdan bakıldığında, imparatorluktan devralınan olumsuz miras nedeniyle kitleler ve seçkinler arasındaki ikilik aşılmamış tersine daha da perçinlenmiştir.
1920’leri izleyen dönemde özellikle kitlesel eğitimsizlik, gelişmemişlik, sanayi, bölgesel eşitsizlikler,yoksul köylülük ve kadınların toplumsal hayattan dışlanmışlığı gibisosyo-ekonomik sorunların yanı sıra, ulus-devletin kültürel alt-yapısının hazırlanması, seküler sistemin ve Cumhuriyet kurumlarının köklüleştirilmesi gibi sorunlar da 1950’lere kadar ki konjonktürün öncelikli sorunları, bu karşıtlık temelinde kavramsallaştırılmıştır. 1950’lerden itibaren ise, yine kitlelerin/yığınların sorunları kent ve köy sosyolojisinin başta göç ve gecekondulaşma sorunları etrafında tartışılmıştır (Danielson & Keleş 1985). Kitlelerin dönüşüm dinamikleri bu nedenle siyasal iktidarın ve seçkinlerin analizine göre daha öncelikli alanlar olarak ortaya çıkmışlardır. Bu anlamda iddia edilebilir ki, uluslaşma süreci boyunca Cumhuriyet kurumlarının geliştirilmesi ve kalkınma meseleleri iktidar seçkinlerini konu alan sosyolojik çalışmaları geri plana itmiş ve modernleşmenin acil sorunlarına kıyasla, seçkinlerin sosyolojisi daha gölgede kalmıştır. Özellikle kırsal sınıfların dönüşümü ve yeni endüstriyel işçi sınıfının ortaya çıkışı sosyal bilimsel gündem açısından belirleyici olmuş; köylülüğün, yeni kentliliğin ve işçi sınıfı oluşumunun sosyolojisi, iktidar elitleri sosyolojisinin önüne geçmiştir. Kentleşme-gecekondulaşma-göç vb. sorunlar hızlı modernleşmenin bir gereği olarak sosyal bilimciler açısından, kendilerini sosyal bilimsel araştırmasının bir konusu haline getirmeye nazaran daha çok öncelik taşımıştır. Bu nedenle sosyal çalışmaların konusunu toplumsal dönüşüm sürecinden geçen kitleler oluşturmuş, iktidar piramidinin üst-katmanları yani karar alıcılar/uygulayıcılar araştırma konusu olarak öncelik taşımamıştır. Bir anlamda ironik olarak kitlelerin toplumsal dönüşümü iktidar seçkinlerinin dönüşümüne göre daha ayrıcalıklı bir konum işgal etmiştir.
Bu tematik seçicilik bizi üçüncü etmene, yani ilgi alanının kitlelerden seçkinlere doğru kaymaya başladığı düzleme getirir; bunun için de, bir yandan sisteminin üst sınıflarının görece daha kristalize hale gelmesini, diğer yandan da iktidar seçkinleri arasındaki rekabetin ivme kazanmasını beklemek gerekecektir. Rakip seçkin grupları arasındaki çatışma dinamiklerinin ortaya çıkışı, şüphesiz, bir yandan siyasal sistemin bu tür farklılaşmaya olanak tanıyacak çokluğa ve çoğulculuğa izin vermesi, diğer yandan da farklı sosyo-politik güçlere denk düşen alternatif elit gruplarının şekillenmesi ile de ilişkilidir (Gill 2000: 43-123; Dogan & Higley 1998:3-28; Burton & Higley 1998:47-70; Held 1996: 157-198; Etzioni-Halevy 1993). Siyasal sistemin seçkinler arası rekabetçi bir yarışmayı mümkün kılacak bir siyasal özelliğe sahip olması ya da farklı grupların varlığını tolere edebilmesi durumlarda bunun ortaya çıkabilmesi daha mümkün görünmektedir. Sistem demokratik olmasa dahi, elit grupları ya da politik kanatlar arasında dengeli bir iktidar mücadelesinin bulunması yani sıfır-toplamlı olmayan bir siyasal arka planın varlığı; farklılaşmış elitlerin karşılaştırılmasını mümkün kılabilecektir. İktidarın ve elit konfigürasyonunun daha ziyade monopol karakteristiği taşıdığı durumlarda ise, karşılaştırma için gerekli toplumsallık mümkün olmayacağı gibi, aynı zamanda sistemin alternatif elit formülleri üzerinde düşünmeye de olanak taşıyacağı tartışmalıdır. Demokratik rekabeti destekleyen koşulların bulunmadığı durumlarda, elitler arası çatışma daha sıfır-toplamlı bir çatışma olacağından, her türlü siyasal konfigürasyon muarız elit gruplarının çözümlemeye dahil edilmesini güçleştirecektir.
