Önemli bir olanak
Yedi gün yatılı programı İstanbul dışından Koç Özel Lisesi’ne gelmek isteyen öğrenciler için önemli bir fırsat. Koç Özel Lisesi Direktörü Füsun Ersoy, yedi gün yatılı programını hayata geçirene dek uzun bir dönem üzerinde çalıştıklarını belirtti ve ekledi: “Burada daha önceki dönemlerde de yedi gün yatılı varmış. Bu uygulamadaki en büyük etken İstanbul dışında ikamet eden ve yüksek puan almasına karşın okulumuza gelemeyen öğrencilere bir olanak yaratmaktı. Özel okullar sınavı Anadolu’da her yıl daha fazla ilde yapılıyor. Oradaki çocuklara ulaşabilmek için yedi gün yatılı programını uygulamaya geçirdik. Fiziksel olarak binanın değişmesinin de etkisi çok büyük. Dört yıllık lise programı tam kapasite ile çalışmaya başlayınca okul binası içindeki yatılı katları derslik olmak zorunda kaldı. Bunun sonucunda dışarıya yatakhane yapmamız gerekti ve bu yeni binalarda ortak kullanım alanları yaratıldı. Bu da yedi gün yatılı fikrini perçinlemiş oldu.”
Daha önceki yedi gün yatılı döneminde de okulda görev yapan Genel Direktör Yardımcısı Jale Onur ise bu uygulamanın özellikle okul ruhunu pekiştirdiği görüşünde: “İlk mezunlarımız okula ve Mezunlar Derneği’ne geldiklerinde okul ruhunun yatılılıkla pekiştiğini söylüyorlardı. Yedi gün yatılılık ile bunun bambaşka bir boyuta ulaştığına inanıyoruz. Sadece İstanbullu öğrenciler beraberinde tek tip bir öğrenci profilini de getiriyordu. Yatılılık çeşitliliğin getirdiği zengin bir öğrenci profilini de karşımıza çıkardı. Çocuklar da buna çok güzel cevap veriyorlar. Birbirlerine saygı, birbirlerine getirdikleri farklılıkları tanıma, okulda daha değişik ve zengin bir kültür yaratıyor. Yapılan aktivitelerde bile yatılı ögrencilerin yakın arkadaşlıkları olduğu için fikirler daha çabuk çıkıyor. Bu da üretkenliği doğrudan etkiliyor.”
Yedi gün yatılı öğrenciler, derslerinde de son derece başarılılar. Füsun Ersoy, eldeki istatistiklerin de bunu desteklediğini belirtiyor: “Yedi gün yatılıya öğrencilerimiz zaten son derece başarılı olarak geliyorlar. Okuldaki başarıları da son derece yüksek. Örneğin hazırlık sınıflarında, dönemin başarısını ciddi oranda yukarıya çektiklerini görüyoruz.”
Jale Onur da bu başarıda bir arada çalışmanın büyük payı olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Ne de olsa birbirleriyle yardımlaşıyorlar. Diğer yandan nöbetçi öğretmenlerimiz var. Etüd öncesinde bu öğretmenlere istediklerini sorabiliyorlar. Büyük sınıflarla da sürekli görüşme olanakları oluyor. Yatılıda büyük sınıflar da her konuda daha alt sınıftakilere yardımcı oluyorlar”.
Öğrenciler de memnun
Koç Özel Lisesi’nde görüştüğümüz yedi gün yatılı öğrenciler de uygulamadan son derece memnunlar. Yatılı olmanın hem arkadaşlığı pekiştirdiğini hem de pek çok avantajı beraberinde getirdiğini düşünüyorlar. İşte öğrencilerden bazılarının düşünceleri:
Kübra Çürüksulu: “Ortaokuldayken gündüzlüydüm. Bugün baktığımda o zaman gerçekten okullu değilmişim gibi geliyor. Arkadaşlıklar, birbirimize olan bağlılığımız çok farklı.”
Tuğçe Ersöz: “Hafta sonları ödev ve projelerle dolu geçiyor. Ancak arkadaşlarla birlikte olduğumuz için çalışmalarda bu bize çok yardımcı oluyor. Okulda pek çok sosyal aktivite olması bu açıdan çok önemli. Diğer yandan her yer yeşil ve özellikle iyi havalarda çok iyi zaman geçiriyoruz.”
Bircan Buğdaycı: “Yatılı olmanın en büyük avantajlarından biri gündüzlü arkadaşların sahip olmadığı kimi olanaklara sahip olmamız. Burası büyük bir yaz kampı gibi aslında. Yatakhanede aşağı yukarı sizinle aynı yaşta 100-120 kişiyle birlikte yaşıyorsunuz. Üç yıl boyunca her hafta sonu Eskişehir’e trenle gidip geldim. Dördüncü yılın yarısında bir arkadaşımla Ataşehir’de ev tuttum, geri kalan sürede bir öğretmenimin evinde kaldım. Şu anda çok rahatım ve hayatım daha düzenli.”.
