NEDEN SOVYET HÜKÜMETİ YAKUTİSTAN’I BIRAKMIYOR?
Yazımızın son bölümünde, Moskova’yı ne pahasına olursa olsun, Yakutistanı kendi sömürgesi gibi elinde bulundurmaya sevk eden sebepler üzerinde durmak istiyoruz. Sovyet Hükümeti, Yakutistanı Rus İmparatorluğundan kendine geçmiş olan bir toprak mirası gibi görmektedir. Yakutistan oldukça zengin tabii servetlere sahip bulunduğundan, bu servetler Yakutistan’ın kendi ihracat malı olarak dış ülkelere sevk edilirse, Sovyet sanayisi bundan zarar görecektir.
Şu kadarını kaydetmek kafidir ki, sadece 1840 yılında Lena altınının keşfi, Petersburg ve Londra’nın Yakutistan’a olan ilgisini çekmişti. Son yıllarda jeoloji ve keşif ekipleri Yakutistan’da her çeşit sonsuz zenginlikler ortaya çıkarmaya başlamıştı. 1924’te Proletaesk, Oroçen, Lebedino, Cekondin, Kuranah, Zolotinsk, Turuk’ta yeni altın madenleri bulunmuştu. Diğer başka bölgelerde de altın bulunmaları başlamıştı, hem de 5 kişilik ekipler bu altınları bulabiliyordu. Bunun yanında kömür ve kalay madenleri, bakır madenleri ortaya çıkmaya başlamıştı.
1954-1956 yıllarında Yakutistanda petrol gazı kaynakları bulunmuştur. 1949 yılında ise Krestiya şehrinde Vilyu havzasında Mahra ve Botuoliya nehirleri boyunda elmas yatakları ortaya çıkmıştır. Daha sonra ise dünyaca ünlü kok kömürleri yatakları bulunmuştur. Bu nedenle Moskova’nın Yakutistan’a ilgisine şaşmamak gerekir.
Alman-Sovyet savaşı sırasında Sovyet ordusuna alınan Yakutlar, cesaretleriyle ün salmışlardır. Ne var ki, Sovyet Komutanlığı Yakutlara büyük askeri birlikler kurmalarına müsaade etmemiş, bunları karma kıtalar arasına dağıtmış ve Yakutların kumanda mevkilerine yükselmelerine müsaade etmemiştir. Yakutlar ordu içinde keskin nişancılıklarıyla tanınmışlardır. Yakut Dimitri Gulyayev, cephede isabeti ile ün salmıştı. 1941-1945 çarpışmaları sırasında 500 kadar düşman askeri öldürmüş ve not defterine kaydetmiş keskin nişancılara rastlanmıştır. Alman askerleri için Yakutlar bombardıman uçaklarından daha büyük bir tehlike arz ediyorlardı. Kaderin cilvesidir ki vaktinde Çarlık Rusya’sına baş kaldıran Yakutlar şimdi Sovyet Rusya’yı kahramanca savunuyorlardı.
Yakutların geleceği kendi ellerindedir, Yakutlar Sibirya’nın bazı küçük milletleri gibi asimile olup gitmeye niyetleri olduğu söylenemez. Uzun süren kış mevsiminde Yakutistanda sıcaklık -70 dereceye kadar düşmekte olmasına rağmen Yakutlar bu şartlara alışıktırlar. Yakutistanın ileride Türk halkları ailesinde geçmişte olduğundan çok daha fazla ve önemli bir rol oynayacağına şüphe yoktur.
KIRIM TÜRKLERİNİN KİTLE HALİNDE TÜRKİYE’YE GÖÇÜ
Rus Hükümetinin siyasi kararlarından dolayı Kırım Türkleri, 1785 yılından başlayarak, yani Kırım’ın Rusya’ya eklenmesinden iki yıl sonra kitle halinde Türkiye’ye göç etmeye başlamışlardır. 18. asrın son 25 yılı ve bütün 19. asırda yapılan bu göçler 1902 yılına kadar devam etmiştir. En kuvvetli göç dalgaları özellikle 1785-1800 yıllarında, 1828-1829 Türk-Rus harbinden sonra ve 1860-1862 yıllarında olmuştur.
Rus müelliflerinden PAVEL Sumarokov’un verdiğe bilgiye göre, 1875-1800 yıllarında 300.000 Kırım türkü Kırım’ı terk etmiştir. Şu ana kadarki Kırımlı araştırmacılardan Firdevski, bu rakamı kabul etmemekle ve kendi eserinde bu yıllarda Kırım’ı 500.000 Kırım Türk’ünün terk ettiği sonucuna varmaktadır. Hadiselere şahit olmuş akademisyen Pallas’ın yazdığına göre, bu göç neticesinde 18. asrın 90. yıllarında Kırım’da 600 köy boşaltılmıştı. Kırım’dan Türkiye’ye yapılan kitle halindeki bu göçler, büyük güçlükler ve engellerle karşılaşmış, göçmenlerden bir kısmı deniz yolculuğu sırasında Karadeniz’de boğulmuştu.
1806-1812 ve 1828-1829 yıllarındaki Türk-Rus harplerinden sonra başlayan ikinci göç dalgası sırasında 200.000 Kırım Türkü yurtlarını terk etmişlerdir.
1854-1855 Kırım harbi yıllarında Rus askeri ve sivil makamları tarafından Kırım Türkleri üzerinde yapılan sert ve ağır baskılar neticesinde 1860-1862 yıllarında Kırım’dan ve Nogay isteplerinden Türk halkının yeniden kitle halinde göçü başlamıştı. Resmi Rus istatistiklerine göre bu göçte Besarabya tarikiyle veya Karadeniz yoluyla 192.320 kişi Türkiye’ye sığınmıştı. Mamafih Rus tarihçisi Nikolski’nin kaydettiğine göre, gerçekte ise göçmen sayısı çok daha fazla idi. Zira bir çokları pasaportsuz gitmişlerdi. Hükümetin açıklaması resmi rakamlardı. Bu göç neticesinde yalnız Kırım Perekop ilçesindeki 320 Türk köyünden 278’i halk tarafından tamamı ile terk edilmiş, bütün Kırım’daki ise gene 315 köy tamamen boşaltılmak üzere 687 köyden göç yapılmıştı. Bu göç vakasına şahit olanlardan birinin yazdığına göre, göçmen Kırım Türkleri kafilelerle gidiyor, toprağı öpüyor, ağlıyor, ama gene de yollarına devam ediyorlardı.
Yollarda ölenlerin sayısı oldukça kabarık olmuş ve 60 bine yakın adam, açlıktan ve salgın hastalıklardan can vermişlerdir. Bu arada Tavrid vilayetine bağlı Militopol, Dneprovsk ve Berdiyansk gibi kıta ilçelerinin hemen hemen bütün yerli halkı yurtlarını bırakmış ve neticede bu ilçelerdeki Türk nüfusu sayısının oranı, İslavlara karşı %2’ye inmişti.
Kırım Türkleri tarafından terk edilen topraklara çok geçmeden, Rus hükümetinin Kırımdan boşalmış Türk köylerine ve yukarıda adı geçen kıta ilçelerine sevk ettiği Rus, Ukrayna, Alman, Bulgar, çek ve Eston kolonistleri yerleştirmişlerdi.
Yapılan bu göçler neticesinde 20. yüzyılın başlarına doğru 1.000.000 ila 1.200.000 arasında Kırım Türkü Kırımı terk etmiş bulunuyordu. Böylece 1783’den 19.asrın 80. yıllarına kadar yani bir asır boyunca Kırımın Türk halkı sayıca feci şekilde azalmış ve 1.500.000 kişiden 280.000 kişiye inmiştir.
Kırım’a Rus göçmenlerini iskan etmeye çalışan Rus Hükümeti, Kırım Türklerinin Kırım’dan göçlerine engel olmak şöyle dursun, aksine başvurduğu bütün tedbirlerle bu göçü daha ziyade genişletmeye çalışıyordu. Bunu, Rus Hükümetinin 1784, 1803 ve 1854 yıllarında olmak üzere Kırımdaki Türk Halkını üç defa sürgün etmeyi tasarladığı gerçeği ve Kırım arşivindeki mevcut Kırım Türklerinin Türkiye’ye göç meselesine ait bir çok belgeler iyice ortaya koymaktadır. Bu belgelerden anlaşılıyor ki Rusya İmparatorluğunun İçişleri bakanı Prens Adam Koçubey, 1803 yılında Tavrid genel valisine Türkiye’ye gitmek isteyen Kırım Türklerini durdurmaması ve bu göçleri teşvik etmesi hususunda direktif vermişti. Bu siyaset,1854 yılında kendi hükümetine, Kırım Türklerinin Rusya içerilerine yerleştirilmesi teklifinde bulunan Prens Menşikov tarafından da devam ettirilmiştir.
Çar 2. Aleksandr’ın Harbiye Bakanı General Lides’in 18562da Kırım Türklerinin kitle halinde göç etmek arzusunda olduklarını çara bildiren raporuna cevap olmak üzere aldığı gizli karar dahi bilinen gerçeklerdendir. Çar’ın bu kararında Kırım Tatarlarının Türkiye’ye gizli yada açık göçlerine engel olunmaması ve onların kendi istekleriyle göçleri, memleketleri Kırım’ı bu Zaralı halktan temizlemek için en iyi bir fırsat olduğu belirtiliyordu.