Türkiye’de 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren gerek mutlaki meşrutiyet ve muhalefet arasında, gerekse İttihat Terakki ve diğer politik gruplar arasında olsun, siyasal rekabet geleneğinin rakip grupları tasfiye etme ya da marjinalleştirme eğilimi olduğundan hareketle, sıfır-toplamlı bir elit rekabet kültürünün geliştiğini ileri sürebiliriz. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren de gerek TBMM’deki Birinci Grup ve İkinci grup arasındaki ayrışmaların, gerekse Mustafa Kemal’in yakın silah arkadaşlarının önemli bir bölümünün zamanla CHP’den uzaklaşmasının bu kültürle yakından ilgili olduğu ileri sürülebilir. Siyasal rekabet kültürünün çoğulculuk yerine tasfiyecilik üzerine kurulduğu dönemlerde, doğal olarak, siyasi muhalifler ya ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardır; ya da köşelerine çekilmek durumunda kalmışlardır. Türkiye’de elitler sosyolojisinin gelişmemesi dolayısıyla rakip grupların birbirlerine yaşam alanı tanımamasıyla doğrudan ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Rakip kadrolarını tasfiye etme kültürü sadece siyasi kadrolara değil, aynı zamanda entelektüel çevrelere, sanatçılara ve hatta üniversitelere kadar uzanmış ve bu tasfiye süreçleri siyasal çoğulculuğun geç gelişmesine ve iktidarın çoğulcu eksende paylaşılmasına olumsuz katkı yaptığı iddia edilebilir. Osmanlı İmparatorluğundan günümüze Türkiye’de siyasi tasfiyecilik, sürgün ve yasaklama geleneklerinin, hem elitler sosyolojisinin konusunu oluşturan elit kuşaklarının oluşumunu kesintiye uğratmış, hem de iktidarın yeniden üretimini mezzo durée tarzda analiz etmeyi mümkün kılabilecek bir yaklaşımı olanaksızlaştırmıştır. Ancak belki daha da önemlisi, siyasal seçkinlerin tasfiyecilik eğilimi kültürel olarak iktidar analizlerinin objektif bir zemine oturtulabilmesini de güçleştirmiştir; bu alandaki yüksek tarafgirlik nedeniyle biyografik ve kurumsal bilgiler arasında dahi son derece zıt algılama söz konusu olabilmektedir.