Erdem Şahin: “İstanbul’da yaşayan gündüzlü arkadaşların yolda ve trafikte geçirdikleri zamanı kaybetmiyoruz. Bu çok büyük bir avantaj. Ders çalışma olanağımız ve birbirimizle yardımlaşmamız çok daha fazla. Bu elbette dersleri olumlu etkiliyor. Özellikle sınav öncesi akşamlar, yatakhanede çok önemlidir. Konuyu iyi bilenler herkesi çevresine toplar ve anlatır. Bu elbette derslerimizde büyük bir avantaj sağlıyor bize.”
Elif Parlak: “Yedi gün yatılı özellikle başka şehirlerden gelenler için çok büyük bir rahatlık oldu. Yatılı okulda insanları çok daha fazrklı tanıyorsunuz. Belki normal hayatta olmayacağınız kadar yakın olabiliyorsunuz. Şu anki oda arkadaşımla aynı odada kalmasaydık, bu kadar yakın olmayı bir kenara bırakın muhtemelen birbirimizi tanımazdık bile”.
Burak Başoğul: “Benim için yatılılığın tek zorluğu var. Bugüne dek ne çamaşır yıkadım, ne de ütü yaptım. Ama yatılı olunca bunların tamamını öğrenmek durumunda kalıyorsunuz. Bunun dışında hiçbir zorluğu yok açıkçası”.
“Osmanlı Sarayının Çocukları: Şehzadeler ve Hanım Sultanların Yaşamları, Giysileri”
Aygaz’dan bir kültür eseri daha
Doç. Dr. Hülya Tezcan’ın hazırladığı “Osmanlı Sarayının Çocukları: Şehzadeler ve Hanım Sultanların Yaşamları, Giysileri” adlı kitap Aygaz tarafından tarih ve sanatseverlerin beğenisine sunuldu
Aygaz’ın 1997 yılından bu yana yayımladığı kültür ve tarih eserlerinin sekizincisi, Doç. Dr. Hülya Tezcan’ın hazırladığı “Osmanlı Sarayının Çocukları: Şehzadeler ve Hanım Sultanların Yaşamları, Giysileri” adlı kitap, tarihseverlerin beğenisine sunuldu. Topkapı Sarayı Müzesi’nin katkılarıyla hazırlanan kitapta, altı yüzyılı aşkın süre dünya tarihine yön veren Osmanlı saraylarında büyüyen, çocuk yaşta büyük önem ve güce kavuşan şehzade ve hanım sultanların yaşamı farklı bir açıdan ele alınıyor.
“Osmanlı Sarayının Çocukları: Şehzadeler ve Hanım Sultanların Yaşamları, Giysileri”, 15. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına kadar süren dönemde, Osmanlı saray çocuklarının doğumlarından aile içindeki statülerine, eğitim, düğün gibi sosyal yaşam olgularına, giyim kuşamlarına, portre fotoğraf ve tablolardan mühür gibi kişisel eşyalarına kadar pek çok konuya değiniyor. 250’den fazla fotoğrafın yer aldığı kitap, Osmanlı saray yaşantısının tarih kitaplarında çok işlenmemiş bir yönünü sunuyor.
Topkapı Sarayı Müzesi’nin koleksiyonu çerçevesinde hazırlanan kitabın çekirdeğini, 27 yıl boyunca müzenin “Padişah Elbiseleri Bölümü”nün küratörlüğünü yürüten Doç. Dr. Hülya Tezcan’ın 1990’da, onarımı tamamlanan sultan kostümlerinin yer aldığı geçici sergi için hazırladığı makalesi oluşturuyor.
Tezcan, sergiden sonraki 16 yıl süresince yurtiçinden ve yurtdışından kurum ve akademisyenlerin makaleye katkıları doğrultusunda çalışmasını genişletti. Dönemin tarihlerine, arşiv belgelerine, surnâmelere, veladatnâmelere, teşrifat defterlerine ve araştırmalara bakarak, adı geçen malzemeleri Topkapı Sarayı Müzesi’nin ve diğer müzelerin arşivlerinden tespit ederek inceleyen ve görüntüleyen Tezcan, derlediği bilgileri tarihi bir arka plan üzerine yerleştirerek kitaplaştırdı.
Şehzade ve hanım sultanların Osmanlı hanedanının yönetim politikasındaki yerini anlatarak başlayan kitap daha sonra, hanedanın aile içi ilişkilerinden, doğum ve ölüm durumlarındaki geleneklerden bahsediyor. Osmanlı saray çocuklarının tüm eğitim süreçlerini; sancağa çıkış, kafes hayatı ve tahta çıkış gibi önemli olayların akışını aktaran kitapta, hanım sultanların vakıfları ve saraydaki evlilik ve sünnet düğünleri de ayrıntılarıyla anlatılıyor. Şehzadelerin, hanım sultanların giyim kuşamı ile tuğra, mühür ve hatemleri de inceleyen kitabın sonunda portre ve fotoğraflardan oluşan bir bölüm yer alıyor.