Yukarıda söz konusu ettiğimiz tarihi gerçekler, Kırım Türkleri için büyük milli bir felaket olan kitle halindeki göçlerin doğrudan doğruya Çar Hükümetinin Kırım’daki emperyalist-sömürgeci siyasetinin tahriki ile yapıldığını ortaya koymaktadır. Nogay isteplerindeki Türk halkının Türkiye’ye göç meselesini araştıran Rus tarihçisi Sergeyev’in yazdıklarına göre Kırım Türklerinin göçü dini sebeplerden ziyade, Rus polisleri, memurları ve sonradan gelerek Kırım topraklarını ele geçiren büyük toprak ağalarının sert ve haşin siyasetlerinden meydana gelmiştir. Yaratılan bu ağır şartlar karşısında Kırım Türklerinin başka seçenekleri kalmamıştır.
Kırım Türklerinin göçü, kendi ölçü ve neticeleri bakımından Kafkasya’nın Rusya tarafından istilasından sonra kuzey Kafkasya kabilelerinin kitle halinde Türkiye’ye sürülmeleriyle kıyaslanabilir. Kırımlıların göçleri, istila edilen Kırımda Çar hükümeti tarafından yapılan görülmemiş kötülük ve adaletsizlik yüzünden ileri gelmiş ve bugün ahfadı 2 milyon kişiyi bulan ve kendi anayurtları Kırım’ın dışında Kırım’ın dışında yaşamaya mecbur kalan Dış Kırım Türkleri problemi yaşatmıştır.
Kırım arşivinin sayısız belgelerine ve vakıalarına şahit bulunan kimselerin beyanlarına göre, Kırım’ın Rusya tarafından istilasından 19.asrın 80. yıllarına kadar, Kırım Türklerinin durumunda iyiliğe doğru her hangi bir değişiklik olmamış ve Çar Hükümetinin onlara karşı tutumu, çok olumsuz bir şekilde devam edegelmiştir.
Bu meseleyi Kırımın arşiv belgelerine dayanarak incelemiş olanlardan Arslan Kriçisink’nin yazdığına göre; Kırımdaki Rus makamları, sözüm ona, Rus devletinin menfaati fikri uğruna, asırlar boyunca sürekli keyfi idare havası içerisinde yaşayan Müslüman halkın haklarını çiğneye gelmişlerdir. Rus hükümdarlar Kırım’da halkın nüfus olarak azalmasını ve kültürce gerilemesi için çalışmışlardır. Kırım halkının toprakları arazi ve hazine davaları açılarak sistemli bir şekilde ellerinden alınmıştır.
1854-1855 Kırım harbi, Kırım Türklerine yeni felaketler getirmiştir. Kırım müttefik ve bu arada Türk ordularının çıkışı, Kırım Türk halkı arasında yakın zamanda Rus hakimiyetinden kurtuluş imkanının elde edileceği ümidini doğurmuştu. Bilindiği gibi, müttefikler safında bütün Kırım’ı Rus ordularından temizleme ve Kırım hanlığının bağımsızlığını yeniden ihya etmek fikri yer bulmuştu. Ne var ki bu düşünce, milletlerarası niteliğindeki bir çok sebepler dolayısıyla gerçekleşememiştir. Rus askeri ve sivil makamları müttefik orduların Kırım Türklerine karşı uyguladıkları dostça siyasetin aksine olarak kırım harbi sırasında müttefiklere sempati beslemekle şüphelendikleri herkesi tutuklamak sureti ile Kırım’ın yerli halkı arasında terör hareketine başlamışlardı. Tümgeneral Lavitski’nin söylediğine göre, Kırım harbinde Rus devriyeler yerli halka baskınlar düzenliyor, baskında yakaladıklarını asker kaçağı veya hain diye hükümete teslim edecekleri şantajı ile büyük haraçlar alıyorlardı.
Rus müelliflerinden Yevgeni Mardov, Sabastopol seferinde Rus hükümetinin Kırımdaki tutum ve davranışını şu sözlerle anlatmaktadır. ‘’Hırsız memurları, asacaklarına ve kurşuna dizeceklerine bizde Kırım kabilelerinden en dürüstü olan ‘’Türkleri’’ asıyorlar ve kurşuna diziyorlar. Bu harpte bu sakin ve faydalı kabileye yapılan haksızlık, kimseye yapılmamıştır. Bu siyaset neticesinde Kırım Türkleri kitleler halinde göç etmişlerdir. Aynı Markov bu hususta şunları da yazmaktadır.
Tatarları ancak kendilerinin mesut ve refahla yaşayabilecekleri kadim yurtlarını bırakıp gitmeye zorladılar. Kırımda hiç değilse bir ayını geçirmiş olan herkes, tatarlar kovulduktan sonra Kırımın mahvolduğunu derhal fark edecektir. İsteplerin kuru, boğucu sıcağına ancak onlar dayanabilir. Su çıkarma, dağıtma sırlarını onlar biliyorlar, herhangi bir Alman yada Bulgar’ın yaşayamayacağı yerlerde hayvan ve bahçe yetiştiriyorlardı. Yüzbinlerce dürüst ve sabırlı insan iktisadiyattan uzaklaştırılmış, deve sürüleri hemen hemen yok olmuştur. Eskiden 30 koyun sürüsünün dolaştığı yerlerde, şimdi bir tek koyun sürüsü görülmekte, çeşmelerin bulunduğu yerlerde şimdi boş havuzlar durmakta, çok nüfuslu sanayi köylerinin bulunduğu yerlerde yeller esmekte ve bu viraneler şimdi eski köyler yerine bütün ilçeleri kapsamaktadır.
19. yüzyıl süresince Kırım Türklerin karşılaştıkları bütün iktisadi, sosyal ve hukuki mahiyetteki zorluklara rağmen Kırımın Türk halkı, Rus kanunlarına göre ancak ilk öğrenimle sınırlandırılmış olan kendi milli halk okullarını ve medreseleri sadece kendi maddi kaynaklarıyla yaşatmak ve korumak kudretini kendisinde bulmuştur. Rus resmi istatistiklerine göre, 1867 yılında Kırımda 131 ilkokul ve 23 medrese vardı. Yukarıda adı geçen Markov’un istatistik rakamlara dayanarak verdiği bilgiye göre Kırım Türkleri, kendi durumlarının bütün ağırlığına rağmen, halk eğitim sahasında Rus ahalisini geride bırakmış ve 1867 yılında Tavrid eyaletinde Rus ahalisinden 66.1 kişi başına ancak bir öğrenci düştüğü halde, Kırım Türkleri 27.9 kişi başına öğrenciye sahip olmuşlardır. Bu husus, 1861 yılında Kırımda bulunduğu sırada Devlet Emvali Bakanlığının memuru prens Vasilçikov’un gözünden kaçmamıştır. O kendi raporunda, Kırım Türklerinin, bir çok medreselere sahip bulunduklarını ve buralarda kendi gençlerini okutarak terbiye ettiklerini kaydettikten sonra diyor ki; Bunun neticesinde basit bir Kırım Türkünün fikri gelişmesi, basit bir Rus’un fikri gelişmesinden çok daha yüksektir. Kırım Türkleri kapalı bir kültür hayatı yaşamakta ve bütün Rus geleneklerine karşı koymaktadırlar. Bu bakımdan denilebilir ki, Kırım istila edildiği halde, ahalisi henüz feth edilmekten uzaktır. Anlaşılan bu rapor etkisini gösterdi ki, Rus hükümeti 1860-1870 yıllarında Kırım’ın çeşitli bölgelerinde tahsisatı devlet tarafından verilen ve Kırım Türklerini Ruslaştırma ocakları haline getirilen sözüm ona ‘’Türk Tatar Karma Okulu’’ açmıştı. Türk tarafından olumsuz karşılanan bu okullarda Rus tarafı istediği verimi alamadı.
Rus Hükümetinin Kırım’da uyguladığı bu siyaset, Kırım Türklerinin sayısız protestolarını ve aktif mukavemetlerini görmüştür. Bilindiği gibi, 18. yüzyıl sonlarında Kırım’da, Rus hükümetince kitle halinde tevkifler ve Sibirya’ya sürgünler yapılmak yoluyla bastırılan halk ayaklanmaları vardı. Yüzlerce vakıa ile anlatılacak Kırım’daki olaylar 19. yüzyılda da devam etti. Bunlardan biri Bahçesaray bölgesinde 20.000 kişinin katıldığı 1808 ayaklanmasıdır. Geçen asrın 40. yıllarında kırım Türklerinin Rus hakimiyetine karşı milli protestoları, Ruslarca ‘’haydut’’ kendi milletince ‘’Yiğit Halim’’ olarak anılan Alim Azamatoğlu’nun şahsında ve önderliğinde gerçekleştirilmiştir. Kırım’ın dağlık bölgelerinde Ruslarla silahlı mücadele yapmış olan Yiğit Halim, sonraları Kırım’ın milli bir kahramanı olarak Kırım Türklerinin folklorunda yer almıştır.