Bu tartışma bizi Türkiye’de iktidar seçkinlerinin sosyolojisini geciktiren dördüncü etkene getirmektedir. Bu da, Türkiye’de siyasal sistemin kitlelerin ve rakip seçkin gruplarının daha fazla temsil edilmesini sağlayacak kanalların ve mekanizmaların ancak aşamalı olarak -ve genellikle küresel-uluslararası etkilerin de bir sonucu olarak- uygulamaya girmiş olmasıdır. Farklı siyasal kanatlardan gelen elitler arasındaki farklılaşma ancak demokrasinin gelişimi ve kitlelerin siyasal-toplumsal hayata daha fazla katılımının söz konusu olduğu durumlarda gözlemlenebilmektedir (Etzioni-Halevy 1997; Higley & Dogan 1998). Her ne kadar bu konudaki muhtelif teoriler, elitlerin çatışma ve entegrasyon eğilimlerine ilişkin farklı açıklamalar üretseler de, elitler sosyolojisinin ancak kitlelerin siyasal sisteme daha fazla katılım olanağı bulabildiği durumlarda söz konusu olabildiğini ileri sürebiliriz. Türkiye’de çok partili hayata geçiş ve temsili demokrasinin kurumlarının konsolidasyonu elitler sosyolojisinin en başta gelen örtük önkoşulunu sağlamış ve rekabetçi farklılaşmaya zemin hazırlamıştır. Bir yandan seçim sisteminin elvermesi ve siyasal parti geleneklerinin belirli bir ölçüde kurumsallaşması (Duverger 1993:276-335), diğer yandan da elitler arası demokratik rekabet kültürünün bir ölçüde yerleşmesi sayesinde (Sartori 19XX: 73-80), diğer Batılı demokrasilerde de görüldüğüne yakın oranda, Türkiye’de özellikle siyasal seçkinlerin gelişiminin doğal mecrası içerisinde gözlemlenebilmesini mümkün olabilmiştir. Demokratik kurumların kesintiye uğradığı durumlarda ise elit dolaşımı –yasaklar ve yeni elitlerin sahneye çıkması nedeniyle- önem kazanmış, ancak önceki oluşumlar kesintiye uğramış ya da ortadan kalmıştır. Özellikle siyasal seçkinlerin örgütlenmesinde ve siyasete katılımında ortaya çıkan güçlükler, siyasal hareketlerin evrimini ve siyasetçi profillerini dönüştürmüş, bazılarını ise henüz kurumsallaşamadan sonlandırmıştır. Dolayısıyla Türkiye’de demokratik çoğulculuğun geliş(e)memesi, beraberinde, her defasında yıkılıp yeniden kurulan ve her defasında eskisinden biraz daha farklı siyasal parti geleneklerine denk düşen nesillerin yaratılması sonucunu doğurmuştur. Bu kesintiler ve yeni elit oluşumları her ne kadar ayrı çalışmaların konusu olsa da, Türk siyasal hayatı ve siyasal elit çalışmaları üzerindeki olumsuz etkisi açıktır.
Şimdiye kadar yukarıda saydığımız dört nedeni tamamlayan sonuncu ve toplumsal seçkinlerin Türkiye’de çalışılmasını güçleştiren beşinci etmen de, elitlerin geliştirdikleri ve self-reflektif bir perspektiften özümlemeye tabi tutmadıkları bir kültürel refleks olarak elitist kültürü saymak gerekir;özellikle modernleşme kültürünün içinde şekillenen ve siyasal muhafazakar karşı-devrimci halk katmanlarına karşı geliştirilen bir refleks olarak bu seçkinci kültürü görebiliriz. Bununla birlikte Osmanlı ve Cumhuriyet bürokratik gelenekleri göz önünde bulundurulduğunda, bu seçkinci kültürün kökenlerinde eğitim ile iç içe geçmişkısmen meritokratik bir memur-bürokrat seçme ve yetiştirme geleneğinin rol aldığını ve bunun bazı yönlerden tarımsal bir bürokratik imparatorluk olan Çin’deki literati ile benzeştiğini söyleyebiliriz. Eğitim ve seçme kültürünün, bu nedenle, devlet seçkinlerinin oluşumunda önemli rol oynadığını ve bu nedenle bir tür eğitim ideolojisinin yaygınlık kazandığını ve yüceltildiğini ileri sürebiliriz. Bu yüceltim, eğitimin bir yandan yukarı doğru sınıfsal mobilizasyon sürecinde, diğer yandan da iktidar koridorlarında ayrıcalıklı bir olanak yaratmasının bir sonucudur. Her ne kadar eğitimin, ülkeler arasında karşılaştırmalı olarak meritokratik rekabet yoluyla iktidar seçkinleri yaratmakta nasıl etkili olduğunu araştırmak daha kapsamlı çalışmaların konusu olsa da, şunu ileri sürebiliriz ki elitist kültürün ortaya çıkışı, bir yandan eğitimli katmanların yükselişi fakat diğer yandan da eğitimden yoksun halk katmanlarının küçümsenişini de beraberinde getirmiştir. Eğitim ve meritokrasi bu yönüyle bakıldığında toplumsal bir süreç olduğu kadar, bir ideolojidir de. Bu ideolojinin, eğitimli sınıflar/katmanlar tarafından eğitimsiz sınıflara/katmanlara karşı ayrımcılık yapmanın bir aracı olarak kullanıldığını gözlemleyebilmekteyiz.