Satış fiyatı 135 YTL olarak belirlenen kitap; Ankara, İstanbul, İzmir, Antalya, Bursa, Bartın, Mersin gibi şehirlerdeki seçkin kitapevlerinde satışa sunuluyor.
“Osmanlı Sarayının Çocukları: Şehzadeler ve Hanım Sultanların Yaşamları, Giysileri”nin tanıtımı için Aygaz Genel Müdürlük’te düzenlenen davette Aygaz Yönetim Kurulu Başkan Vekili ve Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ömer M. Koç, “Osmanlı hanedanı mensuplarının aile, günlük hayatları hakkında maalesef büyük bir bilgi eksikliği söz konusudur” dedi. Bu konuların gereken şekilde araştırılmadığının altını çizen Ömer M. Koç, “Bilhassa Topkapı Sarayı’nda günlük hayata dair çok sayıda eşya olmasına rağmen, bu nesnelerin büyük bir kısmının ciddi bir araştırma içinde ele alınmamış olması esef vericidir. Kanaatimce Doğu’da hatırat geleneğinin yakın döneme kadar var olmayışı bu noksanı pekiştirmiştir” diye konuştu.
Aygaz Genel Müdürü Mehmet Ali Neyzi ise Aygaz’ın kültür ve sanat alanında önemli projeleri hayata geçirmeye çalıştığını vurguladı.
“Kadın” dengenin rolüdür
“Yabancı Damat” dizisinde “Feride” rolüyle aileyi birarada tutan denge unsuru kadını canlandıran ünlü oyuncu Sumru Yavrucuk, Fransızca bilen, vals yapan annesinin de, birçok zaman ev içinde kendisinin de “Feride” rolünü üstlendiği anlatıyor. Sumru Yavrucuk’a göre, Türkiye’de aile içindeki dengeleri ‘kadınlar’ kuruyor
Tiyatroda oynadığım zaman televizyonun çok katkısını görüyorum. Televizyonda oynadığım zaman da konsantrasyon açısından tiyatronun çok faydasını görüyorum.
Yabancı Damat dizisinde, “benim” diyen Gaziantepli bir kadına taş çıkaran “Feride” rolündeki performansıyla tanınan, şivesinden, mimiklerine tipik bir Türk kadınının evdeki denge rolünü karikatürize ettiği tiplemesiyle özellikle kadınların gönlüne taht kuran Sumru Yavrucuk’la Harbiye Divan Pub’da sohbet ettik. Dizi ile Tiyatro sahnesi arasında koşturan Sumru Yavrucuk, evdeki rolünü ise “klasik kadın” olarak tanımlıyor. Koç Holding deyince akla ilk gelen marka tabii Arçelik oluyor, bir de Migros. Türkiye’deki her evde olduğu gibi onun için de Arçelik markası bir anlamda “hayatı kolaylaştıran amblem” olmuş. Yoğun çalışma hayatını ise keyifle anlatıyor Sumru Yavrucuk.
Yabancı Damat dizisindeki “Feride” aslında 20 yıllık bir tiyatro tecrübesinin ürünü. 14 yaşında gözünü kırpmadan “evden kaçarak” girdiği Ankara Devlet Konservatuarı Sınavları’nda başarılı olduğundan bu yana sahne tozu hayatının en önemli parçası olmuş Sumru Yavrucuk’un. Yavrucuk, aslında “Yabancı Damat” dizisindeki “Feride” karakterinin “Fransızca bilen, vals eğitimi alan, kültürlü annesinin” Gaziantepli orta sınıf kadın modelini oynadığını belirtiyor. O nedenle şive ve biraz da mimik sorunu dışında rolü benimseme konusunda hiç sıkıntı çekmemiş. Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Yüksek Bölümü'nü birincilikle bitiren Sumru Yavrucuk; 1982 yılından bu yana İstanbul Devlet Tiyatrosu sanatçısı.