Kırım için milli uyanış ve bağımsızlık ateşi, Rusya’ya ilhakın 100. yılında 10 Nisan 1883’de İsmail Bey Gaspıralı tarafından yakılmıştır.
MEHMET GİRAY SUNŞ
Şimali Kafkasya eşrafından Mehmet giray Sunş 76 yaşında olarak İstanbul’da ebediyete kavuşmuştur. Şimali Kafkasyalılar merhumun şahsında, kıymetli bir cemiyet adamını milli hürriyet mücahidini kaybetmiş bulundular. Aslen Balkar Türklerinden olan merhum, 1917 Bolşevik ihtilalinden evvel Şimali Kafkasya’nın Nalçik şehrinde Şimali Kafkasya Halk Mahkemesi üyeliği görevini yapmaktaydı. Aynı zamanda da Tiflis’te Çar Naibliğine bağlı Kafkas işleriyle ilgili muhtelif komisyon ve müşavirlere iştirak etmek sureti ile vatanı Balkaristan’ın ve Şimali Kafkasya’nın diğer bölgelerinin menfaatini savunuyordu.
Bolşevik tehlikesi belirince, merhum aktif ve enerjik bir surette Şimali Kafkasya milli kurtuluş mücadelesine katılıyor. Bolşevik istilasından sonra Sovyet terörü yüzünden memleketini terk etmek zorunda kalan merhum, hariçte Şimali Kafkasya Halk Partisini ve Varşova’daki meşhur anti-bolşevik teşkilatı saflarında komünizmle mücadeleye devam eder.
Mehmet Giray Sunş, Türkiye’de yaşadığı son yıllar zarfı dahi, Şimali Kafkasya Milli Merkezi üyesi olarak, Şimali Kafkasya’nın hürriyet ve istiklali uğrunda son nefesine kadar çalışmış, aynı zamanda Sovyet Komünist diktatörlüğünün boyunduruğu altında inleyen Türk-Müslüman memleketleri Bolşevik aleyhtarı cephesinde faal bir rol almıştır. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.
PROF. AHMET NABİ MAGOMA
(1897-1961)
Kuzey Kafkasya Milli Komitesi Reisi, tanınmış siyaset adamı, Prof. Ahmet Nabi Magoma, 26 mart 1961 tarihinde Almanya’nın Münih şehrinde ani olarak vefat etmiştir. Merhum 21 Ekim 1897 yılında Dağıstan’ın Andi Bölgesinin Godoberi köyünde, Kuzey Kafkasya’nın ileri gelen aydın bir ailesinden dünyaya gelmiştir. Merhumun dedesi, Kuzey Kafkasya’nın istiklali uğrunda çarlığa karşı 25 yıl boyunca savaşmış olan kahraman İmam Şamilin en yakın mücadele arkadaşlarından biri idi. Ahmet Magoma, ailesinin bu geleneğine sadık kalarak, bütün hayatını son nefesine kadar kurtuluş mücadelesine vakfetmiştir.
Bütün gençliğini Dağıstan’da geçiren Ahmet Nabi, orta tahsilini Dağıstan’ın başkenti Temir-Han-Şura’da yapmış ve 1917 de aynı şehrin lisesini birincilikle bitirmiştir. 1917 Rus ihtilali merhuma, yüksek tahsilini anayurdunda devam ettirmeğe imkan vermemiştir. İhtilalin hemen akabinde Dağıstan’da kurulan Dağıstan Milli Şurası Ahmet Nabi’yi, henüz çok genç olmasına rağmen, doğduğu Andi bölgesine, o devrin tabiriyle komiser tayin etmiştir. Ahmet Nabi elinde silah, Denikin’in beyaz ordusuna, sonra da Kızıl Orduya karşı aktif bir şekilde çatışmıştır.
Bolşeviklerin Kuzey Kafkasya’da kurdukları baskı ve terör rejimi yüzünden, anayurdunu terk etmek zorunda kalan Ahmet Magoma, bir ara Gürcistan’a sığınıyor. Azerbaycan ve Ermenistan’ın ardından Gürcistan’ı işgale gelen Kızıl Ordu1ya karşı merhum yeniden silaha sarılıyor. Kuzey Kafkasya ve Azerilerden oluşan bir küçük milis gücü kurarak savaşa devam eder. Kafkasların son kalesi Gürcistan’da Kızıl Ordu tarafından işgal edilince rahmetli son çare olarak Türkiye’ye sığınıyor. İstanbul’a yerleşen merhum faaliyetlerini buradan sürdürmeye başlıyor. Kafkas mültecilerine yardım için kurulan komiteye sekreter seçilir. Ahmet Magoma, Çekoslovakya Hükümetinin Kafkas mültecilerine yardım amacı ile verdiği burstan faydalanarak 1923 yılında Çekoslovakya’ya gidiyor. Prag Teknik Üniversitesine kayıt olur. Merhum Çekoslovakya’daki tüm tahsil hayatı boyunca Prag’da kurulan Kuzey-Kafkasya Talebe Birliği Yönetim Kurulu üyesi ve başkanı olarak başarılı iler yapar. Üniversiteyi bitiren merhum, mühendis olur. Aynı üniversitenin öğretim üyeliği görevine seçilen merhum, zamanla profesörlüğe kadar yükselir. Matematik, elektro-teknik, mekanik profesörü olarak ün yapar. Fakat merhum, aynı zamanda kızıl çizmeler altında inleyen vatanını hiçbir zaman unutmaz. Milli kurtuluş davalarıyla aktif şekilde ilgilenir.
Sovyet-Alman harbinin hemen başlarında, Almanların kitle halinde aldıkları milyonlarca Sovyet esiri arasında on binlerce Kuzey Kafkasyalı da vardı. Bunlar acele kurulmuş Alman esir kamplarında çok kötü şartlar altında yaşıyorlardı. Bu durum karşısında sessiz kalamayan merhum, üniversitedeki ilmi çalışmalarına son vererek Almanya’daki yurttaşlarının yardımına koşar. Onun gösterdiği büyük gayret nedeniyle on binlerce Kuzey Kafkasyalı esir kamplarından bırakılmış ve hayatlarını Almanya’da idame ettirmeye başlamışlardır.
Bu arada Berlin’de Kuzey Kafkasyalı eski ve yeni üyelerden oluşan Kuzey Kafkasya Milli Komitesi kurulur. Komite reisliğine oy birliği ile merhum seçilir. Ağır şartlar altında kalan merhum harbin sonuna kadar bu görevini sürdürür. Onun sayesinde harp bitiminde yüz binlerce Kafkaslı Sovyetlere teslim edilmekten kurtulmuştur.
Merhum ölümünden iki ay evvel, Amerika Birleşik Devletlerinde yaşayan yurttaşlarına hitaben bir vasiyet olarak kabul edilmesini istediği şu mektubu yazar.
‘’Biz yaşlıların günleri sayılıdır. Siz Kafkaslı genç mülteciler yerlerimizi doldurmalısınız. Amerika, dünya milletleri kaderinin halledildiği büyük bir devlettir. Saflarınızı sıkı sıkıya birleştirerek teşkilatlanınız. İnsan ve milletlerin en amansız düşmanına, halkımızı esaret zincirine vuran ve komünizm bayrağı altında yarın bütün insanlığı karanlığa ve hukuksuzluğa gömmeyi tasarlayan düşmana karşı mukaddes mücadele yürütenlerle beraber olunuz. Bir gün gelecek Kafkasya kurtulacak ve Avrupa ile Asya’nın hür milletleri arasındaki şerefli yerini alacaktır.’’
Sömürge halklarının kurtuluşu davası etrafında şiddetli bir mücadelenin cereyan ettiği bugün, bu sözlerin özel bir manası vardır.
Kuzey Kafkasya ve diğer Sovyet mahkümu milletlerin muhacereti, merhumun şahsında ileri gelen bir siyaset adamı, büyük vatansever ve fedakar bir mücahit hakkın rahmetine kavuşmuştur. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun. Nur içinde yatsın.
EKBER AĞA ŞEYHÜLİSSAM
Azerbaycan, keza Sovyet mahkumu diğer milletlerin Milli Kurtuluş Cephesi acı bir kayıp daha vermiş bulunuyor. Azerbaycan Milli Kurtuluş Cephesinin tanınmış şahsiyetlerinden Ekber Ağa Şeyhülissam 2 Mart 1961 tarihinde Paris’te hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Ekber Ağa, Azerbaycan eşrafından ve tanınmış siyaset şahsiyetlerinden idi. 1917 yılı Rus ihtilali arifesinde oluşan şartların zaruri bir neticesi olarak pek genç yaşlarında siyasi faaliyetlere ilgi gösteren merhum, o sıralarda teşekkül eden, Azerbaycan Sosyal Demokrat (Himmet) Partisine katılarak az zamanda partinin ileri gelenlerinden biri oluyor.