Benzeri bir tepkiselliğin bir benzeri, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başından itibaren, eski elitlerin özellikle Avrupa’da yükselen yeni sınıfsal hareketlerden ve partilerden çekindiğini ve bu hareketleri toplumsal kontrolü olanaksız kılacak denli radikalleşmiş ve devlet otoritesini sarsacak denli mobilize olmuş kitleleri bir tehdit olarak algılanmasında da karşılaşılmıştır. Bu aynı zamanda alt-sınıflara ve kitlelere karşı duyulan bir şüpheyi ve daha da önemlisi onların politik görüş ve ideolojilerini küçümseyen bir anlayışı bünyesinde barındırmaktaydı. Eğitimsiz sınıfların –köylü ve işçilerin- genel oy ilkesi çerçevesinde siyasete katılmaları ve kendi partileri aracılığıyla koalisyon ortağı olarak iktidarı paylaşmaya başlamaları, eğitimli tabakaların ve eski üst-sınıfların tepkisiyle karşılaşmış ve ‘ayaktakımı siyaseti’ne karşı ciddi bir direniş ortaya çıkmıştır. Kültürel ve siyasal elitizmi farklı biçimlerde bu yönüyle çok partili hayata geçişle birlikte Türkiye’de de elit yönetiminin kitlelere kıyasla neden tercih edilmesi gerektiğini de vurgulayan bir seri muhafazakar yaklaşımın ortaya çıkmasına da neden olmuştur1.
20. yüzyılın başından itibaren Avrupa’da artan ölçüde işçi sınıfına oy hakkının tanınmaya başlamasının doğal bir sonucu olarak (Crouch 2003:67-124), parlamenter siyaset, geleneksel aristokrasinin, toprak sahibi tarımsal burjuvazinin ve endüstriyel kapitalist seçkinlerin tekelinden çıkmaya başlamış; ve aşamalı olarak sosyalist-komünist partilerin yeni tip seçkinleri siyasal arenaya girmeye başlamıştır. Avrupa’da siyasal sistem içerisinde eski aristokratik seçkinlerin, monarşik bürokrasilerin ve burjuva partilerinin yanına, şimdiye dek pek de kamusal alanda görülmeye alışık olunmayan işçi sınıfı partileri de girmeye başlamışlardır. Kentlerin toplumsal yaşamında artan ölçüde gözlenen kent-yoksullarından ve işçi sınıfından politize olmuş yığınlar 19. yüzyılın sonundan itibaren eski kuşak seçkinler üzerinde bir tür kitle korkusu yaratabilmişlerdir (Le Bon 1997, Pareto 1991). Bu dönem avam’ın temsilcilerinin kendilerine siyasal arena da daha fazla yer açmak için uğraştıkları bir dönemdir. Avam siyasetine karşı duyulan şüphenin, eski muhafazakar seçkinlerin temel bir özelliği olduğu ve 20. yüzyılın başından itibaren Avrupa’nın pek çok ilkesinde ve önemli ölçüde de Osmanlı coğrafyasında kendisini gösterdiğini ileri sürebiliriz. Bu ayrım daha çok kendisini saraya yakın ve akrabalık ilişkileri sayesinde siyasal-bürokratik konumlara erişen imtiyazlı-alaylı seçkinlerle halk katmanlarından gelen ve modern eğitim kurumlarından yetişmiş yeni nesil seçkinler arasındaki ayrışmada da kendisini göstermektedir. 19. yüzyıl boyunca açılan askeri ve sivil okullardan mezun olan orta-sınıf katmanlar eski kuşak seçkinler karşısında yeni elit oluşumlarının da omurgasını oluşturmuşlardır. Avamın ve alt-sınıfların kutuplaşan çıkar ve değer çatışmaları açısından bir engel olarak görülmesi, bu elit algısı sayesinde mümkün olabilmiştir.