“Macbeth”, “Abdülcanbaz”, “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”, “Yedi Kocalı Hürmüz”, “Kadınlardan Konuşalım” ve hala oynadığı “Leenane'in Güzellik Kraliçesi” onun rol aldığı en tanınan oyunları arasında. Sumru Yavrucuk tüm bu oyunları arasında 10 yıl boyunca "Sessiz Tiyatro" adlı, işitme engellilerin oluşturduğu topluluğu da yönetmiş. Beyaz Perde’de ise “Yorum Yok”, “Seni Seviyorum Roza”, “Çıplak”, “Sır” filimlerinin başrollerinde oynayan Yavrucuk, halen Eskişehir Anadolu Üniversitesi'nde de drama dersleri veriyor. Tiyatroda üç kez Avni Dilligil, iki kez Afife Jale ödüllerini kazanan sanatçının sinemada Altın Portakal, Altın Koza ve Altın Objektif ödülleri var. Ancak Sumru Yavrucuk, en büyük korkusunun ödül aldıktan sonra konuşma yapmak olduğunu belirtecek kadar da mutevazi. Yıllardır İstanbul Devlet Tiyatro’sunda kapalı gişe oynadığı “Leenane'in Güzellik Kraliçesi” eseri için de İrlanda dansı öğrenen, piyano çalıyormuş gibi yapmayı reddedip ders alarak Schubert çalar hale gelen Sumru Yavrucuk şu aralar dizi ve bu oyunun yanısıra Genco Erkal’la Dostlar Tiyatro’sunda da çalışıyor. Genco Erkal’la her ay bir hafta oynadıkları “Fay Hattı” oyunu da Sumru Yavrucuk açısından oldukça keyifli bir deneyim olmuş. Sumru Yavrucuk, 20 yıllık sanat hayatına ilişkin sorularımızı yanıtladı.
Önce Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümüne girişinizle başlayalım sohbete.
Tiyatro okumak istediğimi anladıktan sonra konuyu aileme açtım. Daha doğrusu bildirdim. Bizim ev devlet dairesi gibiydi. Konular önce anneye açılır, sonra bekleme süresi başlar, babamın kararı da biraz zaman geçtikten sonra gelirdi. Ancak tiyatro okumak istediğimi anneme bildirdiğimde babamdan yanıt hemen geldi: “Hayır”... Hep evde çok zor yürüyen o bürokratik süreç, bu kez aniden hızlandı. Nitekim olumsuz cevabı aldım. Bir süre bekledim. İki ay kadar sonra yineledim teklifimi, "Konservatuara girmek istiyorum." Bu kez daha net cümleler geldi babamdan: “Şan bölümü olabilir, ama tiyatro olmaz...” Hayat zordu yani. Babama göre şan daha zararsız, daha yakışan, daha derli toplu, disiplinli bir bölümdü. Önce şan bölümüne girdim. Ama gönlüm tiyatrodaydı. Zaten sınavlara da babamın bir seyahatini duyunca başvurdum. İstanbul’da oturuyorduk. Babam yine bir iş seyahatine çıkıyordu. Sabah beraber kahvaltı yaptık, çok güzel bir kahvaltıydı. Babam bir hafta Kanada’ya gidecekti. Ben de o sırada Ankara’da konservatuarın sınavına girecektim. Annemin, kadıncağızın parasını aldım, yol parası verdi falan. Babam evden çıkar çıkmaz, ben de çıktım atladım Ankaraya gittim. Konservatuar sınavına girdim, kazandım. Bu arada babam pasaportta problem olunca tekrar eve gelmiş. Annem kapıyı açmış. Babam “Sumru nerede?" diye sormuş, Yanıt "Ankaraya gitti" olunca babam çıldırmış ve "Delirtmeyin beni, daha iki saat önce birlikte kahvaltı yaptık, böyle bir şey hiç konuşulmadı" diye bağırmaya başlamış, annem de düşüp bayılıvermiş... Yani “Feride” rolünde hiç zorlanmadım. Dilini çözmek için oldukça fazla eğitim aldım, ama karekter çok tanıdıktı. Mesela annem yıllarca babamı “Sumru şan bölümünde okuyor” diye idare ettikten sonra, babam tiyatro bölümünde okuduğumu öğrenince okulu basmıştı. Ancak ilk oyunumda en ön sırada oturuyordu ve yanındaki kadına "Bu benim kızım" dedi. Onun sesini duydum, muhteşem bas sesi vardı.
Peki dizi, tiyatro ve sinema. Hangisi sizin için vazgeçilmez?
Aslında dizinin çekimlerinde sette bana yer yer, kamera seyircinin nefesi gibi geliyor. İkisinin birbirine kesinlikle çok katkısı oluyor. Yani ikisinin de çok faydasını görüyorum. Tiyatroda oynadığım zaman da televizyonun çok katkısını görüyorum. Televizyonda oynadığım zaman da konsantrasyon açısından tiyatronun çok faydasını görüyorum. Elbette oyunculuk çok başka bir tarz ama tiyatro çok farklı bir disiplin istiyor, o çok uzun bir yol bir maraton. Orada sürekli bir disiplin içinde olmanız gerekiyor. Tiyatro başka bir şey kaldırmıyor, o yüzden dizi çektiğim zaman kendimi yaramaz çocuklar gibi hissediyorum. Yani "yemek yiyebilirim; şekerim düşse ne olur? Amaaan, yarım saat sonra kendime gelirim" gibi.