Milli Azerbaycan Cumhuriyetinin kurulmasını müteakip teşekkül eden hükümet kabinesinde bir ara Çalışma Bakanı olan merhum, daha sonra da Azerbaycan Cumhuriyetinin fiili ve hukuki durumunu Versailles Sulh Konferansında savunmak üzere Paris’e gönderilen ve Milli Azerbaycan parlamento reisi merhum Ali Merdan Bey Topçıbaşı’nın riyaset ettiği Heyeti Murahhassa azalığına seçiliyor.
Müstakil Milli Azerbaycan Cumhuriyetinin 12 ocak 1920 yılında Versailles Sulh Konferansınca tanınmasına matuf çalışmalarda özel bir varlık göstermiş olan merhum, 27 Nisan 1920 tarihinde Müstakil Milli Azerbaycan Cumhuriyetinin Bolşevik ordularınca istilasını müteakip hayatının son anlarına kadar kızıl tecavüze maruz kaldıklarını tüm hür dünyaya anlatmaya çalışıyor.
Yüce Tanrı gani gani rahmet ve mağfiret ihsan eylesin.
PŞEMAHO KOSOK
Türkiye’den müstakil Kuzey Kafkasya milli hükümetinin sabık başkanı Pşemaho Kosok’un 8 Ocak 1962 de İstanbul’da vefat ettiğine dair acı bir haber alındı. Aslen Kabartay’lı olan merhum, Kuzey Kafkasyalıların, ihtilalden önceki yıllarda Kuzey Kafkasya milli-kurtuluş hareketlerine aktif bir surette katılmış olan aydınlar kısmına mensuptu.
1887 yılında Naşçik bölgesinin Babuk köyünde dünyaya gelen Pşemaho Kosok orta tahsilini Piyatigorsk (Beşdağ) lisesinde, yüksek tahsilini ise Petersburg Üniversitesinde yapmıştır. Adı geçen üniversitenin hukuk fakültesinden mezun olan merhum,şimdiki Krasnodar şehrine yarleşmiş ve avukatlık yapmıştır. Avukatlığında Çarlık döneminde Rusya içlerinden gelerek Çar tarafından, kendilerine araziler verilenlerle arazileri ellerinden alınanların davalarına bakmıştır. Arazileri ellerinden alınarak sürgüne yollananların vekili olmuştur onların davalarını hukuka taşımıştır. Merhum vekalet ücreti almak şöyle dursun çok defa mahkeme harçlarını kendisi yatırmıştır.
1917 ihtilali duyulur duyulmaz Vladikafkas’a taşınan P.Kosok orada, Kuzey Kafkasya yerli ahalisi siyasi temsilciliğinin teşkilinde faal bir rol oynamıştır. P.Kosok, Petrogard’da, Muvakkat hükümet nezdinde Kuzey Kafkasya halklarının menfaatlerini savunan Birleşmiş Dağlılar Merkez Komitesi faal üyelerinden biri idi. 11 Mayıs 1918 yılında Kuzey Kafkasya istiklali ilan edildikten sonra, P.Kosok, şkönce milli hükümet üyesi olmuş, ilk hükümet başkanı Abdülmecid Çernoy, Kuzey Kafkasya diplomatik delegasyonun başında Avrupa’ya hareket ettikten sonra da, parlamento çoğunluğunca hükümet başkanlığına getirilmiştir.
Merhum iktidar mesuliyetini çok ağır bir zamanda yüklenmişti. Onun hükümeti, genç cumhuriyete aynı zamanda general Denikin’in beyaz ordusuna ve kızıl orduya olmak üzere iki cephede savaşmak zorunda kalmıştı.
Merhum muhacerette, milli işlerle ilgisini kesmeden, devamlı olarak Türkiye’de yaşamıştır. O, Kuzey Kafkasya Milli merkezi üyesi ve Sovyet teröründen kaçan ihtilal sonrası muhaceret şöyle dursun, aynı zamanda başlıca olarak merhumun yurttaşları Çerkeslerden mürekkep ve sayıları yüzbinleri bulan, Rusya’nın Kafkasya’yı istila ettiği (1864) devrin eski muhaceret ahfadını da birleştiren Kuzey Kafkasya Kültür Derneği Yönetim Kurulu üyesi idi.
Büyük bir kalabalıkla kaldırılan, Kafkasların yiğit evladı Posok’un cenazesi 10 Ocak 1962 yılında İstanbul’da askeri törenle ebedi istirahatgahına tevdi olunmuştur. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.
VASAN GİRAY CABAGİ
Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti sabık parlamento reisi Vasan Giray Cabagi 18 Ekim 1961 tarihinde 80 yaşında olarak İstanbul’da vefat etti. Bu tanınmış siyaset ve cemiyet adamının ölüm haberi, Kafkas çevrelerinde çok büyük bir üzüntü ile karşılandı. Cabagi, Çeçen-İnguşistan’ın Nasır-Kort köyünde doğmuştur. Merhum orta tahsilini Vladikafkas’ta, yüksek tahsilini de Derpte Politeknik Enstitüsünün ziraat şubesinde ve Jena (Almanya) Ziraat Enstitüsünde yapmıştır. Cabagi tahsilini bitirdikten sonra Petersburg Ziraat Bakanlığına atanmış ve orada bir iktisatçı ve ziraat uzmanı olarak isim yapmaya muvaffak olmuştur.
Şubat 1917 ihtilali başladığı sıralarda merhum, derhal vazifesinden istifa ederek, ihtilale ve vatanının milli hayat kuruculuğuna katılmak üzere, bütün ailesiyle beraber Kuzey Kafkasya’ya dönmüştür. Cabagi, bu heyecanlı devirde Kuzey Kafkasya halklarının milli kurtuluş hareketini idare eden Kafkasya Dağlıları Birliği adlı ihtilal organının merkez komitesi ve ileri gelen bir faal üyesi olarak büyük varlık göstermiştir. Cabagi aynı zamanda 1864 Kafkasya istilasından sonra, Çarlık hükümetinin Kuzey Kafkasya’nın en iyi topraklarında iskan ettiği Rus kolonist ve kazaklarına karşı kopan büyük isyanı idare etmiştir. Merhumun 1918 de gösterdiği faaliyetler ve gayret neticesinde, başta Çeçen ve İnguşlar olmak üzere, verimsiz dağ geçitlerinde çile çeken yerliler, çarlık kolonizatörlerinin gasp ettikleri toprakların bir kısmına tekrar kavuşabilmişlerdir.
Cabagi, Dağlı halkların milli-kurtuluş savaşında ve 11 Mayıs 1918 de Kuzey Kafkasya istiklalinin ilanında aktif rol oynamıştır. Bilindiği gibi, Sovyet hükümeti bidayette Kuzey Kafkasyanın istiklaline karşı düşmanca bir vaziyet almıştı. Sovyet Dış işleri bakanı Çiçercin, Kuzey Kafkasya Cumhuriyetini fiilen tanımış devletler mümessillerine, Moskova hükümetinin Kafkas devletinin varlığına tahammül edemeyeceğini söylemişti. Ama, bilahare, iç vatandaş harbinin kızıştığı sıralarda, aynı Çiçer’in Sovyet hükümetinin Kuzey Kafkasya istiklalini tanıdığını bildirmişti. Bütün bu hadiseler cereyan ederken Cabagi, önce parlamento reisi,sonra da Maliye Bakanı sıfatı ile büyük bir varlık göstermiştir. Merhum aynı zamanda, Kuzey Kafkasya Demokratik Cumhuriyetinin anayasa esaslarına, İsviçre Konfederasyonu kantonal sistemini vaaz etmek sureti ile, anayasa teklifine de aktif olarak iştigal etmiştir. Onun en büyük emeli, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve Kuzey Kafkasya’dan ibaret bir ‘’Kafkasya Federasyonu’’nu gerçekleştirmek idi. Kafkasya’yı gelecekte bir ‘’Doğu İsviçre’’ gibi düşünüyordu.
Kızıl ordu Kafkasya2yı istila ettikten sonra, Kremlin diktatörlüğünün kurduğu terör rejimi yüzünden vatanını terk etmek zorunda kalan Cabagi, mücadelesini hiç bırakmadı.
Merhum 1922 yılında İstanbul’da Azerbaycan, Gürcistan ve Kuzey Kafkasya siyasi teşekküllerini birleştiren Kafkasya İstiklal Komitesi kurucularından biri olmuştur. Bundan başka merhum bilahare, kendisinin de yerleştiği Warşova’da kurulan ve hemen hemen Sovyetler Birliği’nin bütün mahkum halklarının katıldıkları Promethe hareketinde baş rol oynamıştır.
Mükemmel bir kaleme ve birkaç yabancı dile sahip olan Cabagi, Batı memleketleri periodik basınında komünist diktatörlüğünün iç yüzünü açıklıyordu. 1938 yılında merhum, Lehistan hükümetinin resmi PAT ajansının Türkiye mümessilliğini yaparak, komünist sistem ve metotlarına karşı kıymetli yazılar yazıyor, İslam dini ile komünizmin uyuşmazlığını ispatlayan makaleler yayınlıyordu.
İkinci dünya savaşı sıralarında merhum, esir ve muhacir Kuzey Kafkasyalıların ağır durumunu hafifletmek yolunda büyük enerji sarf etmiş ve gayret göstermiştir.