Türkiye’de de demokratikleşme ve kitle toplumunun ortaya çıkması süreci boyunca eski elitler ile halk katmanlarından gelen yeni elitler arasındaki çatışmalar, birincisi tarafından farklı elitist söylemler aracılığıyla dile getirilebilmiştir. Bu söylemler halk katmanlarına ve onu temsil ettiği düşünülen seçkinlere karşı nezihlik, korku, şüphe vb. içeren söylemlerce dile getirilebilmişlerdir. Her ne kadar bu söylemler kendisini başka siyasal söylemlerle eklemleyerek yeniden üretmişlerse de (tutuculuk, gericilik, feodallik, vb. söylemler), son kertede eski ve yeni elitler arasındaki rekabetin keskinliği elitist söylemin yükselişi ile kendisini açık bir biçimde göstermektedir. Bu anlamda denilebilir ki, özellikle Paretocu elitler sosyolojisinin başlangıçta kitle mobilizasyonuna ve demokrasinin tabana yayılmasına kuşku ile yaklaşması, Türkiye deneyiminde de kendisine karşılık bulabilmiştir. Yukarıda da tartıştığımız gibi Türkiye’de iktidar ve elit sosyolojisini gelişimini geciktiren bu sonuncu öğe, yani elitist kültürel örüntüler, alt-katmanlardan yükselen yeni nesil seçkinleri kavramsallaştırmakta güçlük çıkardıkları gibi, ait oldukları elit katmanlarına eleştirel ve dışarıdan bir gözle bakmayı da olanaksızlaştırmıştır. Bu tür bir elitist konformizm ise diğer taraftan eski seçkinlerin Paretocu anlamda kendilerini yenilemelerini güçleştirmiş ve geleneksel seçkinlerin yeni seçkinler karşısında daha hızla kemikleşmelerine ve kurumsal dönüşüme kapalı hale gelmelerine neden olmuştur.
Yukarıdaki tartışmalara başka tarihsel etmenler de eklenebilir şüphesiz. Ancak bu sıraladığımız etmenler –her ne kadar üzerinde daha fazla çalışmayı gerektiren hipotezlerden ve gözlemlerden yola çıksa da-, görece açık olan nokta, Türkiye’de iktidar ve iktidar seçkinleri analizlerinin olması gereken sayıya ve niteliğe sahip olmadığı gerçeğidir. Siyasal seçkinler düzeyinde dahi sınırlı sayıda birkaç önemli eser hariç bu alanın çalışılmamış olması üzerinde daha fazla düşünülmeyi gerektirmektedir. İktidar ve seçkinler alanının Türkiye’de çalışılmamış olmasının önemli sonuçlarından biri, gerek iktidarın demokratik paylaşımı gerekse temsil dinamikleri açısından ortaya çıkan eşitsizliklerin kayda değer bir eleştirisinin mümkün ol(a)mamasıdır. İktidar elitlerinin ve ağlarının tarihsel olarak nasıl oluştuğunun ve nasıl dönüşüm geçirdiğinin çalışılması, önümüzdeki yıllarda, Türkiye’de kronik olarak demokrasinin gelişiminin önünde engel olarak dikilen dinamiklerin anlaşılmasını da güçleştirecektir.