Tiyatro seyircisini nasıl etkiledi Yabancı Damat dizisi.
Benim yıllardır kemik bir seyircim var zaten tiyatroda. Şimdi seyircim biraz değişti. Dizi seyircileri de gelmeye başladı. Beni canlı performansta görmek istiyorlar. Oynunda ise çok asi bir kızı oynuyorum. İrlandalı, evde kalmış bir kızı oynuyorum. Kızın çelişkileri var. Evlenmemiş, yıllardır annesiyle yalnız yaşamak zorunda kalmış, yaşı geçmiş ve âşık oluyor. Aşkını mı sahiplenecek, annesine mi bakacak? Soru işaretleri arasında kalıyor ve sonunda annesini öldürüyor o noktaya geliyor. Seyirciler ise önce benim “Feride” olmadığımı anlamakla geçiriyor zamanlarını. Ondan sonra o yeni kadına adapte olmaya çalışıyorlar...
Yeni projeleriniz var mı?
Şu anda “Yabancı Damat” doludizgin gidiyor; reytinglerimiz çok iyi durumda. O nedenle sezonun sonuna kadar “Yabancı Damat” devam edecek. Aklımda bir proje var. Bir süreden beri oynadığım “Leenane'in Güzellik Kraliçesi” oyunundaki İrlandalı kadın rolünü sinemaya geçirmeye çalışıyorum.
Yağmurlu bir günde Dolmabahçe’de...
On yıldır kesintisiz yayınlanan otomobil dünyasını anlatan “Sinyal” programının yapımcısı Ahmet Özgün ile yeni Ford Fusion’a binip Dolmabahçe’ye doğru uzandık. Konumuz elbette otomobiller oldu
Sinyal programcısının yapımcısı Ahmet Özgüne yeni Ford Fusion’u motorundan bagajına, iç hacmine kadar bütün yönleriyle uzun uzun inceledi ve daha sonra sorularımızı yanıtladı.
Uzun yıllardır otomobillerle içiçesiniz. Bu sevda nereden kaynaklanıyor?
Yedi yaşımdan beri hayatımı otomobilden kazanıyorum. Yaşım 35; yani 28 yıldır hayatımı otomobillerden kazanıyorum. Otomobil yıkayarak başladık. Daha sonra yedi yaşımda, kardeşlerim ve iki arkadaşımla mahallede bir oto yıkama şirketi kurduk. Mahalledeki bütün otomobillerin yedek anahtarları bizdeydi. O yıllarda otomobil yıkayarak hayatımızı kazanmaya başladık. Yurtdışında her zaman otomobillerle aşinaydık. Zaten üçümüzün de en büyük hobisi otomobillerdi. Otomobil alıp modifiye etmeyi çok severiz, yarış otomobili alıp tamir etmeyi severiz. Babam da zaten mühendisti, belki bu tutku ondan geliyor. Üniversiteye geldiğim zaman, çok büyük bir üretici firmanın yedek parça deposunda çalıştım. Üniversite paramı öyle çıkardım. Kardeşim otomobil kiralayarak üniversite parasını çıkardı. Daha sonra otomobil programları yaparak bu tutku devam etti. Çocukken ilk oyuncağımız otomobildi, o günden bugüne hiç bırakmadık.
Evet, otomobil kullanmayı çok seviyorum. Ama trafikte risk alarak, delilik yaparak otomobil kullanmayı hiç sevmem; böyle kullanılmasından da hoşlanmam. Yurtdışında her zaman, günlük 30 dolar vererek yarış pistlerine girip otomobil kullanabiliyorsunuz. Türkiye’de ne yazık ki bu yok. Yarış pistinde hızlı kullanmayı çok seviyorum. Bu çok keyifli. Go-kartım var. Burada kategorisi olmadığı için yurtdışında yarışıyorum. Onu kullanmak da büyük keyif veriyor. Otomobil mekaniğine çok meraklı olmama karşın standart parçalardan hoşlanmıyorum. Mutlaka bir modifiyesi olmalı. Daha büyük disk frenler varsa onları kullanmayı tercih ederim. Otomobilleri modifiye etmek için uzun yıllar harcadık. Kardeşimle gece gündüz garajda bunu yapardık.
Favori rotalar, güzergâhlar var mı?
En sevdiğim İstanbul Park rotası. Orada kimi test günleri oldu. O günlerde bu pistte otomobil kullandım, birkaç kez Formula 1 pilotlarının yanına oturdum, onların nasıl otomobil kulandıklarını gördüm. En sevdiğim parkur orası. İkincisi İzmit Körfez Yarış Pisti, üçüncüsü de İzmir Pınarbaşı Yarış Pisti. Şehirlerarası yollardan bahsedersek en sevdiğim yerlerden bir tanesi Çanakkale’deki milli park. Gelibolu’dan Seddülbahir Köyü’ne kadar giden yol en sevdiğim güzergâhtır esasında.