Cabagi, Sovyet hükümetinin 1943-1944 yıllarında Çeçen-İnguş, Karaçay-Balkar ve Kırım Türklerine karşı işlediği korkunç cinayeti hakkında bir çok yayında ve protestolarda bulunmuştur.
Sovyet basınında merhuma çok ağır eleştiri ve hakaretler yöneltilmiştir. Bu durum Kafkasların nazarında merhumun itibarını yükseltmiştir.
Cabagi’nin şahsında, tanınmış siyaset adamı, büyük vatansever ve hürriyet mücahidini kaybetmiş bulunuyoruz. Kuzey Kafkasya’nın hürriyet sever halkları merhumu daima minnetle ve rahmetle anacaklardır. Ruhu şad olsun.
DR. TÜRKKAYA ATAÖV
‘’Sovyet Rusya’da işçilerin bugünkü durumu’’ (Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları ANKARA 1960)
Türkiye sosyal-siyasi literatüründe Sovyetler Birliğini çeşitli yönlerden ele alan umumi ve popüler mahiyette telif ve tercüme eserleri mahdut sayıda olsa da yer almış iken, maalesef bu güne kadar Sovyetler Birliği’nin iç problemleri üzerine eğilip de ilim açısından araştırma vasfını taşıyan bir eser yayınlanmış değildir. İşte bu bakımdan yanılmıyorsak Sayın Ataöv’ün, yukarıda kaydedilen ve bir süre önce yayınlanan eseri, bu eksikliği kısmen de olsa doldurmaya yarayan ilk eser olsa gerek. Genç araştırmacının Türkiye sosyal-siyasi literatürüne kazandırdığı ve özellikle genç kuşakları aydınlatma yolunda faydalı olacağını umduğumuz bu değerli eserden söz etmeden önce kitabın adı üzerinde birkaç kelime ile durmayı uygun ve lüzumlu bulduk.
Görüldüğü üzere Sayın müellif, kitabına ad koyarken ‘’Sovyet Rusya’da’’ tabirini kullanmıştır. Oysa ki araştırılan konu, yani ‘’işçilerin bugünkü durumu’’ bugün Sovyetler Birliği adıyla anılan bir ülkenin tümünü kapsamakta ve bu problemle ilgili kanunlar Sovyetler Birliği’nin her yerinde aynı şekilde uygulanmaktadır.
Bu, Türk Milliyetçisi genç arkadaşa ilerideki yıllarda çalışmalarında başarılar dileriz. Bu değerli insan Kafkas Halklarının bağımsızlık mücadelesinde önemli yer tutmaktadır.
BEKİR AKCAR
Kırımlıların yakından tanıdıkları değerli milli mücahit Ebubekir Akcar (Eczacı Bekir Bey), uzun zamandan beri devam eden hastalıklarından kutulamamış ve nihayet 12 Ocak 1962 Cuma günü İstanbul’da vefat etmiştir. Muhittin ve Saliha Şerife’nin çocuğu olan Bekir Bey Kırım’ın Gözleve şehrindendir. İlk ve orta tahsilini Kırım’da yaptıktan sonra İstanbul’da eczacılık tahsilinde bulunmuştur. Bundan sonra Kırım’da mesleki faaliyet yanında, 1917 den sonra Kırımdaki milli faaliyet ile yakından bağlantılıdır. 1927 yılında Türkiye’ye gelen Bekir Bey burada bir taraftan mesleğini ifa ederken bir taraftan da Kırım Folklorü üzerinde çalışanların başında yer almıştır.Rumanya ve Lehistan’a yaptığı seyahatlerde Kırım Türklerinin kültürünü ve istiklal davalarını tanıtma hususunda tesiri hala devam eden çalışmalarda bulunmuştur. Emel mecbuasında makaleleri vardır.
Mütevazi, sakin, dürüst, feragatkar ve vefakar bir micaza malik Bekir Beyin vefatı Kırım Halkları için bir kayıptır. Kederli ailesine başsağlığı kendisine Tanrı’dan rahmetler dileriz.
ŞEVKİ BEKTÖRE
Kırım’ın vatansever ve milliyetçi şairlerinden, Şevki Bektöre 18 Aralık 1961 de İstanbul’da vefat etmiştir. 1888 yılında Dobruca’nın (Rumanya) Kavlaklar köyünde doğmuştur. Buradan Türkiye’ye göç etmiş, Polatlı’nın Karakaya köyüne yerleşmiştir.İlk tahsilini köyünde, rüştüye tahsilini Haymana kasabasında yapmıştır. Bilahare İstanbul’da ilahiyat tahsili görmüştür. Kırım’a ilk defa 1909 yılında gitmiştir. Kırım’da öğretmenlik ettiği sıralarda Birinci Cihan Harbinin başlaması üzerine askerliğini yapmak üzere Türkiye’ye gitmiştir. 1917 de Rusya’daki inkılap ve Kırımdaki istiklal hareketleri esnasında Türkiye’de bulunuyordu. 1918 Mart ayında, Türkiye Kızılayının esir mübadelesi heyeti ile birlikte Kefe’ye gitmiş ve dönmüş, Alman işgali devrinde de Kırım’da maarif meclisi azası bulunmuştur. Kırım’ın bolşevikler tarafından işgalinden sonra, Veli İbrahim devrinde, 1925 yılına kadar, maarif sahasında öğretmen ve idareci olarak çalışmış ve talebeler yetiştirmiştir.
1925 yılından sonra Dağıstan’da, 1928 yılından 1932’ye kadar da Türkistan’da yine maarif sahasında öğretmen olarak çalışmıştır. 1932 yılının mart ayında komünistler tarafından tevkif olmuştur. Bundan sonraki hayatı sürgünde geçmiştir. 1956 yılında Türkiye’ye gelmiş ve aile ocağına kavuşmuştur.
Şevki Bektöre, maarif sahasındaki çalışmaları, Türk dili üzerindeki etütleri, milli ruhu uyandırıcı şiirleri ile tanınmıştır. Kederli ailesine başsağlığı dileriz. Allah rahmet eylesin.
SÜREYYA ŞAPŞAL
Haber aldığımıza göre, Karaim Türklerinin ruhani başkanı Süreyya Şapşal Hakan 18 Kasım 1961 de Vilno şehrinde vefat etmiştir. Süreyya Şapşal 1873 de Kırım’ın Bahçesaray şehrinde doğmuştur, il tahsilini mahalli Karaim okulunda, lise tahsilini de Petersburgta yapmıştır. 1894 yılında Petersburg Üniversitesi Şark Dilleri Fakültesine kayıt olmuş, burada Türk Dili ve Edebiyatını, Arap ve Fars dillerini öğrenmiştir. Prof. Smirnov’un talebesidir. 1899’dan 1906 yılına kadar Tebriz’de kalarak veliaht Mehmet Ali’nin öğretmenliğini yapmış, tahta geçtiğinde, o da Tahran’a gitmiş, 1908 de Kırım’a dönmüştür. Oradan da Petesburg’a giderek Üniversitede Şark dilleri fakültesinde Türk dili ve edebiyatı kürsüsünde müderris muavini olmuştur. 1911 de Rusya Şarkiyatçıları Cemiyetinin başkan muavini ve Yakınşark Bölüm başkanı olmuştur. 1915 de Kırım Karaim Türklerinin başkanı seçilmiştir. 1919 da İstanbul’a gitmiştir. 1928 de neşrolunan Türk Yılı Dergisinde Kırım Karaim Türkleri hakkında değerli bir yazısı vardır. 1928 de Polonya’daki Karaimlerin reisi olarak Vilno’ya yerleşmiştir. Aynı zamanda Türk Dili profesörü olmuştur.
Türk diyalektiklerinin mukayeseli etüdü ve bilhassa Karaim Türkçesi üzerinde esaslı olarak tetkikatı vardır. Aynı zamanda, teoloji araştırmaları ile meşgul olmuş ve Karaim mezhebi üzerinde incelemeler yapmıştır. Bu sahalardaki müspet faaliyetini hürmetle anar, Kırımlı Karaim Türklerine başsağlığı dileriz. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın değerli hocamız.
SOVYETLER BİRLİĞİNDE İSLAM DİNİNE KARŞI YAPILAN YENİ KOVALAMALAR
İslam dinine karşı mücadele, Sovyetler Birliğindeki Müslümanların varlığını tamamı ile ortadan kaldırma ve onları ileride zamanla, sözüm ona ‘’tek sosyalist millet’’ potasında eritme gayreti, daha anlaşılır bir dil ile söyleyecek olursak, bu Müslüman milletleri tam manasıyla Sovyetleştirme ve Ruslaştırma, Sovyetler Birliği Komünist Partisinin ana amaçlarından birini teşkil eder.
Eski Rusya İmparatorluğunun sınırları içinde yaşayan Müslüman Halkları, Bolşevik ihtilalinden çok daha önce, geçen yüzyılın ilk yarısında kültür ve milli uyanış yoluna azimle girmiş ve bu yoldaki çabalar neticesinde ilk milli aydın kadrosu ve reforma tabi tutulmuş yeni okullar meydana gelmişti. İşte bu hareket ve çabalar, Rusya’daki Müslüman halkları arasında, milli devlet bağımsızlığına ulaşmayı amaç edinen milli-kurtuluş hareketlerinin doğuşunda itici bir kuvvet olmuştur. Sabık Rusya İmparatorluğunda çıkan 1917 ihtilali neticesinde Kırım, Kuzey Kafkasya, Azerbaycan, İdil-Ural ve Türkistan’da 1917-1918 yıllarında bağımsız milli Müslüman Cumhuriyetleri kurulmuştu. Fakat, bu cumhuriyetlerin bağımsızlığı, bütün Rusya Bolşevik Hükümetince kan denizinde boğdurulduktan sonra ortadan kaldırılmıştı. Bolşevik hükümetinin silahlı kuvvetleri Kırım, Kafkasya, İdil-Ural ve Türkistan topraklarını istila ederek bu cumhuriyetleri,1924 de bugünkü Sovyetler Birliği şekline sokulan Sovyet Rusya içine almışlardı.
Bundan sonra 1920-1930 yıllarında Sovyet Hükümeti, Sovyetler Birliği Müslümanlarına karşı şiddetli bir baskı siyaseti uygulamak yoluna girmişti. Hususi mülkiyetin müsaderesi yanında, Müslümanlara ait evkaf müesseseleri de müsadere edilmiş, şeriat mahkemeleri ortadan kaldırılmış ve camiler, medreseler kapatılarak tehcir ve idamlar yoluyla Müslüman ruhanilerinin çoğu imha edilmiştir. Müslümanların bu geniş ölçüdeki imha siyasetlerine karşı mukavemetleri, Kırım, Kafkasya, İdil-Ural ve Türkistan’da zaman zaman kendini gösteren ve Sovyet terör cihazları tarafından merhametsizce bastırılan çeşitli isyan ve ayaklanmalar şeklinde belirmişti.
Birinci Dünya Savaşı sıralarında Sovyet hükümeti, kendi rejimini kurmak emeliyle Sovyetler Birliği halklarının milliyetçi-yurtseverlik ve dini duygularına baş vurarak dindarlara bir takım tavizlerde bulunurken, hiç şüphesiz, Sovyetler Birliğindeki Müslümanlardan savaşta belli başlı yardımlar göreceğini hesaba katmış bulunuyordu. Böyle olmakla beraber bu tavizler, Müslüman halkları arasında askeri ve yurtseverlik heyecanını doğuramadı.Üstelik Kırım ve Kuzey Kafkasya Müslüman halkları aktif olarak Bolşeviklere karşı silahlı mücadeleye girdiler. Türkistan, İdil-Ural ve Sibirya Müslümanları ise, 20 yıl süresince Komünist teröristlerce takibata maruz kaldıklarından, yer altı faaliyetine geçmek zorunda bırakılan dini hayatlarını yeniden kurmak için uygun ve elverişli fırsatı elde etmiş bulunuyorlardı.
1942 de Sovyetler Birliğinde, dindar Müslümanlar tarafından yeniden 1312 cami kurulmuş, kutsal yerlere yeniden ziyaretler başlamış, iki medrese açılarak genç Müslüman din adamları yetiştirme işine başlanmıştı. Fakat Sovyet hükümeti 1944 Kırım Türklerini, Çeçen, İnguş, Kuzey Kafkasya’daki Karaçay ve Balkar Türklerini görülmemiş şekilde katliama tabi tutmak suretiyle Sovyetler Birliği Müslümanlarına yeni ve müthiş bir darbe indirmişti.
Savaş sona erdikten sonra, İslam dininin Sovyetler Birliğinde yeniden hızla canlanmakta olduğundan endişe duyan Sovyet Hükümeti, 1943-1953 yıllarında din aleyhtarı propaganda ve tedbirlere baş vurulmasını ve bu yoldaki çalışmalara hız verilmesini kesin bir şekilde talep ederek bu yolda geniş bir faaliyet eseri gösteriyordu. Ama, savaş dolayısıyla kabaran dindarlık heyecanını önlemek, pek kolay bir iş değildi.
Sovyetler Birliği’nin Müslüman cumhuriyetleri ahalisi büyük bir törenle dini bayramlarını yapıyor ve Ramazan ayını da oruç tutmakla geçiriyordu. Binlerce dindar Müslüman cami ve başka kutsal yerlerde toplanmaya başlıyordu. Yalnız bu kadar değil, dini ve milli olmak üzere çeşitli adetler, aile ve toplum hayatının gelenekleri de canlandırılarak yaşatılıyordu.
Sovyet hükümeti, bir yandan bütün bu dini hareketleri önlemeye çalışıyor, öte yandan da bütün bunlardan Müslüman Doğu ülkelerinde kendi dış propagandası için geniş ölçüde faydalanmaktan çekinmiyordu. Moskova gazeteleri, Moskova ve Taşkent radyoları, Sovyet Türkistan’ında ve Sovyetler Birliği’nin başka bölgelerinde yapılan dini ayinlerden söz ediyorlardı. Yeniden açılan camilerden bahsediyor, türbe, kutsal yerler ve medreselerin sayıları bildiriliyordu. Moskova’da yapılan bir çok hükümet resmi kabullerinde ve Müslüman Doğu’dan gelen namlı misafirlerle karşılaştığında onlara ruhani kıyafetleriyle Sovyet müftüleri ve emektar mollalar gösteriliyordu. Bilhassa 1953-1956 ve 1957 yıllarında Sovyetler Birliği2nde basılmış kuran-ı Kerim hakkındaki söylentilerin dış ülkelere çıkartılmasına çalışılıyordu. Sovyet Müslümanlarının hac farizalarına dair haberlerin yapılması da unutulmuyordu. Radyolarda bir çok yabancı dillerde Sovyetlerdeki Müslüman ruhanilerinin, Sovyet Hükümetinin siyasetini tasvip ettiklerini bildirir beyanlarının metinleri yayınlanıyordu.
Mamafih, Sovyetler Birliği’ni gezi amacı ile dolaşmış olan otorite sahibi kimselerin verdikleri bilgiler sayesinde hür dünya ülkeleri, Sovyetler Birliğindeki Müslümanların gerçek durumu hakkında oldukça iyi bilgiler elde edinmiş bulunuyorlardı. Bu konuda şu olaylar özel bir önem taşımaktadır. Pakistan ulemasını Sovyetler birliğini ziyareti; Palembang’ta toplanan Endonezya Müslüman ulemasının kongresinde, İslam dininin komünist ülkelerdeki durumu meselesi hakkındaki kararnamesi, M. Sami Aşur’un ‘’Komünizm esaretindeki Müslümanlar’’ adıyla 1959 da Kahire’de yayınladığı kitap. Bu arada Irak ve Birleşik Arap Cumhuriyetleri hükümetlerinin komünizm sızması ve açılmasına karşı oldukları cephe dahi büyük bir rol oynamaktan geri kalmamıştır. Her iki hükümet, komünist ideolojisinin hür Müslüman ülkeleri ihtiyaçlarını sağlayacak durumda olmadıkları hususunu oldukça açık bir şekilde Moskova’ya bildirmişlerdir.
Müslüman ülkelerinde yaptığı dış propagandanın başarı elde etmediğine kanaat getiren Moskova, artık Sovyet Müslümanlarının dini hayatını eli altında bulunan vasıtalarla reklam etmek heves ve ilgisini bir tarafa bırakmıştır. 1958 den itibaren Sovyet Müslümanlarının dini ayinlerine ait radyo haberlerine son verilmiştir. Bundan sonra artık Sovyet Hükümeti, yeniden Sovyetler Birliğinde İslam dinini ve bu dine inananları açıkça takip etmek siyasetini uygulamaya başlamıştır.
Sovyet Hükümeti, Sovyetler Birliği Komünist Partisinin 21. kongresinden (1959) sonra, Sovyetler Birliğinde esasen dinin tamamı ile kökünü kazıma yoluna girmiştir. Resmi belgelerde dine karşı mücadele, komünist teorisine göre bu mücadelede, yavaş ve ihtiyatlı bir şekilde yürütülmektedir. Ama tatbikatta buna riayet edilmediği görülmektedir. Sovyet basını açıkça şöyle yazmaktadır,’’Bütün Sovyet ideoloji kurumlarının gayreti, dini itikatlerin tamamı ile kökünün kesilmesine doğru yöneltilmelidir ve dinle mücadele işinde, içtimai telkin ve tesir tedbirlerini muhakkak sert idari ceza tedbirleriyle birleştirmek gerekir.
Sovyetler Birliği, dini Lenin’in sözlerine dayanarak sıkılmadan ‘’ifadesi güç bir alçaklık, iğrenç bir şey, yeryüzünün en iğrenç şeylerinden biri’’ diye vasıflandırmaktadır. Sovyetler Birliğinde dinin kökünü kazımak için din aleyhtarlığı yapmak işiyle görevli koca bir propaganda ordusu vardır ve bu ordunun daima ikmaline çalışılmaktadır. Bu ordu kadrosu, devlet müesseseleri, okullar, kurslar ve seminerlerde hazırlanmaktadır. Kadroya dahil propagandistler siyasi polis tarafından desteklenmekte ve eğitilmektedir. Birde ajanlar çetesi kurulmuştur ki bunlar da rejimin bekçileri olarak kendilerini lanse ederler.