Yurtdışındaki otomobil kullanış alışkanlıklarıyla Türkiye’yi karşılaştırabilir misiniz?
Yurtdışında herkes çok defansif otomobil kullanıyor; ama Türkiye’de kimse korkmuyor. Halbuki yeni kanunların insanları nasıl sıkıştırdığını bilseler kimse böyle agresif otomobil kullanmaz. İhmalden kaynaklanan, ölümle sonuçlanan trafik kazalarının cezaları üç yıldan başlıyor. Ama bizim halkımızda hiç korku yok. İnsanların herhangi bir durumda en ufak bir kazada içine girecekleri durumu gözlerinin önünden geçirmeleri gerekiyor; ama Türkiye’de kimsenin umurunda değil. Sürekli bir inatlaşma var; herkes biraz daha hızlı gideyim, biraz daha risk alayım diye düşünüyor. İnsanlar streslerini trafikte atıyorlar. Trafikte sıkışıklıktan dolayı stres var. Ama inanın bu sıkışıklık Amerika’da da var. Sabah yedide Los Angeles’ta 30 kilometre otobanda gitmeye çalışın, İstanbul’dan hiçbir farkı yok. Ya yarım saat erken kalkacaksınız ya da bu strese katlanacaksınız. Ama bunu direksiyon başına yansıtmamak gerekiyor. Paris’te Londra’da durum farklı değil. İstanbul bu dünyada tek değil. Ama dünyada herkes bu durumun farkında ve buna rağmen defansif kullanıyor. Çünkü herkes bir kazaya girerse ya ehliyetinin alınacağının ya büyük bir ceza alacağının ya da hapse gireceğinin gayet farkında.
Uzun bir süredir “Sinyal” programı devam ediyor. Program nasıl gidiyor?
Program on yıldır yayında. Zaten biz yurtdışından “Sinyal” programını yapmak için geri döndük. Her yıl çizgimizi değiştirerek devam ediyoruz. Şu anda da eğlendirerek eğitim vermek için elimizden geleni yapıyoruz.
Türkiye’de otomobil çok seviliyor ama buna karşın otomobil programları çok az. Sizce bunun nedeni ne?
Son bir kaç haftadır neredeyse bütün televizyon kanallarının bir otomobil programı yapmaya hazırlıklı olduğunu gördüm. Dergilerdeki yoğunluk yakında televizyonlara sıçrayacak. Ama bir otomobil programı yapmak gerçekten de kolay değil. Çok uzun saatler alıyor. Bir otomobili test etmek için üç gün kullanıyorsunuz, iki gün çekim yapıyorsunuz, sonra montajı ancak yayına yetiştiriyorsunuz. Üstelik 30 dakikalık programın yedi dakikası çıkıyor. Bu işi güzel yapmak istiyorsanız geniş bir kadroyla çalışmak zorundasınız.
Geçtiğimiz yıl Türkiye ilk kez bir Formula 1 yarışına ev sahipliği yaptı. Bu yarış Türkiye’de neleri değiştirdi?
Ben yarışa gittim. Bütün tribünler doluydu. Yanımda bir baba ile kızı oturuyordu. Ellerinde Ferrari bayrakları vardı. Eminim ki hayatlarında evlerinde hiç yarış seyretmemişlerdir, o otomobilin teknik özelliklerini ya da pilotların; ama gelmişler ve o keyfi tatmak istiyorlar. Bu nedenle ben Formula 1’in otomobil tutkusuyla ilgili bir kıvılcım olduğunu düşünüyorum. Ondan sonraki yarışlarda tribünler dolmadı. Özellikle Formula 1’in otomobil sevgisi konusunda lokomotif organizasyon olduğuna inanıyorum. Ülkemiz için çok büyük katkısı oldu. Yabancı dergilerde sürekli Türkiye’den bahsediliyor.
Sizin “Sinyal” programı dışındaki bir başka işiniz de bir otomobil simülasyon merkezi. Biraz bundan bahseder misiniz?