İslamiyet, tarih ve ideolojisini gözden ve itibardan düşürmek amacıyla ortaya atılan ve en fazla yaygın hale gelen bazı kaba Sovyet düşünce ve beyanlarından örnek olmak üzere bir kaçını aşağıya çıkartıyoruz.
‘’…İslamiyet, Arabistan’da doğmuş ama, Allah’ın ve onun peygamberi Muhammed’in iradesi ile değil, sosyal-ekonomik münasebetlerin gelişmesi neticesi bir çok ülkeye yayılmıştır.’’
‘’…çok tanrılık, aşiret ve ticaret eşrafının menfaatlerini sağlamaktan uzaktı. Bu eşraf, Arapların siyasi birleşmesine ve şuurunun, benliğinin gelişmesine engel oluyordu. İşte, bu sebepler yüzündendir ki, Muhammed’den çok daha önce başlayan tek Allahlık fikrini alma yoluna gitti.’’
‘’…İslamiyet, kabile aristokrasisinin ve tüccarlarının tamahkarca, menfaatçi zulümlerine ışık tutmuş ve hala da tutmaktadır.Feodallara ve burjuvaziye hizmet etmektedir. Arap, Moğol, Tatar, Türk ve başka istilacıların haydutça seferleri, hep İslamiyetin yeşil bayrağı altında yapılmıştır.’’
‘’….İslamiyet bütün tarihi boyunca, ilim ve maarifin amansız düşmanı olmuştur. İslamiyeti savunanlar, bütün ileri ve dünyevi hususları amansız takibata maruz bırakmışlardır.’’
‘’…Muhammed’in Allah tarafından gönderildiğini, Allah’ın var olduğunu ve Arap hareketinin dini bir vasıf taşıdığını ancak safdil ve cahil bir molla söyleyebilir.’’
‘’…Kuran’ın kutsallığı, yanılmazlığı ve Allah tarafından nazil olduğu hakkındaki sözler, başından sonuna kadar yalandır.’’
‘’…Kuran, padişahlara ve feodallara kanlı hizmetlerde bulunmuş köhne, tozlu, kalın bir kitaptır.’’
Sovyet basını 1961 de büyük bir endişe ile şu manşetle çıktı ‘’Prjevalsk şehrindeki eski caminin avlusunda 45.000 ruble (cami kumbarasından) harcanarak minarenin boyu 10 metreyi bulan yeni bir cami yapılmıştır.’’
İslam dinine karşı mücadelede etkili olacaklarına inandıkları bazı tedbirler alınmıştır.
Camilerin kapatılması için yapılan kampanyalara hız verilmesi.
Müslümanların ziyaret ettikleri kutsal yerlerin ortadan kaldırılması için kampanya başlatılması.
Müslüman din adamlarına karşı mücadele. Bu kampanya kapsamında bazı din adamları Üstün Sovyet Nişanı ile bile ödüllendirilmişlerdir, bunları kötü de olsa anmak için ve ibret için açıklayalım.
Müftü Abdurrahman Resulov
Orta Asya Kazakistan Müslümanları Ruhani İdaresi Başkanı Müftü İşan Babahan, İbn Abdül-Mecit Han, bunlar Sovyet barışı koruma komitesi üyesi olmuş ve Sovyet nişanı ile taltif edilmişlerdir.
Aynı ruhani idarenin şimdiki başkanı Müftü Muhaddis Hafiz Ziyaeddin Babahanov
Sibirya Ruhani İdaresi Başkanı Müftü Elhafızı Kelamullah, şakir İbn Şeyh, İslam Hayaleddiov
Maveray-i Kafkasya Ruhani İdaresi Başkanı Şeyh-ül İslam Alizade Ahunud Ağa Cevadoğlu
Moskova camii imamı İsmail Rahmetulin, Kameraddin Salihov vs.
Sovyet rejiminin ağır şartları altında bazı gezici din adamları İslam dinini yaymak için evlerde toplantılar düzenliyorlardı.
Dindar Müslümanlara karşı mücadele,
Geleneklere ve milli yaşayışa karşı mücadele,
Ancak bütün bunlar bizde, her türlü din aleyhtarı komünist taarruzlarının, İslamiyet’in tesir ve nüfusunu ortadan kaldırmaya muvaffak olamayacağı kanaatini uyandırmaktadır. İslamiyet, Sovyet Müslümanlarının milli değerlerini koruduğu gibi, Sovyetler Birliği’ndeki Müslümanların ileride dini, milli ve siyasi hürriyete kavuşmalarını sağlayacak iç kuvvetleri de takviye etmektedir.
SOVYETLER BİRLİĞİNDEKİ TÜRK HALKLARININ ARKEOLOJİ VE TARİHİ
Karadeniz steplerindeki Türk oymaklarının, Türk ve Moğolların gelişlerine, yani 13. yüzyıla kadarki tarihi, karışık, çapraşıktır ve yeteri kadar aydınlanmış değildir. Bu da, biri iç, öteki dış olmak üzere iki sebepten ileri gelmektedir. Türk oymaklarının kültürleri arasında mevcut derin yakınlık ve bu konunun yeteri kadar araştırılmaması hususu, iç sebeplerin başında gelir. Sırf siyasi olan dış sebep de şudur; Sovyet hükümeti, tarih ilimlerine, özellikle arkeolojiye aşırı bir siyasi mana ve önem vermektedir. Bu hususu, Sovyetler Birliğindeki Sovyet arkeolojisinin idarecileri, mesela, önce A.Mongayt, daha sonra da S.Kiselyov ve başkaları tarafından defalarca açıklanmıştır.
Sovyet hükümeti, arkeolojiye özel bir önem verdiği için bu ilim, bugün Sovyetlerde yüksek bir seviyeye ulaştırılmış bulunmamaktadır. Arkeolojik incelemeler Sovyetleri nedense korkutmaktadır.Sovyetlerde yapılmakta olan tüm arkeoloji işleri ‘’Kültür Tarihi Enstitüsü’’ tarafından yürütülmektedir. Bu çeşit ilmi arkeoloji ve etnografi enstitülerinden Sovyet müttefik ve muhtar cumhuriyetlerinde dahi bulunmaktadır. Aynı suretle, ahalisi Türk olan cumhuriyetler hariç, bazı cumhuriyetlerde kalifiye uzmanlar yetiştiren ve aspiranlık bölümü de olan arkeoloji enstitüleri vardır.
Aspiranlığı bitirdikten ve hazırlanan tezi savunduktan sonra, bu enstitülerden Sovyetler Birliğinde arkeolojinin ayrıldığı bölümlere göre uzman-arkeologlar mezun olmaktadırlar. Arkeoloji bölümleri şunlardır. Taş devri, tunç devri, İskit-Sarbat arkeolojisi, kadim arkeoloji ve İslav-Rus arkeolojisi. Sovyetler Birliğinde Türk arkeolojisi namına bir şey yoktur. A.Mongayt, Sovyetler Birliğindeki arkeolojik kültürün genel durumunu anlatırken, kadim kültürleri yukarıda verdiğimiz şemaya göre ele almakta ve bir kelime de olsa Türk arkeolojisinden söz etmemektedir.
Aynı surette, İ. Şovkopliyas dahi, Ukrayna’da 40 yıl süren arkeolojik kazılar hakkında yazmış olduğu eserde Türk arkeolojisine yer vermemiştir. Oysa ki, aslında Ukrayna-Rus tarihinde Türk halkları, Tatarlar, Bulgarlar, Hazarlar, Peçenegler, Tork Türkleri ve Kıpçaklar özellikle büyük rol oynamışlar ve kendilerinden sonra bütün Ukrayna’da ve bilhassa Poros ve Dnets-Don havzalarında muazzam sayıda eserler bırakmışlardır.
Türk oymakları, milletlerin büyük göçleri zamanından ve belki dah da önceden Doğu Avrupaya gelmeye başlayarak buralarda, özellikle Karadeniz steplerinde bin yıla yakın bir süredir bulunmuş ve bu yerlerde kendi kültürlerinin muazzam eserlerini ve özellikleni bırakmakla bir tarih yaratmış oldukları, üstelik bu tarih te Doğu Avrupa tarihi ve dini için büyük bir önem taşıdı halde, Sovyetler Birliğinde türk arkeolojisi mevcut değildir. İlmin bu kolundan uzmanlar yetiştirilmediği gibi Türk arkeoloji eserleri de araştırma konusu olmamakta ve dolayısıyla ilmi tetkiklerden uzak kalmaktadır. Hristiyan haçı bile Türk kökenlidir. Bir kaide olmak üzere Türk eserlerinin bulunuşu tesadüfi bir vasıf taşımaktadır. Sovyetler Birliği İlimler Akademisinin rapor veya tebliğ mahiyetini taşıyan Maddi Kültür Tarihi Enstitüsünün yıllık plonem toplantılarında Türk arkeolojisi ve tarihi hiçbir zaman ortaya konulmamış ve bugünde konulmaktadır.