Speed City adındaki bu simülasyon parkını biz birkaç ay önce açtık. Dünyada bunun bir eşi benzeri yok. Otomobille insanların sokaklarda yarışması yerine gelip simülatörlerde yarışmasını istedik. Bunlar standart yarışlar değil. Bowling gibi oturup keyifli ve rahat bir şekilde zaman geçirebileceğiniz bir yer değil. Buraya geldiğiniz zaman biraz heyecanlanmanız ve agresifleşmeniz gerekiyor. Agresif sürüşü direkt buraya taşımanız gerekiyor. Dört tane Formula 1 aracımız var. Dört pilot aynı anda pistte birbirleriyle yarışmaya başladıklarında ben de mikrofonu alıyorum ve yarışı anlatmaya başlıyorum. Oraya oturmak sahneye çıkmak gibi bir şey oluyor. İnsanlar bu stresi sevmeye başladı. Orada sadece Formula 1 yok. Üç tane ralli aracımız var. Kısa bir süre sonra dört araç olacak. Ralli araçları da tıpkı Formula 1 araçları gibi birbirlerine kilitli ve birbirleriyle yarışabiliyorlar. Rallicilerin, go-kartçıların ve pist yarışçılarının büyük bir kısmı gelip orada yarışıyor ve çok fazla stres yapıyorlar. Diğer insanlar gibi değiller.
Setur’da CRM çalışmaları devam ediyor, müşteri sadakati artıyor
Müşteri memnuniyeti ve sadakatini yaratarak kurum kârlılığını arttırmayı hedefleyen Setur, çalışmalarını sürdürdüğü CRM’i 2006 yılı boyunca Koç Grubu şirketleriyle yürüteceği birçok ortak kampanya ile desteklemeye ve müşterileriyle doğru ilişkiler kurarak başarısını pekiştirmeye devam edecektir.
Setur; Ekim 2005 itibarıyla başlattığı kampanya çerçevesinde Opet Kart ve Migros Club Kart sahiplerine, nakit veya taksitli alışverişlerde binde 5 oranında puan kazanma imkanı sunuyor.
Sayıları 4,2 milyona ulaşan Migros Club Kart ve 700 bine yaklaşan Opet Kart kullanıcıları, Paro podlardan kartlarını geçirerek Setur’dan puan kazanabiliyor ve kazandıkları puanlar ile hem Opet İstasyonları’ndan ücretsiz akaryakıt veya promosyon alabiliyor hem de Migros Mağazaları’ndan bedava alışveriş yapabiliyorlar.
Uygulamanın başlangıcından 2006 Mart ayına kadar Opet Kart ve Migros Club Kart ile toplam 1266 adet işlem gerçekleştiren müşterilerin yarattığı ciro 1 milyon 822 bin 926 YTL ve kazandıkları puan 9 bin 116 YTL’ye ulaştı.
Sadece Setur acentelerinde geçerli olup, yetkili acenteleri kapsamayan puan uygulaması, yurtiçi turlar, yurtdışı turlar, The Cruise Line, yurtiçi araç kiralama, yurtiçi ve yurtdışı uçak bileti ürünlerinde geçerli. Puan uygulamasının yapıldığı Setur ofisleri ile ilgili detaylı bilgiye www.setur.com.tr internet adresinden ulaşılabiliyor.
CRM çalışmalarına etkin bir şekilde devam eden ve bu doğrultuda turizm alanındaki rekabet gücünü artırmayı hedefleyen Setur, 2006 yılının ilk aylarında sektördeki profesyonel Koç Grubu şirketleriyle çok yönlü ortaklık anlayışını devam ettirecek çapraz kampanyalar hedefliyor.
2005 yılı sonlarına doğru dünyanın en büyük markalarından biri olan Costa Cruises’ın Türkiye’deki tek temsilciliğini almış bulunan Setur, Aygaz dökmegaz müşterilerine Costa Cruises ile yapacakları seyahatler için %10 ve 100 euro indirim imkanını sunmaktadır.
Yine 2006 yılının ilk aylarında, Ford Club Prestige üyelerinin Uludağ Hotel Monte Baia’da Ocak ve Mart ayları arasındaki konaklamaları için geçerli olacak %10 indirim kampanyası da gerçekleştirilmiştir.
Setur Satış ve Pazarlama Müdürü Gökhan Dedeoğlu, yapılan CRM çalışmalarını şöyle değerlendiriyor:
“Müşterimizin beklentilerine daha fazla odaklanarak daha doğru strateji ve çözümler geliştirerek, ürün ve hizmetlerimizi bu yönde şekillendirmek istiyoruz. Müşterilerimizi değer, davranış, ihtiyaç ve diğer benzeri karakteristik özellikleri temelinde ayrıştırarak, şirket müşterilerinden pasifleşenlerin geri kazanılmasını ve yüksek potansiyellilerin sadık müşterimiz haline gelmelerini, Koç Grubu’ndaki diğer şirket müşterilerinin kazanılması yoluyla yeni müşteri elde edilmesini hedeflemekteyiz. Profesyonel, konusunda uzman bir ekipten danışmanlık aldığımız için önceki senelerde yaptığımız çalışmaların verimini 2006’da görebilmeyi umuyoruz. Bu yıl müşterilerimize değerli ve özel olduklarını daha çok hissettirmeyi amaçlıyoruz, bunun sonucunda müşteri memnuniyeti ve sadakati ile birlikte ciro ve kârlılık artışı sağlayacağımızı düşünüyoruz’’
Selen Sözer
Pazarlama Sorumlusu
Kartlar Vadisi’nde futbol!