1920 yıllarında Kırım’da Osman Akçoraklı adlı büyük bir Türk arkeoloğu yetişmişti. En büyük buluşları arasında Hristiyan haçının Türk menşeili olduğunu tespit etmek vardır. Ama 1930 un başlarında Osman, ‘’burjuva-nasyonalisti’’ diyerek tevkif edilmiş ve ilelebet ortadan kaybolmuştur. Türk tarihçisi namına bir kişi bile mevcut olmadı.
A. Mongayt, ‘’Sovyetler Birliğinde Arkeoloji’’ adlı kitabında 250 ye kadar Rus ve bugünkü Sovyet arkeologlarının adlarını saymaktadır. Bunlar arasında soy adlarına bakılırsa, Sovyetler Birliğinin nispeten büyük milletlerine mensup temsilciler yer almaktadır ama bir Türk’e rastlamak mümkün değildir. Bu da son nüfus sayımına göre, Sovyetler Birliğindeki Türklerin sayısı 25 milyonu bulduğu ve aralarında sayısız aydınların da bulunduğu bir durumda yapılmaktadır. Müttefik ve muhtar Türk cumhuriyetlerinde üniversiteler, yüksek teknik okulları ve ilim akademilerinin bulunduğunu da unutmamak lazımdır. Böyle olmakla beraber, Sovyet hükümeti, Türkleri kendi milletlerinin arkeoloji ve tarihleriyle meşgul olmaya bırakmıyordur.
Türkler kendi atalarının ulu tarihi hakkında fazla bir şey öğrenmiş olurlarsa, kendi gelecekleri için de böyle bir ululuk hayaline kapılabilirler düşüncesiyle Sovyetler Birliğinde ancak tarım, sanayi, teknik, edebiyat ve başlıca olarak Komünist partisi alanlarında etkili olacak aydınlar yetiştirmeye gayret ediyorlardı. Bu durum elbette ki tesadüfi değildir ve siyasi mahiyette bir takım sebep ve mülahazalarla vücuda getirilmektedir. Bu anormal durum, bazı Sovyet araştırmacılarında dikkatinden kaçmamıştır. Mesela, bayan S.Pletneva safdilce (safça) bir hayret ile şöyle yazmaktadır.
‘’Sovyetler zamanında Günet rus stepleri göçebelerine eskide olduğu gibi, çok az önem verilmiştir….Doğu Avrupa topraklarındaki göçebe eserlerin arkeolojik araştırma işlerine hemen hemen son verilmiştir. Başka devirlere ait Kurgan kazılarında tesadüfen ele geçen Hüyükler temizlenmiş, tespit edilmiş ve bazen de yayınlanmıştır.’’
S. Pletneva ihtilalden önce göçebe-Türklerin eserlerini tetkike meşgul olmuş bir çok büyük Rus arkeologlarının adlarını vermektedir. Şunu da ilave etmek gerekir ki, S. Pletneva’nın eserinde ancak Sarkale kalesi kalıntılarını ve bununla ilgili bir çok Türk höyüklerini tetkik eden Sovyetler Birliği İlimler Akademisi Maddi Kültür Tarihi Enstitüsü arkeoloji heyetinin çalışmaları esas olarak ele alınmış bulunmaktadır. Şu da var ki, bu çalışmalar Türk eserlerini tetkik gayesi ile değil, Don kıyıları ve vadisindeki bütün arkeolojik eserleri su altında bırakarak Tsimliyan gölünü vücuda getiren İdil-Don kanal ve barajı ile ilgili olarak yapılmıştır.
Bilindiği gibi, Rusya ihtilalinden çok daha önce, Türk arkeolojisi alanında çalışmalara başlanılmış ve önemli sonuçlar tetkik edilen Türk göçebelerine ait 332 Kurgan höyükten takriben 300’ü ihtilalden 40 yıl önceki sürede, 40’ ı da ihtiladen sonraki 40 yılda tetkik edilmiştir. Sovyet devrinde Türk eserlerinin tetkiki, ihtilalden önceki zamanla kıyaslanacak olursa, aşağı yukarı 8 defa azalmış demektir. İhtilalden önceki devirde Türk eserlerini tetkikle meşgul N. Brandenburg, V. Gorodtsev ve A. Spitsan gibi değerli arkeologlar bulunmuş iken Sovyet devrinde bunların ölçüsünde bir arkeolog bile yetişmemiştir.
Şunu da kaydetmek gerekir ki, Sovyet arkeologları tarafından tetkik edilen Türk eserleri tesadüfen ele geçmiş yahut da Don’da, İdil-Don inşaat çalışması sırasında yada Dniyeper’de inşaat heyetinin çalışmalarında olduğu gibi, üzerinde yeni inşaat yapılacak topraklar üzerindeki genel tetkiklerde ortaya çıkmıştır. Göçebe Türklerin ilk çağlara ait tarihini ele alan büyük ve değerli eserlerin 1917 ihtilalinden önce yazılmış olması, ihtilalden önceki devirde ne derecede bir gelişmeye ulaştığını göstermektedir.
Sovyet idarecilerinin Türk eserlerine ve Türk tarihine karşı bu tutumu, hiç şüphesiz, sırf parti mülahazalarından ve Sovyetler Birliği Türk halkları arasında ‘’pantürkizm’’ in ve sözüm ona ‘’burjuva-nasyonalizmi’’ nin gelişeceğinden duyulan endişeden doğmuştur. İşte Sovyetlerin sade Türk arkeoloji ve tarih eserlerini ihmal değil, aynı zamanda asıl Türk tarihini itibardan düşürmek ve tahrif etmek yolundaki arzu ve çabasının kaynağını da bu endişede aramak gerekir.
Bununla beraber, bazı bölgelerin mesela, Türkmenistan’ın tarihinde Türkler, çok büyük roller oynamışlar ve kendilerinden sonra dünyaca önem kazanmış mimari eserlerini de içine alan çok eserler bırakmışlardır ki, bunları burada sükutla geçiştirmeye imkan yoktur. Bu gibi hallerde Sovyet arkeologları, partinin siparişini yerine getirmek sureti ile Türk-Moğol oymaklarının bütün tarihleri boyunca ancak istilacı, yağmacı ve her türlü kültürü yıkıcı olduklarını ispata çalışmaktadırlar.
Türkmenistan’ın nefis Türk eserleri Orta Asya ve Sibirya’nın kölelik ve feodal şehirleri kısmına alınmıştır. Mamafih, bu durumda bile Türk oymaklarının tarihi rolünü görmezlikten gelmek hiç te mümkün olmamıştır. A. Mongayt, bu durumdan kurtulmak için parti siparişini yerine getirmek üzere Türk-Moğol oymaklarının tarihlerindeki inanılması ve kabulü oldukça güç şekillerle vasıflandırmaktadır. A. Mongayt diyor ki;
‘’ Türkler Afdallılar devletini ortadan kaldırmışlardır…12. yüzyıl başlarında Orta Asya Moğollar tarafından fethedilmiştir. Şehirler yıkılmış, ahalinin çoğu imha olunmuştu… 14. yüzyıl sonlarında Harezm, Timur tarafından bozguna uğratılıp perişan edilmiş, sulama sistemi tahrip edilerek memleket çöl haline getirilmiştir…
Semerkant, Moğolların eli ile harap bir hale geldi… Moğolların gerek Semirecye ve gerekse başka yerlere yaptıkları akınlar ekonomi ve kültürün, şehirlerin gelişmesine büyük bir darbe indirmiştir…Semirecye şehirleri yeniden kurulamadı. Harezm şehri yeniden kuruldu ise de yeniden Timur tarafından harap bir hale getirildi…. Arasızca yapılan yağmacı seferleri…’’
Türkmenistan’da ve Güney-Sibirya’da arkeoloji işlerinde çalışmış olanlardan S.Tolstov ve S.Kiselyov, bunların arkasınca da M. Mason ve başkaları da Orta Asya ve Güney Sibirya’da yerli kültürü vücuda getiren esas halkın İskit-Sarmat kavimleri yani İrani kavimler olduğunu ispata çalışmaktadırlar. Onlara göre, Türk-Moğollar ise ancak istilacı, yağmacı ve her çeşit kültürü tahrip ve imha eden kavimler olmuşlardır. Orta Asya’daki bütün nefis mimari ve başka maddi medeniyet eserleri Türkler tarafından değil de, esir olarak çalıştırılan yerli İranlılar tarafından vücuda getirilmiştir.
S. Tolstov’un Harezm’deki kazılarında bulunan ve olaya şahit olan Sovyet vatandaşı bir Türk’ün bana anlattığına göre, S. Tolstov bir höyükte oldukça belirli mongoloid çizgiler taşıyan bir kafatasını ele geçirince, güya bilmeden üzerine basarak kırmıştır. Böylelikle, kazılar neticesinde başlıca olarak İran, Avrupaid tipindeki kafa tasları ele geçirilmiş ve muhafaza edilmiştir.
Sovyet şartları ve Sovyet arkeologları tarafından yapılan bazı sahtekarlıklar biçin bu hikayede inanılmayacak bir yön olmadığı kabul edilir sanıyoruz.
Dostları ilə paylaş: |