Bulunduğum damdan aşağısı bir stadyum bugün... Hava açık, havada uçuşan küfürler havadan daha açık! Zemin futbol oynamaya müsait görünse de kimsenin ne futbol oynamaya, ne futbol seyretmeye ne de futbol maçı yönetmeye niyeti var gene!.. Seyirci-Futbolcu-Hakem’den oluşan “Futbol Şeytan Üçgeni” Kartlar Vadisi’ndeki yerini almış, bir futbol savaşı daha başlamak üzere... Madem futbol denen güzelliği “savaş” vaziyetine çevirdik, o zaman bu işin de belli standartları olmalı dedim ve Damdaki Mizahçı Standartlar Enstitüsü Başkanı olarak şu yeni standartları getirdim:
1- Bir maç sırasında hakeme edilecek küfürlere de acilen standart getirilmelidir. Aile fertlerine küfür yasağı getirilmelidir. Maçtan önce hakemin bu konuda görüşü alınmalı ve; “Kimlere küfür edilmesi gerektiği” kendisine sorulmalıdır. Hakem bu noktada, arasının açık olduğu, sevmediği, nefret ettiği bazı yakınlarının/akrabalarının isimlerinin listesini yapabilir ve hakemin verdiği bu listedeki isimlere maç sırasında küfür edilebilir. Böylece hem seyirci rahatlamış olur, hem de hakemin rencide edilmesi engellenmiş olur. Hatta hakem bile bu küfürlere katılıp aynı kişilere ağzına geleni söyleyebilir
2- Bir orta hakemin ve ona bağlı olarak da tabii ki yan hakemlerin herhangi bir maçta vereceği yanlış kararların standart bir sayısı olmalıdır. Liglerimizin haline bakılacak olursa bu bir an önce uygulanması gereken bir standarttır. Zira Türk orta ve yan hakemliği orta yerde kalmış, yan çizen bir görüntü sergilemektedir. İşte bu nedenle bir orta hakem ve iki yan hakemin bir maçta en fazla 9 yanlış karar vermesi standardı getirilebilir. Hani penaltı için var olan 9 kusurlu hareketten yola çıkarak, gerçi sonra bu sayı 10 oldu ya, neyse biz 9 diyelim hakemlerimizin ayağı, pardon düdüğü alışsın. Yani bir maçta dokuzdan fazla hata yaptığı saptanan bir hakemin derhal hakemlik standardı iptal edilmeli ve kendisine Standart Liege maçlarında top toplama görevi verilmelidir.
3- Hakemlerin kural hatası yapması ülkemiz liglerinde sanki bir âdet haline gelmiştir. Eğer böyle bir âdetimiz varsa bu âdete sahip çıkmak toplumun vazifesi olmalıdır. Bu nedenle kural hatası TSE standardı haline getirilerek bir âdet-gelenek-görenek statüsüne alınabilir. Tabii burada fanatik taraftarların, “Kural hatası bizim töremizdir” diyerek bir süre sonra kural hatası cinayetleri işlemeye başlama tehlikesi de var, bunu da unutmayalım!
4- Bir maçta hakemin kafasına atılacak maddelere de bir standart getirmek artık şart olmuştur. Daha yumuşak maddeler atılması için seyirci teşvik edilmelidir. Örneğin stat girişlerinde hakeme atmak için “yastık” satılabilir. Hatta hakeme atılacak yastıklar kaza anlarında açılan hava yastıklarından da olabilir. Ayrıca her maçta koltukları söküp sahaya atan seyircileri (!) belediyeler yıkım ekiplerine alıp çalıştırabilirler.
5- Gol atan futbolcunun biraz fazla sevinç göstermesi rakip takımın taraftarlarını tahrik etmekte, olaylar çıkmaktadır. Bu yüzden gol atan futbolcu golü attıktan sonra gayet ağırbaşlı ve vakur bir şekilde, herhangi bir sevinç ifadesi olmadan, son derece ciddi bir duruş sergilemeli hatta ve hatta gol attığı için gidip hemen rakip takımdan özür dilemeli, onların acısını paylaşmalıdır!..
6- Futbol maçlarında sürekli olarak; “Ölmeye ölmeye ölmeye geldik” diye böğüren seyirciler arasından seçilen işsiz gençlerin bir an önce “Mezarlıklar Müdürlüğü”nde geçici personel olarak işe alınması sağlanmalıdır!.. Bu zat-ı ölümseverler, bu sayede en azından ölmüşlere hizmet eder, belki de ölmek için futbol maçına gitmenin ne denli anlamsız olduğunu fark ederler, belli mi olur?.. Gelecek aya dek dam üstünden gülekalın!..
Dostları ilə paylaş: |